YAZARLAR

Gündelik hayat, duygular ve görme ısrarı

Tarih ve gelecek muazzam bir kaynak ve bir ufuktur, fakat esas kıyamet hep gündelikte kopar... Gündelik hayat politik bir bakışın seferber edeceği imkanlarla doludur.

Gündeliğin ritmine, ufak tefek pratiklerine ve işleyişine bağlanmak bana hep büyüleyici gelir. Öyle üzerine büyük cümleler filan kurmaksızın sımsıkı bağlanmak. Başka hiçbir şey yokken bile gündelikteki o ritim hep vardır. Fon müziği gibi. Memleket normal bir memleket olsaydı, bu ritimde kaybolmak sakin sessiz yaşayıp gitmek isterdim. Bir Japon gibi. Japon gibi dediysem, Tokyo’da yaşanan hayatlardan söz etmiyorum. Orada her şey fazlasıyla hızlı çünkü. Neredeyse otuz yıl evvel yaptığım, Tokyo’da Zaman adlı bir kısa film var. Metroda, Ueno Park’ta, Ginza’da ve kentin birçok farklı köşesinde akıp giden kalabalıkları ve hayatı yakalamaya çalışan küçük bir film. O zaman bile Tokyo’da neredeyse her kesim uçuş hızında bir gündelik hayat yaşıyormuş. Şimdi kim bilir nasıldır...

Bu yüzden de Japon gibi yaşamak isterdim derken, daha çok yakın zamanda izlediğim bir filmde olduğu gibi, izole bir adada, Japon taşrasında veya balıkçı köylerinde filan yaşanan türden hayatlardan söz ediyorum. Tek meselesi “keyif çatmak” olan Yoron Adasındaki Hamada pansiyonun sakinleri gibi. Naoko Ogigami’nin Megane (Gözlük) adlı filminin sakinleri gibi desem daha doğru olur tabii. Her ne kadar filmde o küçük adanın adı hiç telaffuz edilmiyor olsa da yönetmen buranın Yoron adası, diğer adıyla Yoronjima olduğunu söylüyormuş. Japonya’nın en güneyindeki bu adayı da kapsayan Ryukyu adalar topluluğu bölgesindeki Okinawa adasında çok uzun yıllar evvel bir süre bulunduğum için, “keyif çatmanın” ve küçük şeylerin değerini bilmenin oralarda ne anlama geldiğini de çok iyi anlıyorum. Yoronjima yakınındaki Izena Adası’nda da birkaç gün geçirmiştim. Keyif çatmak; hasır zemin üzerindeki yer yatağında, kar beyaz nevresimler arasında uyumak demek mesela. Sürgülü kapısını boydan boya açınca küçük bir cennet bahçesi içinde bir verandaya dönüşen o odalarda uzun uzun gerinmek. Sıradan bir kahvaltı... Okyanus kıyısında, kilometrelerce uzayıp giden kumdan da öte pudra plajlarda yürümek. Küçük kaplarda sunulan az miktarda ama bol çeşitli öğlen yemeklerini ağır ağır sessizlik içinde yemek. Yasemin çayını ibadet eder gibi içmek. Uzun uzun okyanusa ve ufuk çizgisine bakmak, yan yana oturmak ve uzun uzun susmak. Dünyanın nefesini ve müziğini dinlemek. Şaşırmak. Her şeye. Bir Japon gibi içten ve çok derinden şaşırmak...

Muhakkak ki feci biçimde oryantalist bir bakışla bakıyordum oralara... Ne diyebilirim, gördüğüm bunlardı. Kendim de orient’in yabancısı değildim en nihayetinde, self oryantalizm saysınlar... Japonya’nın beni büyülediği kadar hiçbir yerde büyülenmedim sanırım. Yerle bir olmuş ve kendisi de yerle bir etmiş bir ülke... Hayata şaşırmak ve dünyanın her zerreciğini şükran, takdir ve aşkla sevmek için illaki yerle yeksan olmak, o kadar büyük bedel ödemek gerekmeseydi keşke. Muhtemelen kimileri, Japonya’nın küçük şeylerle imtihanının savaşla hiçbir ilişkisi olmadığını, hep böyle olduğunu, bunun “kültür” olduğunu da söyleyebilir. Bilemiyorum.

Gündelik hayat deyince bu yavaşlatılmış akış beliriyor zihnimde işte. Hep böyle... Uzun uzun düşünmek istiyorum.

Oysa gündelik hayat ve duygular bu kadar “sade” ve gürültüsüz yaşanmadığı gibi uzun uzun düşünmek ve kafa yormak için de değildir. Hatta bu iki alanın da düşünüp taşınmamızla hiçbir işi yok gibidir. Her sabah yatağımızda doğrulur, bacaklarımızı yataktan aşağı sarkıtır, terliklerimizi yakınımıza doğru çekiştirir ve giyeriz. Sonra gün akmaya başlar. İşte ya da evde, sokakta ya da kapalı mekanlarda, önceden düzenlenmiş ya da düzenlenmemiş bir akış. Özel bir şey o kadar beklenmiyordur ki, “sürpriz” diye bir kavram vardır.

Aynı şey duygular için de geçerli. Duygular sanki tam da kafa yormamakla hatta düşünceyi devreden çıkarmakla ilişkiliymiş gibi görünür. Sinirlenirsin, kahrolursun, heyecanlanırsın, mutlu olursun. Her ne kadar bu durumlar üzerine sonradan “Düşündükçe kahroluyorum, düşündükçe sinir oluyorum” gibi anlatılar kursak da duygular alanı da aslında sıklıkla düşüncenin karşısında konumlanır.

Bir şey dikkatten ve düşünceden kaçırılıyorsa, orada çoğunlukla, eşitsiz iktidar ilişkilerinin temellendiği zemini gözlerden gizlemeyle ilişkili bir çaba olduğu da çeşitli biçimlerde dile getirilmiştir. Gündelik hayat bakımından bunu anlamak o kadar da güç değil. Gündelik hayat pek nadiren sakin bir Japon filminde olduğu gibi yaşanabilir... Bu hayat gündelik olarak eşitsiz güç ve iktidar ilişkileri içinden üretilir ve eşitsizliğin yeniden üretimini de garantiye alır. Gündeliğin sadece cinsiyet eşitsizliği temelinde düzenlenmiş kısmına bakmak bile bunu görmeye yeter. Peki ya duygular? Duygular neden düşünceden kaçırılmak, ondan koparılmak ve hatta onun karşısına dikmek üzere kullanılsın ki? Neden yani?

Duyguların yüzyıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarıldığını, sadece insanlara ait olmakla kalmayıp birçok duyguyu hayvanlarla da paylaştığımızı biliyoruz. Kadim duygulardan söz edilebilir. Üzüntü, korku, sevinç. Fakat yine de yüzyıllar içinde içeriği değişmiş, farklılaşmış, yoğunluk kazanmış ya da yoğunluğu değişmiş duygular da var. Utanma duygusunun nasıl dönüştüğü ve utanma eşiğinin yüzyıllar içinde nasıl yükseldiği konusunu anlayabilmek için Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci adlı eseri çok önemli bir kaynaktır. Elias sayesinde, bir zamanlar son derece normal olan birçok şeyin yüzyıllar içinde yüz kızartıcı olmaya başladığını kavrarız. Tam tersi de doğrudur. Geçmişte utanç verici olarak görülecek pek çok şey bugün normalin sınırları içindedir. Kısacası duygular kültürün -ve bu nedenle kaçınılmaz biçimde de politikanın- alanındadır. Kültür tarafından dönüştürülür ve duyguların dönüşümü de uzun vadede kültür alanında kayda değer neticeler üretir.

O halde duygular da gündelik hayat gibi bir anlam ve iktidar mücadelesi alanıdır. Gündelik hayatı ve duyguları görüş alanında belirginleştirmek bu mücadelede güçsüzler aleyhine gözden kaybettirilmiş olan bir zemini belirginleştirmektir. Bunun adil olmakla ve adalet mücadelesiyle epeyce ilişkili bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Teori ve hayat arasındaki makası bir nebze kapatma imkânı sunması da cabası.

Hepimizin teori ve pratik, diğer bir deyişle düşünce ve eylem arasındaki açının ne kadar devasa olabileceğini şaşkınlıkla gördüğü durumlar vardır. İnsanı derin bir umutsuzluğa düşüren durumlar. Örneğin adil olmakla yakından ilişkili olduğunu düşündüğüm sol-sosyalist mücadele içinde yer alan ve her türlü ezme ezilme ilişkilerinin son bulduğu bir dünya tasavvuruna derinden bağlı görünen erkeklerin, hayatlarındaki kadınlara çok ağır, hatta öldüresiye bir şiddet uyguladığı durumlara tanıklık etmek gibi. Üstelik kimi durumlarda bu erkekler sömürü, adalet ve hatta şiddet üzerine yazıp çizmeye devam edebiliyor. Akıl almaz bir şey... Ama erkekler söz konusu olduğunda teori ve hayat arasında uçurumların olması pek şaşırtıcı değil. Bazılarının zaten hayat pratiğiyle teoriyi yakınlaştırma çabasını aklından bile geçirmediğini söyleyebiliriz. Bunlar ilişkisizmiş gibi davranıyorlar.

Elbette kadınlarda da aynı türden çelişkileri gördüğümüz durumlar oluyor. Cinsiyet eşitliği mücadelesi içinde yer aldığı halde, kendine okur yazarlık, entelektüellik hatta toplumsal statü üzerinden bir ayrıcalık tanımlayarak, gerek özel gerek kamusal mekanlarda, aynı kulvarda görmediği kişilere karşı ayrımcı muamelede bulunan kadınlar var. Başka kadınlarla en ufak bir dayanışma içinde olmayan, yakın ilişkilerde eril bir “hizmet edilme” beklentisini mütemadiyen sürdüren ya da iş yerindeki kadın çalışanlara çok zaman bir lütfen bile demeden şunu bunu buyuranlar var. Kiminin dünyası zaten tümüyle kendi meseleleri etrafında dönüyor ve aile, iş ya da yakın çevreden kadınlarla dayanışmak gibi bir gündeme hiçbir zaman sıra gelmiyor.

Konu gündelik hayat ve duygular olunca işte böyle ayrıntılar canlanıveriyor. Gündelik hayat politikası bu ayrıntılar ve küçük jestlerle de ilgilidir. Gündelik hayat ve duygular alanında akademik çalışma yaparken bunların ne kadar önemli bir siyaset alanı olduğunu insan çok daha iyi kavrıyor. Çelişkilerle dolu bir dünyada bu çelişkileri görmek ve bunlar üzerine düşünmek önemlidir. Bunları görebilirsek, dönüşüm imkanının yapıp ettiklerimiz üzerine düşünmekle, küçük jestlerle ve önemsiz ayrıntılara önem atfetmekle ne kadar yakından ilişkili olduğunu anlamak da kolaylaşır.

Küçük jestlerle ve sıradan olanla ilgilenmek beni gündelik hayat tarihçiliğinden gündelik hayatın keşfi ve eleştirisine uzanan bir hatta okumalarımı derinleştirmeye sevk etti. Gündelik hayata teorik olarak el atınca, “duygular” alanının ilişkisini de gözden kaçırmamak gerektiğini fark etmek güç olmuyor zaten. Bu konuya öğrenciler de hep yoğun ilgi gösterdi. Üniversiteden ihraçlar, bu konudaki düşünme çabamızın toplumun daha geniş kesimleriyle buluşmasına vesile oldu. Ankara Dayanışma Akademisi'nin Gazete Duvar tarafından desteklenen “Kültürel Çalışmalar” programı kapsamında yürüttüğüm, “Gündelik hayat politikası ve duygular” atölyesi de bu sayede gerçekleşti.

Altı haftalık atölye çalışmasına, hayatla teori ilişkisini tam da kendi hayat hikayesi içinden kavrayan ve işçi sınıfından Galli bir aileden gelerek, kültür alanında çalışan Raymond Williams’ın “duygu yapılarını” açıklamaya dair teorik yaklaşımından giriş yaptık. Modernlik, gündeliklik ve popüler kültür ilişkisi üzerine düşündük. Judith Butler’ın Kırılgan Hayat’ına, Sara Ahmed’in “yapışan” ve “aramızda dolaşan duygular ve duygu nesnelerine dair açıklamalarına doğru uzanan bir sohbetle, pandemi dünyasında haftalar boyunca online bir atölyeyi kalabalık bir grupla sürdürdük. Atölye kapsamında birlikte filmler de izledik tabii. Katılımcılar en sevdiğim filmlerden olan Yüzücü'yü de (Frank Perry, 1968) rastgele seçtiğim Dardenne kardeşlerin Meçhul Kız (2016) adlı filmini de atölyenin amaçları doğrultusunda yorumlamakta çok mahirdi. Filmleri hep birlikte tartışırken gerçek bir sinema sevgisini de birbirlerine geçirdiler diye düşündüm.

Bilmek paylaşmaktan ve birbirine bildiğini geçirmekten başka nedir? Gündelik hayat ve duygular, statükoyu sürdürmek ya da en iyi ihtimalle güç olana katlanabilmek adına hep “bilmemeye” davet ederken, her şeyi bilmek mümkün olmasa da, görmeyi ve belirsizliklere bir parça nüfuz etmeyi seçmekten daha meydan okuyucu ne olabilir?

Tarih ve gelecek muazzam bir kaynak ve bir ufuktur, fakat esas kıyamet hep gündelikte kopar... Gündelik hayat politik bir bakışın seferber edeceği imkanlarla doludur. Çok minnacık bir düzeyde de olsa bu atölyede bu duyguyu yeşerttik diyebilirim. Kültürel çalışmalara hâlâ büyük bir ihtiyaç var...

Bu yazı, Duvar Medya Vakfı ve Ankara Dayanışma Akademisi işbirliğiyle hazırlanan Kültürel Çalışmalar Atölye Programı kapsamında sunuldu. Kültürel Çalışmalar Atölye Programı 5 Ocak 2021'de başladı ve 7 farklı atölye 6-8 hafta devam etti.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.