Günceli yakalayan öyküler: Ağırküre
Öznur Yalgın'ın öykü kitabı 'Ağırküre', Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Yalgın kitabında, mülteciler, kamplar, haber yapamayan gazeteciler, beyin göçü, kadın cinayetleri, maden kazaları, iş yerlerindeki fişlemeler ve daha pek çok güncel konuyu işliyor.
Sibel Yılmaz
Güncel öykücülüğümüzle ilgili en sık dillendirilen eleştirilerden biri, öykünün büyük ölçüde politik, sosyal ve kültürel alanlardaki sorunlardan soyutlanmış olması. Kadın cinayetleri, Kürt sorunu, Gezi olayları gibi güncel konular hakkında yazılmış öykülerin varlığını göz ardı etmemekle birlikte, toplumun genelini ilgilendiren farklı meseleleri ele alan öykülerin mevcut edebi üretim içindeki yerinin sorgulanabilir nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki taşra sıkıntısı, kentli entelektüelin bunalımı ve geçmiş güzel günler nostaljisi; 2010’lar öykücülüğünde güncel sorunların birkaç adım önünde bulunuyor. Bunun nedenleri üzerine düşünmek başka bir yazının konusu. Bu yazıda Öznur Yalgın’ın on dört öyküden oluşan 'Ağırküre' isimli ilk öykü kitabından söz etmek istiyorum çünkü az önceki tespitin aksine öykülerin neredeyse tamamı günceli yakalıyor. Mülteciler, kamplar, haber yapamayan gazeteciler, beyin göçü, kadın cinayetleri, maden kazaları, iş yerlerindeki fişlemeler ve daha pek çok güncel konu, Yalgın’ın öykü evrenine girmiş. Belli ki kendine dert ettiklerinden, onu rahatsız eden şeylerden yola çıkarak yazmaya karar vermiş yazar. Kitabı bitirdiğinizde bu hissi ediniyorsunuz. Bu yüzden kitabın isminin 'Ağırküre' olması oldukça isabetli bir seçim. Yalgın, bu ismin hakkını verircesine hepimizin yaşadığı, gözlemlediği, belki de kimi zaman görmezden geldiği ya da yok saydığı olaylara tanık olmanın ağırlığını gözler önüne seriyor.
Yalgın, kitabın açılış öyküsü “Kazlar” ile etkileyici bir giriş yapıyor. İki veterinerin salgın riskini önlemek amacıyla kümes hayvanlarını itlaf etmek için Ardahan’ın ücra bir köyüne gelişlerinin anlatıldığı öyküde devlet-birey çatışması öne çıkıyor. Kazlarını “kızlarım” diye seven Davud karakteri kazların öldürülmesini kabul edemiyor. Davut’un bu inadı başka bir “inatçı”yı hatırlattı bana. Türkçeye "İnatçılar" olarak çevrilen İzlanda yapımı (Grímur Hákonarson, 2015) "Rams" filminde de benzer bir inat öyküsü işleniyordu. Tıpkı Ardahan’daki köye benzer şekilde kimselerin pek uğramadığı kırsal bir bölgede geçen "Rams" filminde kırk yıldır konuşmayan iki çiftçi kardeşin hikâyesi anlatılır. Küçük kardeş Gummi’nin dede yadigarı cins koçu hastalanınca bölgedeki çiftliklerde salgın baş gösterir ve “Kazlar”da olduğu gibi devlet görevlileri bölgeye gelerek tüm koç ve koyunların öldürülmesi gerektiğini söyler. Çiftçilerin çoğu bölgede başka geçim kaynağı olmadığı için orayı terk etseler de bu iki kardeş çok sevdikleri koçlarının neslinin tükenmemesi için amansız bir mücadeleye girişir. Görüldüğü gibi coğrafya farklı ama mücadele yöntemi benzer. O coğrafyalarda yaşamayanların, geçimlerini sağladıkları hayvanları hayatlarının parçası yapmayanların dışarıdan bir gözle baktıklarında, bu doğa insanlarının inadını anlayamayacakları açık. Ancak her ikisi de bize doğa-insan ilişkisinin önemini hatırlatıyor.
Kitapta farklı yapısıyla dikkat çeken öykülerden biri “Ferda Faruk Fikret Figen”. Öyküye adını veren dört karakterin gözünden aktarılan parçalı bir anlatı söz konusu bu öyküde. Diğer öykülerde genellikle kronolojik bir anlatıma başvuran Yalgın, genç bir kadının kendisine göz koymuş bir tacizci tarafından nasıl ölüme sürüklendiğini farklı zaman kesitlerine bölünmüş anlar ekseninde anlatıyor. Öykünün hemen başında üniversite öğrencisi olan Ferda’nın öldüğünü bir gazete haberinden öğreniyoruz. Ferda’nın arkadaşları Fikret ve Figen’in bakış açısıyla baktığımızda bir kadının etrafındaki kişiler tarafından nasıl bir umursamazlık çemberine hapsedilerek ölüme gönderildiğine adım adım şahit oluyoruz. Ferda’ya kendisini taciz eden adama karşı nasıl davranması gerektiği sürekli dikte edilirken onun hisleri, korkuları ve endişelerinin yeteri kadar önemsenmediğini görüyoruz. Ferda’yı rahatlatmak amacıyla söylenen cümleler ise gazete haberlerinden, sosyal medyadan hepimize tanıdık gelen klişe ifadelerden ibaret: “Güpegündüz, okulda hem de, bir sürü öğrencinin arasında filan, olmaz öyle şey, havlayan köpek ısırmaz, bunu unutma sen.”, “Dışarı çıkarken ne giydiğime biraz daha dikkat etmeliymişim. Bunları yanlış anlamamalıymışım, dedikleri hep iyiliğim için.”
Kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri, “Sallantıda”. Türkiye’den Birleşik Krallık’a göç eden genç bir çiftle tanışıyoruz bu öyküde. Başka bir ülkede yaşamaya alışmanın getirdiği ruhsal değişim, içten diyaloglarla ve kısa iç konuşmalarla aktarılmış. Çiftin “doğup büyüdükleri yer cehenneme dönüşmüşken”; daha huzurlu olabildikleri, iki yüz yıllık ağaçların arasında dolaşabildikleri bir ülkede hayata tutunmaya çalışırken başlarından geçenlere şahit oluyoruz. “Neresi sıla bize neresi gurbet” kararsızlığını yaşayan karı koca, yeni bir hayata başlarken neler hissediyor, ne gibi problemlerle karşılaşıyor, bunu anlayabiliyoruz. Son yıllarda birçok kişi farklı nedenlerle ülkeden ayrılmak zorunda kaldı ya da zorunda bırakıldı. Gidenler ne hissediyor, nasıl yaşıyor, uzaklardan buraya bakınca neler görüyor; işte “Sallantıda” öyküsünde bu soruların cevaplarını bulmak mümkün.
Kısaca öykülerin genel havasından söz ettikten sonra şunu söyleyebilirim ki, Yalgın’ın öykülerinde en önemli unsur tema bana kalırsa. Yazar, kendine dert ettiği şeyleri okurla paylaşmış sanki. Tabii güncel sorunları bir fotoğraf gerçekliğinde sunmakla yetinmiyor sadece. Derdini dile getirirken öyküyü öykü yapan unsurları ihmal etmiyor. Dilini tüm fazlalıklardan arındırarak yalınlaştırmış. İmge ya da metafor kullanımına rastlamıyoruz. Kısa diyaloglar kuruyor. Zaten kimi şeyleri uzun uzun anlatmaya gerek yoktur, tek bir cümle ele verir her şeyi. Örneğin öykü kişilerinden birine gazeteci olup olmadığı soruluyor. Cevap oldukça kısa ve net: “Zor yani, şimdi içeride olan var, ne bileyim, zor şimdi baştakilerle”. Bu yalınlık hâli, bir tür hareketsizliğe, hissizliğe de itebilir okuru. Bu yüzden arka arkaya okunacak bir öykü toplamı değil 'Ağırküre'. Başkalarının acılarına değebilmek için anlamak ya da empati duymak gerekir öncelikle. Okur olarak karakterlerin dünyasını anlamaya çalıştığımı söyleyebilirim. Öyküleri böylece sindirerek okumak beni; kimi zaman dünyalarına çok da hâkim olmadığım kimi zaman da yakından tanıdığım insanlarla, hayatla ve bu ülkenin acı tarihiyle yüzleşmeye itti.
“Kazlar”, “Meryem” ve “Melih’in Yüzü” gibi öyküler hariç tutulursa karakterler çok merkezi bir konumda yer almıyor 'Ağırküre'de. Öykü kişileri genellikle yaşadıklarına anlam vermeye çalışan, susan ya da sadece seyreden insanlar. Belki de toplumun büyük çoğunluğu gibi. Bu kişiler, kendilerinden ayrı hayatlar yaşayan ya da farklı bakış açılarına sahip insanlarla karşılaşıyorlar kimi zaman. Bu karşılaşmalar, öykü karakterlerinin dünyasında önemli değişikliklere neden olabildiği gibi, hiçbir şey olmamışçasına hayatına devam edenler de var.
Öykülerde anlatıcının konumuna bakarsak, anlatıcıyla okur arasına bir mesafe koyduğunu söyleyebiliriz yazarın. Ele aldığı konular, okurda duygusal tepkiler vermeye yarayacak denli yoğun ama duyguları sömürmeye ya da özellikle altını çizmeye çalışmıyor. Zaten acının spot cümlelerle aktarılmasına gerek yoktur. Acı, bütün ağırlığıyla hayatın merkezinde dururken onu sadece göstermek yeterli.
Öznur Yalgın, “Yan Yana” öyküsünde, “Acıda hepimizi eşitleyen böyle garip bir ülke burası” diyor. Acıda eşitlenebilmeyi düşünmek bir umut aslında, gelecek güzel günlere inanmak. Öykü, bunun için bir araç olabilir mi bilmiyorum ama, “bütün arka bahçelerini gördüğümüz” bu ağırkürenin nasıl bir yer olduğunu bize hatırlattığı için, meselesi olan ve günceli yakalayan öyküleri barındırdığı için 'Ağırküre'ye yakından bakmalı.