Gündem sarhoşluğu, açık büfe oburluğu
“Başka yerde bunların onda biri olsa” diye başlayan cümleler, sadece iktidarın vurdumduymazlığını veya ifşa olanların yüzsüzlüğünü göstermiyor. Bu çürüme, çözülme sürecine aktif müdahale iradesi gösterecek siyasî aktörlerin ve bunu zorlayacak toplumsal vasatın varlık ve etkinlik sorununu da gösteriyor.
Kendiliğinden sürüklenip gelen, hatta fazla yüksek bir debiyle hızlanarak akan bir gündem var. Bir bakıyorsunuz YouTube videoları, bir bakıyorsunuz sosyal medya mesajlarıyla yepyeni ve daha sarsıcı bir başlık ekleniyor. Diğer taraftan iktidarın hemen her alanda sıkışmasının, bocalamasının, çaresizliğinin, birbirini ezen hatalarının, artık rutine dönmüş gaflarının ardı arkası kesilmiyor. İktidar içindeki çatlaklar, patlaklar, sızıntılar, taşmalar, kapışmalar ve kavgalar ortalığa dökülüyor. Böyle bakınca, etkili olabilse muhalefet ve medya açısından cennet gibi bir atmosfer söz konusu. “Gündem oluşturma”, “halka ulaşma” derdini bir kenara bırakın, “hangisinden alayım” bunalımına sürükleyecek zengin bir sofra gibi ortada duruyor her şey. İlk gördüğünüz anda iştah kabartan ama sonrası pek de öyle olmayan bir açık büfe. O kadar kalabalık ve karışık bir masa ki, çoğu tabak hiç el sürülmeden çöpe gidiyor.
Açık büfeden yemek yemenin ne tür fenalıkları olduğunu uzman insanlardan defalarca dinlemişsinizdir. En başta yemekle kurulan ilişkiyi bozan bir sıkıntılı hadise. Ne yediğinizden haberiniz olmuyor, bir süre sonra canınızın ne istediğinin de bir önemi kalmıyor. Tatları neredeyse aynı olan yığının içinde neyi seçtiğinizin de bir kıymeti yok, zaten yarım saat sonra sorsalar, ne yediğinizi söyleyecek bilgiye bile sahip değilsiniz. Netice; ağır bir mide fesadı veya ciddi sindirim sorunları, uzun dönemde daha da fenaları. Kötü beslendiğiniz yetmezmiş gibi, zihniniz ve metabolizmanız uyuşturucu bir rutine alışıyor. Her şey dahil turizminin kalite kaygısı olmadan döndürüp durduğu “zengin gösteren” ve avantajlı sayılan bir alışkanlık. Bu metaforu fazla uzatmadan, önümüze yığılan, her gün tazelenerek çok büyük bir çeşitlilik gibi önüme tekrar tekrar gelen gündemin, ağızda kalan kötü bir tat ve mide ağrılarından fazlasını vermeme riskine işaret etmek istiyorum.
Söylemek istediğim, bütün bunlar ortalığa saçılırken, ifşalar ve tartışmalar yaygınlaşırken, “buradan bir yere gidilmez” demek değil. “Bunlar bildik şeyler, sonuçta yine kapanır gider, bir sonucu olmaz; zaten iktidar da hiç üstüne alınmıyor, iktidar seçmeni yok sayıyor” demek hiç değil. Bunlar zaten önemli bir şeyler olmakta olduğu için önümüzde, orta ve uzun vadede de çok daha fazlasına neden olabilecek bir potansiyel de içeriyor. İşin magazinini, TV dizisi kıvamındaki hikayelerini biraz eşeleyip detaylarına, akışına, arkasına bakınca aslında görünenden daha fazlasının çoktan başlamış olduğu görülüyor, hissediliyor. Fakat bir şeylerin değişmesi, onu kontrol edebilenlerin veya o dönüşümün dinamiklerinden kimin nasıl etkilendiğinden çok bağımsız olmuyor. Ne tam kontrol edebilen ne de bir sonuç üretebilen var. “Aman da ne hareketli bir gündem, neler de oluyor” heyecanının yanıltıcılığından fazlası, hele aktif bir müdahale heveslisi henüz görünmüyor.
Bunlar olup biterken, öte tarafta hem yasal çerçevede hem uygulamada, “yeni normal” hükümranlığını genişletiyor. Torba torba yasalar, paket paket kararnameler, içeriğinde pek de ne olduğu anlaşılamadan hüküm haline geliyor. İktidar ortakları kendileri için anayasa, kendilerine göre seçim yasası hazırlıyor. Sonradan birilerinin parasını söke söke alacağı talan ihalelerine engel çıkartılmasına karşı garanti bulmanın açıkça konuşulduğu günler. Bugünün iradesine el konulmakla yetinilmeyip geleceğe ipotek konulmaya çalışılıyor. Sokaklarda polislerin “ben devletim”, “ağzını açanı alın”, “anayasadan başka yasalar da var” diye bağırdığı, siyasî sorumluların “onlar görevlerini yapıyor” dediği bir düzen işliyor. Söz konusu tablo, “aman muhatap olmayın, dokunmayın zaten düşecekler” denilecek bir rahatlığı mı çağırıyor sizce? Tekinsiz binaların, çürümüş ağaçların bile kendi kendine ve rastgele bir tarafa devrilmesi beklenmezken, hatta daha büyük tehlike arz ederken, neyin rehaveti bu?
İkiden fazla soru sorulduğunda hemen kırılıveren, sadık seçmenleri tarafından alkışlara ve pamuklara sarılmaktan ve cansiperane savunulmaktan mesut muhalefet aktörleri, akıp giden gündemden şikayetçi değil. Bu sel suyunun birilerini iktidardan ederken, kendilerine ikbal getirmekte olduğundan emin görünüyorlar. Gündemin içine, yana yıkıla dertlerini anlatan vatandaş resimleri ekleyerek, “temas”, “halka dokunma” tarafını da gururla tahkim ederek beklemeyi yeterli görüyorlar. “Ne dertli insanlarımız var ve dertlerini bize anlatıyorlar” diyen lider görüntüleri sosyal medyada dolaşıp duruyor. Aktif müdahaleyi kendileri için sakıncalı, olup bitene itirazın toplumsallaşmasını tamamen yanlış buldukları için doğru davrandıklarını düşünüyorlar. Bu konuda her taraftan destekçi bulmakta da sıkıntıları yok açıkçası. Şimdi gelecek soruyu hepiniz ezbere biliyorsunuz elbette: “Ne yapsınlar?”
Geçtiğimiz gün Nergis Demirkaya CHP’nin hazırladığı anayasa çalışmasında gelinen noktayı haberleştirdi. Çalışmanın liderler masasında “ortak bir öneriye” dönüştürülmesi ve çalışmanın üç ay içinde tamamlanması öneriliyor. Sivil toplum örgütleri ve uzmanların katkısına da usulen temas ediliyor. Uzun süredir -benim de dahil olduğum- pek çok kişinin ısrarla söylediği gibi, rejim sorunlarının nasıl çözüleceği ve güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisinin neye benzediğinin netleştirilmesi için gayet isabetli bir aşama. Fakat meselenin siyasî mimarisi, yine sadece partiler arası “müzakerelere” bırakılıyor. Ayrıca, tıpkı ittifakta olduğu gibi herkesin masaya nasıl çağrılacağının yolu da belirsiz. Yukarıdaki paragrafın sonundaki retorik soruya cevap: “Böyle yapmasalar” olabilir belki. İktidardaki iki parti liderlerinin helalleşmesiyle her şeyi halletmesiyle muhalefetin -en azından biçimsel- bir farkı olmasın mı?
Son zamanlarda yazdıklarım ve konuştuklarımla tekrara düştüğüm doğrudur ama bunun yanlışlıkla veya tembellikten olduğu doğru değil. Muhalefet ne yapsa beğenmemeye yeminli olduğum da yalan. Sıkıcılık pahasına, başa gelenlerde önemli payı olan siyasetin ne işe yaradığı, nasıl ve hangi dinamiklerle ilişkilendiğinde sonuç alabildiğini bıkmadan konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Her derde deva çare, siyasetle ilgili bu algı tıkanmasının giderilmesi değil elbette. Sorunların tek sebebi de bu değil elbette. Ancak buradan başlayarak “başka akıl yürütmeler” zorlanmadıkça bir şey olmayacağı da açık. Olan bitene, “bir şey olmaz” demek ne kadar saçmaysa, akıp gidenin bıraktıklarında lodosçuluk yapmak da o kadar boş. “Başka yerde bunların onda biri olsa” diye başlayan cümleler, sadece iktidarın vurdumduymazlığını veya ifşa olanların yüzsüzlüğünü göstermiyor. Bu çürüme, çözülme sürecine aktif müdahale iradesi gösterecek siyasî aktörlerin ve bunu zorlayacak toplumsal vasatın varlık ve etkinlik sorununu da gösteriyor. “Başka türlüsü mümkün” diyebilmek için, bunu başka türlü aramak ve söylemek lazım.