Gülşen parlar, Yıldız sönerken: Yollar ve habitatlar
Habitatın bekçileri, beklemedikleri bir şey görüp duydukları anda zıvanadan çıkıp saldırganlaşıyor, kendi kendilerine tanıdıkları tepeden inme hakları haklılık sanıp öfkeyle kalkıveriyorlar ayağa. Kendilerine tutulan aynalarda gördüklerinden dehşete düşüp öfkelendiklerini fark edemeyen bu gürûhtan feyz alan yetkili işgüzarlarsa alenen ifade özgürlüğünü ihlal ettikleri gerçeğini umursamadan bir “pop şarkıcısı”nı apar topar içeri atıyorlar.
Birilerinin habitatında diğerlerinin yaşayamaması önemli bir olgu. Aynı türden ama aynı habitatta birlikte yaşamayı beceremeyen, yer yer beceriyormuş gibi görünse de yüzüne gözüne bulaştıran tek canlı insan olsa gerek. Bir toprak parçasına çitler çekip, ortasına da bayrak dikip adına “ülke” denilen, o çitlerin içerisinde birlikte yaşayan insanlara da “halk” dendiği anda kavga gürültünün başladığı bir otağın içindeyiz; birlikte ama pek sık ayrı ve öteki olarak. Yaşam tarzlarından inançlara, giyim kuşamdan söylenen sözlere kadar berikinin ötekini ayıpladığı, kınadığı, tutukladığı, dövdüğü, hatta öldürdüğü ülkelerden biriyiz.
Bu noktada tabii ki akla, ikisinin de ismi anılırken öncül sıfat olarak “şarkıcı” veya “sanatçı”nın kullanıldığı Yıldız Tilbe ve Gülşen geliyor. İlkiyle ilgili yıldızlardan çok uzak, ikincisiyle ilgili de hiç güldürmeyen ve şenlendirmeyen gündemler yaşanıyor. Parlamayan yıldızın, yani ilkinin üzerinde durmaya fazla gerek görmüyorum zira yakında kendisinin üzerinde duracağı hiçbir şey kalmayacak gibi hissediyorum. Müziğinden ve şarkılarından çok daha fazla sosyal medya zırvalamaları ve ah o pek sevilen “çılgın”lıklarıyla gündeme gelen bu kadın, kendisine “ait” ilan ettiği habitatta sokak hayvanlarıyla beraber yaşamayı uygun bulmuyor, ama habitatı terk etmesi (toplatılması) gerekenin başta köpekler olmak üzere sokak hayvanları olduğunu savunuyor. Ve bunu dirayetle, istikrarla sürdürüyor. Buna rağmen peşi sıra organizasyonların, festivallerin programlarına dahil ediliyor. Halbuki o talebi yaratan ve finanse eden müşterinin, yani konserine gidecek seyircilerin önemli bir kısmının muhtemelen evde birlikte yaşadığı, sokakta beslediği hayvanları vardır. Bu tutarsızlık bir yana, kendisini aktif bir konser serisine dahil eden organizasyon şirketinin programa aldığı diğer isimlere bakınca da insan önce şaşırıyor, sonra kızıyor, sonra üzülüyor, sonra utanıyor, sonra da bu ülkenin dayanışmanın yanından geçemeyecek başlıca sektörünün müzik olduğunu bir kez daha hatırlayıp basıp gidiyor. İyinin, doğrunun ve düzgünün yanında durmak her zaman ekmeğin peşinde koşmaktan sonra geldiği sürece ne dayanışma olur ne de bu ikiyüzlülüğe dayanılır.
Öte tarafta, habitatında dilediğini giyerek, düşünerek, söyleyerek yaşamasına, süregelen sosyal linçlerden sonra şimdi de uydurma hukukî gerekçelerle müdahale edilen ve son zamanda işinde parladığını düşündüğüm Gülşen duruyor. Kanımca hiçbir eyleminde ve söyleminde densizlik bulunmuyor ama mütemadiyen densizlikle itham ediliyor ve yazının yazıldığı şu anlarda cezaevinde, tutuklu. Kendilerini bu ülkenin doğal sahibi olarak gören, tüm duyguların yalnızca kendi kutsalları, hassasiyetleri, dertleri üzerinden kurgulanmasını ve yaşanmasını isteyen kesim genelde hakaretamiz bir öncül sıfatla anıyorlar adını. Habitatın bekçileri, beklemedikleri bir şey görüp duydukları anda zıvanadan çıkıp saldırganlaşıyor, kendi kendilerine tanıdıkları tepeden inme hakları haklılık sanıp öfkeyle kalkıveriyorlar ayağa. Kendilerine tutulan aynalarda gördüklerinden dehşete düşüp öfkelendiklerini fark edemeyen bu gürûhtan feyz alan yetkili işgüzarlarsa alenen ifade özgürlüğünü ihlal ettikleri gerçeğini umursamadan bir “pop şarkıcısı”nı apar topar içeri atıyorlar. Oysa hepimiz insanız, aynı türdeniz. Ne aklın ne fikrin ne de sözün sahibiyiz. Buracıkta, kesişen zaman dilimlerinde, adı hayat denen ve hepimiz için her geçen saniye kısalan ufacık süreçleri paylaşan naçiz varlıklarız. Dindarlık ve tanrıya inanç insanı ona teslim, hatta kul olmaya davet etmez mi? Böylesine yüce bir gücün, varlığın hükmüne teslim olup onun yarattığına inanılan bir fâninin sözleri neden bu kadar önemsenir? Diyelim önemsendi, tutuklayıp hapse mi atmaktır adalet sisteminin hükmü?
***
Plansız programsız, ya da az planlı programlı yol seyahatleri en sevdiklerim. Bugüne kadar farklı kıtalarda, farklı ülkelerde, öncesinde çok az unsuru belli şekilde, kervanı yolda düzdüğüm bir sürü seyahate çıktım. Çoğunda tek başıma, bazısında bir, bazısında birkaç sevdiğimle birlikte yollarda oldum. Bazen belli olan tek şey bir uçak biletinin tarihleri ve güzergahı, bazense o dahi değildi. Önemli de değildi, yollar bekliyordu. Dağlar ve denizler hep en çekici bulduklarım, sonra da göller ve ormanlar. Doğanın içinde kıvrıla kıvrıla kıvrıla ilerlemek, rakım, sıcaklık ve ışık değişimleri, yolların, tepelerin, denizlerin beklenmedik belirivermeleri, hem gündelik hayatı hem de hayat boyu süren hayatı taklit eden süreçler. Ve aslında beni bekleyen, sürmek; bisikleti, arabayı, minibüsü, yolları sürmek. Çocukluk hayallerimdeki tırları sürmek, hayatı sürdürmek. Yoldayken yaşadığımı hissediyorum.
Süreçler ki, insan var oluşunun temelinde yatıyor. Hamilelik bir süreç, doğum bir süreç ve hem doğuran hem doğan için öyle. Hayat diye tanıyıp bildiğimiz de, doğum sonrasında dünyaya gelip sonrasında hayatın içinde akar ve kısıtlı zamanımızı tüketirken içerisinden geçtiğimiz irili ufaklı sayısız süreç. Dünyaya gelmek de garip bir kavram. Bebek, yani yeni kişi, yaklaşık dokuz ay süreyle dünyadaki annesinin karnında mayalanırken dünyada sayılmıyor ama oradan dışarı çıkınca “dünyaya gelmiş” oluyor. Öncesinde arafta olduğu düşünülüyor herhalde; cennetle cehennem değil de, yaşamla ölüm arasında bir yerlerde, var mı yok mu belli değil. Var, ama ya çıkışa çıkmazsa? Ne acayip!
Bir noter katibinin saatlerce süreyle binlerce sayfa damgalaması da bir süreç, bir orkinosun bir kolyosu kovalaması da. İlki bir mesai günü sürüyor, ikincisi genelde birkaç saniye. Motive ve hedefine kitlenmiş bir beyaz yaka çalışanının 22 yaşındayken en alt pozisyondan girdiği şirkette 28 sene sonra genel müdür olması da bir süreç, İstanbul’un çatılarında mayısta yumurtadan çıkan martı yavrularının temmuzda uçabilmeye başlamaları da. İlki nerdeyse bir insan ömrü, diğeriyse 2 ay kadar sürüyor. Beyaz yakalınınki kendisi için koskocaman bir olgu, canını kurtarmak için orkinostan kaçarken hayatındaki en yüksek sürate ulaşan kolyos içinse yok hükmünde. Ama kolyosla beyaz yakalı “dünyaya gelmiş”, aynı zamanda bu dünyada koşuyorlar. Biri denizde, diğeri karada. Biri diğerinin habitatına girip yüzünce şifa bulabiliyor, diğeriyse diğerininkinde ölüyor. Benzer şekilde, beyaz yakalı hayatının zirvesine erişmek, hedeflerine ulaşma şansı yakalamak için son sürat koşuyor, diğeriyse canını kurtarabilmek için. Biri başarırsa bol para, güç, takdir, saygınlık kazanacak, diğeriyse yalnızca statükosunu koruyacak, yani yaşamaya devam edecek. Öylesine tutarsız ki tüm bunlar, galiba bütün mesele de bu süreçlere uyumlanmak; anlamak, anlamlandırmak.
***
Yukarıda bahsettiğim yolculuklara çıkarken hedeflerim, yani varmayı düşündüğüm noktalar vardı, ama asıl hedef hep yolun, yolculuğun kendisiydi. Yolun, yolculuğun, koşulların süreçlerine uyumlanmak diğer tüm gerekleri hizaya diziyor, sonra da kusursuz bir ahenkle bir araya getiriyordu nitekim. Kendi hayatlarında rastgeleliğe ve sanatta bir şeyler yapmaya karar verip de sanat yolculuğuna benzer bir anlayışla başlayıp dirayetle yolu sürdürenlerin pek çoğu başta tahayyül ettiklerinin çok ötesinde hedeflere varabilmiştir. Sanatın müzik tarafında yer almayı seçenleri düşüne yaza yaşam yetmeyip tükenir ama biz en kör kasap bıçağıyla onları sadece ikiye ayıralım ve bakalım: hesaplılar ve kitaplılar. Ya da “hesapçılar” ve “kitapçılar. Burada hesaptan kasıt ticaret. Kese doldurma. Para yapma. Ekmeğine bakma. Köşe dönme. Dünyalığını devşirme. Servet düzme. Maddî zenginleşme. Ve, kendini habitatın sahibi sanma ve sayma.
Kitaptan kasıtsa daha çetrefil. Yolun da olduğu gibi. Daha karmaşık, zor, uzun, meşakkatli, sisli, puslu, pusulu. Para-pulu, şan-şöhreti düşünmeden, kendine ve kendinden büyük olduğunu düşündüğün sanata sadık ve dürüst kalmak. Kendini habitatın sahibi değil parçası saymak. Kitabın yolu izlendiğinde hesabın sonucuna ender de olsa varılabiliyor ama hesaptan yola çıkılınca asla kitaba varılamıyor. Gömleğin yanlış iliklenen düğmeleri gibi, oraya giden bir yol yok çünkü. Bunun yarattığı ama kamufle edilen rahatsızlığı da hesapçıların sahnelerinde asla göremezsiniz. Yapayalnız yattıkları yastıkları kemirerek gözyaşı akıtırken melekler görür ancak. Sonra ölürler bir gün. Ve onların cenazeleri, tüm hesapları nedeniyle daha kalabalık olur. Diğerlerininkiyse genelde sessiz sedasız geçer. Az ama timsah olmayanından, öz ama gür gözyaşı akıtılır. Özgürce ve çok sevilirler, ama az kişi tarafından. Çünkü kimseden bir ikbal peşinde olmadıkları gibi ikbal dağıtan da olmamışlardır hayatlarında. Sadece kendi köşelerinde işlerine bakmışlardır. Müzikse müzik, sinemaysa sinema, edebiyatsa edebiyat, sanatsa sanat dertleri olmuştur onların. Yürekleri ağır, tabutları hafiftir o yüzden. Ama o hafif tabutları çok kişi taşımak gerekir. Ağırlıklarından ötürü değil, yerden daha daha yüksekte taşıyabilmek için.