Günay: AK Parti çok partili dönemde güç zehirlenmesini en fazla yaşayan parti
CHP ve AK Parti’de siyaset yapmış, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Demokrat Parti iktidarına içeriden bir eleştiri olarak ortaya çıkan Hürriyet Partisi’nin hikayesini “Bir ‘Hürriyet’ Hikayesi” olarak kitaba dönüştürdü. AK Parti’nin bir güç zehirlenmesi yaşadığını söyleyen Günay, “Bir anlamda AKP’nin 'Tek parti CHP'sini taklide yöneldiği bile söylenebilir. O nedenle bugün AKP’nin sadece kurucu ilke ve değerlerinden değil, kurucu kadrolarından da eser yok" dedi.
Salih Gergerlioğlu
DUVAR - Ertuğrul Günay, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan yeni kitabı “Bir ‘Hürriyet’ Hikayesi”nde, çok partili dönemde özgürlükçü bir siyaset girişimi olarak yorumladığı Hürriyet Partisi’ni anlatıyor.
Bu kitabı, iktidar yozlaşmasını ve buna karşı çıkan ilkeli itirazı önemsediği ve bu hikayeyi ibret verici bulduğu için kaleme aldığını söyleyen Günay, Hürriyet Partisi’nin, DP iktidarında yaşanan yozlaşmaya bir isyan ve itiraz hareketi olarak ortaya çıktığını ve Türkiye siyasi tarihinde böyle bir girişimin çok fazla örneği olmadığını belirtiyor.
Ertuğrul Günay, eski partisi AK Parti için ise “Çok partili dönemde -belki de iktidarda en uzun süre kaldığı için- güç zehirlenmesini en fazla yaşayan siyasi parti” ifadelerini kullanarak iktidar partisinin kurucu ilke ve değerlerinden bütünüyle uzaklaştığını vurguluyor.
“Türkiye siyasetinde yolsuzlukların sonlanması için yasal düzenlemelerden fazlası gerekiyor” diyen Günay, toplumun da bunun kendi haklarına karşı haksız bir eylem olduğunu anlayıp içselleştirmesi gerektiğini dile getiriyor.
Eski CHP'li ve AK Parti iktidarında bakanlık yapan Ertuğrul Günay’la Hürriyet Partisi’ni, Türkiye siyasetinin geçmişten bugüne sorunlarını, 2006 yılında başlattıkları 'Yeni Siyaset Girişimi'ni, yeni partileri ve AK Parti’nin zamanla farklılaşan yönetim anlayışını konuştuk.
‘HÜRRİYET PARTİSİ BİR İTİRAZ VE İSYAN HAREKETİ’
Neden DP iktidarı ve Hürriyet Partisi dönemine mercek tutmak istediniz?
Demokrat Parti (DP), bizim siyasi tarihimizde iz bırakmış bir siyasi hareket. Çeyrek yüzyıllık ‘Tek Parti’ döneminden çıkış sürecinde muhalefet konumunu başarıyla üstlenmiş; seçim yoluyla iktidara gelmeyi başarmış. Üstelik ‘tek parti/devlet’ bütünleşmesinin engellerine karşın ikinci seçimde de halk desteğini arttırmayı bilmiş. Bu açıdan da çok önemli. Beklenen ve doğal olan, bu hareketin eski dönemin otoriter tortusunu ortadan kaldırması, ülkeyi batılı demokrasilerle bütünleşen çizgide ilerlemeye taşıması. Ama öyle olmamış; güçlendikçe daha demokrat, daha özgürlükçü bir yapıya evrilmek yerine, önceki döneme, tek partiye öykünmeye başlamış. Bu eskinin tekrarı ve taklidi olmaya geri dönüş noktasında Hürriyet Partisi bir itiraz ve isyan hareketi olarak ortaya çıkmış. DP, kuruluş ilke, değer ve vaatlerinden sapmasa, yahut Hürriyetçilerin itirazları üzerine onların ihracı yerine dinlemeyi ve değerlendirmeyi seçse, büyük olasılıkla ülke 27 Mayıs’la karşılaşmayacak, demokrasimiz erken çağında ağır bir travma yaşamayacakmış gibi görünüyor.
Bu iktidar yozlaşmasını ve buna karşı çıkan ilkeli itirazı önemsediğim, yarım yüzyıldan önce yaşanan olayların bugünler için de öğretici ve ibret verici olacağını düşündüğüm için dönemi yeniden gün ışığına çıkarmak istedim.
‘İKTİDARI ELE GEÇİRMEK TEMEL DÜRTÜ OLUNCA...’
Kitabınızda, 1950’ye dek olan CHP iktidarına ve 1950’den sonraki DP iktidarına baktığımızda, seçimlerde çoğunluk sisteminin terk edilmemiş olmasını “haksız ve adaletsiz” olarak yorumlamışsınız. Özellikle Demokrat Parti’nin muhalefet ederken bu adaletsizliği bir karşı söylem olarak kullanmasına karşın iktidar partisi olunca sistemden herhangi bir rahatsızlık duymadığı, aksine Meclis’te net bir sayısal üstünlük sağlayabilmek adına bunu kullandığını anlıyoruz. Siyasi tarihimize baktığımızda, Türkiye’de demokrasi söyleminin siyasi pozisyona ve koşullara göre değiştiği birçok kez söylenebilir. Bu durumu, Lord Acton’dan hareketle, “İktidar bozar; mutlak iktidar, mutlaka bozar” söylemine bağlayabilir miyiz, Türkiye özelinde başka nedenleri var mıdır?
Kitapta da anlatmaya çalıştığım gibi, doğu toplumlarında siyaset makul rekabet ölçütlerinin ötesinde, kıyasıya ve acımasız yöntemlerle yapılıyor. Devlet yapısı denetim, saydamlık ve hesap verebilirlik ilkelerinden uzak olduğu için, siyasal erki ele geçirenler hemen her şeye egemen oluyor. Bu her şeye egemen yapı, kaçınılmaz olarak bozulmayı, kayırmayı, kollamayı, yozlaşmayı hızlandırıyor.
Bu yozlaşma, dünyada çoğulcu-demokrat siyasi yapıların kurumlaştığı ülkelerden daha ileri boyutlarda. İktidarı ele geçirmek çok temel bir dürtü ve geri vermemek de baskın eğilim olunca, muhalefette söylenenlerle iktidara gelince yapılanların farklı olması doğal ve sürekli hale geliyor. Örneğin, genel seçimlerde yüzde 10 barajının yüksek ve haksız olduğunu yıllarca ileri süren -rahmetli- Ecevit’in, iktidar olduğu yıllarda bu konuyu hiç gündeme getirmediğini çarpıcı bir örnek olarak anımsatmak isterim.
‘YOLSUZLUKLARIN SONLANMASI İÇİN YASAL DÜZENLEMELERDEN FAZLASI GEREKİYOR’
Kitabınızda da bahsettiğiniz, Demokrat Parti’yi bölünmeye sürükleyen gelişmelerin temelinde eski Ceza Kanunu’nun 481. maddesi yatıyordu. Buna göre gazeteler, siyasetçilere yönelik yolsuzluk, hırsızlık gibi sebeplerle suçlama hakkına sahip değillerdi. Bu iddiaların kanıtlanabileceği belgeler var olsa bile bunların yayımlanması mümkün değildi. Bu durum, parti içinde ciddi yolsuzluk söylentilerinin de oluşmasıyla “ispat hakkı”nın gerekliliğini düşünen kesimde rahatsızlık yarattı ve ihraçlarla birlikte başlayan bir bölünmenin sonucunda Hürriyet Partisi ortaya çıktı. Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda, 1961’den itibaren “ispat hakkı” anayasalarda yer almasına rağmen yolsuzluk sorununun birçok dönemde gündem olduğunu görebiliyoruz. Siz bu yolsuzluk sorununun çözülebildiğini düşünüyor musunuz?
Yolsuzlukların önlenmesi konusunda yasal düzenlemeler elbette önemli. ‘İspat hakkı’ tartışmalarının yapıldığı dönemde, siyasilere yöneltilen görevleriyle ilgili suçlamalarda basının iddialarını ispat edebilmek konusunda elini kolunu bağlayan engeller vardı. Sonraki yıllarda bu yasal engeller kalktı. Ancak siyasette yolsuzluk iddiaları tümüyle ortadan kalkmadı. Çünkü yolsuzlukların sonlanması için yasal düzenlemelerden fazlası gerekiyor. Önce tüm kamu yönetiminin saydam (şeffaf), hesap verebilir, siyasetin kayırmacılıktan, kendi tarafını bağnazca kollamaktan uzak olması gerekiyor. Bu da yetmez; kamu varlığı konusunda bilinçli ve duyarlı bir toplum yapısı gerekiyor. Dolaylı verginin yaygın, doğrudan verginin sınırlı olduğu bir ekonomik yapıda bu bilincin oluşması, dolayısıyla yolsuzluk konusunda duyarlı bir toplum bilincinin oluşması zor. Bütün bunlar birbiriyle yakından ilintili. Toplum, yolsuzluğun kendi hakkına, varlığına, kazancına, vergisine karşı bir haksız eylem olduğunu iyice içselleştirmeden sonlanmasını beklemek sadece bir hayal.
‘OKUR YAZARLIĞI ZAYIF OLAN TOPLUMLARIN HAFIZASI DA ZAYIF OLUR’
Hürriyet Partisi’nde siyasi duruşunu, demokrasi anlayışını, ilke ve düşüncelerini olumlu olarak yorumladığınız Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun üzerinde epeyce durmuşsunuz. Türkiye siyasetine böylesine olumlu katkılar sunmuş bir siyasetçinin, toplum tarafından yeterli karşılığı bulamamış olmasını nasıl yorumlarsınız?
Fevzi Lütfi Bey, döneminin ölçüleri içinde demokrasi yanlısı özellikleriyle öne çıkmış bir insan. Saltanata karşı cumhuriyetçi, istibdata karşı hürriyetçi; DP’de bu yönleriyle öne çıkmış, tanınmış. Daha ispat hakkı sorunu gündeme gelmeden, eski dönemin anti-demokrat mevzuatının tümüyle kaldırılmasını istediği için Menderes’le arası açılmış. İlkeli olduğu kadar da duygusal bir yapısı var. 1961’de -çok da içine sinmeden- CHP milletvekili olarak geldiği Meclis’ten istifa etmek yerine kalmaya devam etse, bugün de anımsanacak önemli görevlere gelmesi büyük olasılık. Ama o ayrılıp toprağına dönmeyi seçmiş.
Türkiye genç bir toplum, geçmişten çok geleceğe bakıyor. Okur yazarlığı zayıf olan toplumların hafızası da zayıf olur. O nedenle kabuğuna çekilmiş değerlerini hem bilmiyor, hem anımsamıyor. Fakat haksızlık etmeyelim. Hürriyet Partisi kökeninden gelip sonraki dönemlerde siyasette yahut akademide bilinen, ünlenen bir hayli isim var. Fethi Çelikbaş, İbrahim Öktem, Turan Güneş, Ekrem Alican, Şerif Mardin, Muammer Aksoy bunlardan bazıları…
'YENİ DEMOKRASİ HAREKETİ'Nİ BİR ÖLÇÜDE HÜRRİYET PARTİSİ'NE BENZETEBİLİRİZ'
Hürriyet Partisi’nin yaklaşık 3 yıllık bir sürenin ardından siyaset sahnesinden çekilmesinin ya da çekilmek zorunda kalmasının en önemli nedenlerini partinin örgütlenme zayıflığı ve halka yakınlaşmada yetersizliği olarak yorumlamışsınız. Bu partinin, çoğunluğu aydın ve entelektüel kesimden insanlar tarafından kurulup desteklenmiş olması, halka yakınlaşma ve örgütlenme noktasındaki zafiyetlerin başlıca nedeni olabilir mi? Türkiye entelijansiyasında sizce böyle bir sorun var mı?
Hürriyet Partisi 1956’nın başında kurulmuş, 1957’nin ekim ayında tam anlamıyla bir ‘baskın’ seçime girmek zorunda kalmış. Oysa seçimin beklenen tarihi 1958’in mayıs ayı. Yeni kurulan bir parti için 7-8 ay önemli bir zaman. Üstelik CHP ve CMP ile seçim işbirliği görüşmelerine çok zaman harcanmış. Bunların yanı sıra örgütlenmede oldukça ağır ve çokça seçici davrandıkları hareketin içindekiler tarafından sonraki yıllarda yazılıp çizilmiş. Hürriyet Partisi’nin girdiği tek seçimde aldığı başarısız seçim sonucu, siyasette doğru insanlar ve doğru fikirlerden başka etkenlerin de önemli olduğu gerçeğiyle bizi yüzleştiriyor. Belki daha fazla emek, daha fazla imkan, daha fazla sabır, daha doğru bir zamanlama. Bütün bunlar olmadan bir aydın kadronun birtakım doğru fikirlerle ortaya çıkıp başarılı sonuç alması kolay ve mümkün olmuyor. Türkiye’de bu girişimin başkaca örneği de yok gibi. Sonraki yıllarda belki sadece ‘Yeni Demokrasi Hareketi’ni bir ölçüde Hürriyet Partisi’ne benzetebiliriz.
‘AKP’NİN 'TEK PARTİ CHP'SİNİ TAKLİDE YÖNELDİĞİ BİLE SÖYLENEBİLİR’
Kitabınızda, DP iktidarının yola çıkarken oluşturduğu ilkelerinden belli oranda sapmasının ardından DP’li Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektubu yazmışsınız. Mektupta şu ifade dikkat çekiyor: “Hürriyet bayrağı ile iktidara gelen parti içinde hürriyet yoktur.” Bugün özellikle sizin ve sizin dışınızda birçok AK Parti eski yöneticisinin benzer eleştirileri eski partilerine yönelttiğini göz önünde bulundurduğumuzda AK Parti iktidarında da böyle bir durumun varlığından söz edilebilir mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi, çok partili dönemde -belki de iktidarda en uzun süre kaldığı için- güç zehirlenmesini en fazla yaşayan siyasal parti oldu. Halktan koptu, devlet yapısını ele geçirmeye çalışırken, köhne devlet zihniyeti tarafından kuşatıldı; yola çıkarken söylediklerinden tümüyle uzaklaştı. Bu başkalaşmanın bir örneğini, -tümüyle farklı koşul ve anlayışla- belki ancak 40’lı yılların tek parti CHP’sinde görmek mümkün. Bir anlamda AKP’nin 'tek Parti CHP'sini taklite yöneldiği bile söylenebilir. O nedenle bugün AKP’nin sadece kurucu ilke ve değerlerinden değil, kurucu kadrolarından da eser yok. Tümüyle başka rüzgarların önünde sürükleniyor.
Bugün kurucu değer ve başlangıçtaki söylemlere sahip çıkarak kurulan yeni partileri belki Hürriyet Partililerin vicdani ve ahlaki isyanına benzetebiliriz. Tabii onlar itiraz ve isyanda şimdikiler kadar gecikmemişlerdi.
'BEN VE 10'A YAKIN ARKADAŞIMIZ AKP'YE KATILDIK, BİR TÜR KOALİSYONDU'
2006 yılında Mehmet Bekaroğlu’yla birlikte Müslüman-sol Hareketi diye nitelendirilen yeni bir siyaset girişimi başlatmıştınız. Bu girişimde Bekaroğlu’nun yanı sıra Ayhan Bilgen, Haluk Özdalga, Erdal Kalkan gibi isimler de yer alıyordu. Bu hareketin amacı neydi, o dönemde toplumda karşılığı nasıl oldu, nasıl tepkiler aldınız ve neden partileşme düşünülmedi?
2006’da bağımsız bir grup arkadaşımızla toplumun değerlerine saygılı, ancak yüzü geleceğe dönük yeni bir siyasi hareket için bir arayış içindeydik. Siyasetin var olan yapısına da, işleyişine de karşı çıkan, saydamlığı, katılımcılığı öne çıkaran yeni bir hareket. Bizim bu arayışımıza verdiğimiz isim ‘Yeni Siyaset Girişimi’ idi. Ancak bazı gazeteciler, ‘Müslüman-sol’ diye kolaya kaçan bir adlandırma yaptılar.
Tam bu sırada 2003’te seçilmiş ve doğrusu pek de yanlış işler yapmayan iktidara karşı kitle eylemleri, provokasyonlar, TBMM’nin cumhurbaşkanı seçimini engelleyen 367 safsatası, Genelkurmay’ın e-muhtırası gibi olaylar ve erken seçim gündeme geldi. Bu eşikte yeni bir parti hem zamansız, hem de bizim maddi koşullarımız açısından imkansızdı. O nedenle ben ve 10’a yakın arkadaşımız Erdoğan’ın önerisini kabul ederek AKP’ye katıldık. Bu katılma bir anlamda, o günkü ortamda AB yanlısı, çoğulcu, demokrat çizgide görünen bir parti ile bir tür koalisyondu.
İlk dört yıl oldukça sorunsuzdu. İyi işler de yaptık. Örneğin, kendi payıma ben Nazım’ın yarım asırdır esirgenen yurttaşlığına kavuşmasını, insanların yanarak öldüğü Madımak’ta kebapçı ayıbına son verilmesini, binlerce çalınmış tarihi eserin yurda dönmesini, yepyeni müzeler ve sanat mekanları açılmasını sağladım. Ancak bu koalisyon 2011 seçiminden sonra sarsıldı; Gezi ve yolsuzluk olayları ile bozuldu, yolumuzu ayırdık.
Bugün böyle bir siyaset anlayışıyla benzer bir girişim başlatmak mümkün mü? Sizin bu yönde bir niyetiniz hala var mı?
Türkiye’nin, var olan siyasi yapıların işleyişini de, zihniyet ve söylemlerini de aşan, bu alışılmışlıkları yıkan gerçekten yeni-yenilikçi bir siyasi harekete (hatta hareketlere) her zaman dan daha çok ihtiyacı var. Bugün ortaya çıkan bazı yeni partiler bu alanlarda beklentiler yaratıyor; ama bu beklentilerin ne ölçüde gerçekleşeceği kuşkulu. Daha yola çıkarken kadrodan çok kişi, lider, tek adam çağrışımları yapan görüntüler verilmesi umut kırıyor. Oysa çağımız kişilerin, hele tek adamların değil, çoğulculuğun, ortak aklın, katılımcılığın, saydamlığın öne çıkmasını gerektiriyor.
Kendi payıma, bu ortamda kişisel olarak yeni bir parti kurmaya kalkışmayı değil, bugünkü -özgür, bağımsız ve demokrat- konumumu koruyarak bu alanda yapılacak girişimlere bilgi ve birikimimi aktarmaya çalışmayı daha doğru buluyorum.