'DEHAP'a oy vermek için DEHAP'lı olmak gerekmiyor'

Sanatçılar, yazarlar adına kürsüye çağrıldı Türkali. Platforma çıktı, önündeki coşkulu insan seline baktı ve ilk sözü 'Ben bir Türk yazarı Vedat Türkali' oldu. Konuşmasını 'Biji Azadi' diye bitirdiğinde yer gök inliyordu.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Celal Başlangıç, 2004 yılında Radikal'de, "Bir 'düş'ün peşinde geçen 85 yıl" başlıklı Vedat Türkali'yi anlattığı yazısında usta yazara yönelik tanıklıklarına yer veriyor.

Başlangıç yazısında 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce katıldıkları DEHAP mitingini şöyle anlatıyor: "1 Kasım'da birlikte gittik mitinge. Müthiş kalabalıktı. Türkali bir delikanlı gibi engebeleri aşıp insanların arasından geçerek kürsünün yanındaki yerini almıştı. 83 yaşına rağmen 'tık' dememişti o zor yürüyüşü yaparken."

İşte 12 yıl önce yayınlanan Celal Başlangıç'ın yazısı:

Deniz Türkali'nin telefondaki sesi biraz telaşlıydı. Saat 22.00'yi geçmişti. 78'liler Vakfı'nda, yayın hayatına yeni başlayacak olan '78'liler Tükenmez' dergisinin toplantısı vardı. "Bir gazeteci teybi gerekli" diyordu Deniz Türkali, "Biz Amerikan Hastanesi'ndeyiz. Babam düşmüş. Hastaneye kaldırdık. Ameliyattan önce gerekiyor teyp."

Aklıma kötü şeyler geldi ama sormadım. "Hemen gönderiyorum" dedim yalnızca. 'Gazeteci teybi'nin ne için gerekli olduğunu günler sonra öğrendiğimde, "Tam da tanıdığım Vedat Türkali" demekten alamadım kendimi.

Beyoğlu'nda bir filmden çıkıp evine dönerken Galatasaray'da ayağı kayıp sol kalçasının üzerine düşmüş. Çevreden yardıma koşmuşlar, önce Taksim İlkyardım Hastanesi'ne kaldırmışlar taksiyle. Çekilen filmde sol kalça kemiğinin kırıldığı ve acilen ameliyata alınması gerektiği anlaşılmış. Ancak hastanede yer yok. Kızı Deniz ve oğlu Barış, hemen Amerikan Hastanesi'ne götürmüşler ambulansla.

Ameliyattan önce roman bitecek

Acilen ameliyata alınması gerekiyor Vedat Türkali'nin. Ancak ameliyata girmeden ısrarla kayıt cihazı istiyor; "Yazdığım romanın sonunu anlatmalıyım ve Barış sen tamamlamalısın" diyor. Bitirmek üzere olduğu romanını anlatmadan ameliyata girmeyi reddediyor. Kayıt cihazı hastaneye ulaşıyor. Romanın sonunu özetliyor, kaydı oğluna bıraktıktan sonra ameliyata girmeyi kabul ediyor.

Gendaş Yayınları'nın editörü Zerrin Yılmaz ertesi gün ziyaretine gittiğinde çok kızgın buluyor Vedat Türkali'yi. "Nereden başıma geldi bu? Tam da istim tutmuş yazıyordum. Şimdi kim bilir kaç ay erteleyecek benim romanımın bitişini bu kaza" diye yakınıyor.

Şimdi yine romanın başında Vedat Türkali. Oğlu Barış'a verdiği kayıttaki romanın sonu için, "Kimi yerleri değiştiriyorum" diyor.

Bir 'inanç anıtı' gibi

3 Kasım 2002 seçimlerinden önce katıldığımız DEHAP mitingi geliyor aklıma. Sanatçılar, yazarlar imza toplamışlardı 'DEHAP'a oy vermek için DEHAP'lı olmak gerekmiyor. Bu ülkede bütün çürümüşlüklere karşın hâlâ muhalif insanların varlığı ortaya çıksın' diye. İmza verenlerden biri de Vedat Türkali'ydi. 1 Kasım'da birlikte gittik mitinge. Müthiş kalabalıktı. Türkali bir delikanlı gibi engebeleri aşıp insanların arasından geçerek kürsünün yanındaki yerini almıştı. 83 yaşına rağmen 'tık' dememişti o zor yürüyüşü yaparken.

Sanatçılar, yazarlar adına kürsüye çağrıldı Türkali. Platforma çıktı, önündeki coşkulu insan seline baktı ve ilk sözü 'Ben bir Türk yazarı Vedat Türkali' oldu. Konuşmasını 'Biji Azadi' diye bitirdiğinde yer gök inliyordu.

Bir 'inanç anıtı' gibi dimdik indi kürsüden.

Son kitabı 'Komünist' çıkalı bir yıl olmuştu. Kitaptan tanıdığım inançlarının peşindeki o genç komünistle, o miting alanının platformundan dimdik inen insanın inançları hâlâ aynı tazeliğini, aynı diriliğini koruyordu.

Samsun'un en yoksul mahallesinde doğup büyümüştü. Komşularının çoğu ekmek parası için doğudan göçenlerdi. Gelen mektuplarını okuyup, memleketlerine gönderecekleri mektupları yazarak başlamıştı yazarlığı.

Tek göz oda, bir defter, bir kalem

"O dönemde, mahallemde liseyi bitirip İstanbul'a yükseköğrenime giden belki de tek çocuktum. Liseyi nasıl bitirebildiğime hep şaşırdım. Beş numara gaz lambası altında oturulan, yemek yenen, uyunan, soba üstünde su kaynatılarak koca leğen konup yıkanılan sobalı tek odada, babam, ben ortaokul ikiye geçtiğimde annem öldükten sonra üç ablam, eksik olmayan komşularımızla birlikte olduğum geceler boyu ders çalışabildiğimi sanmıyorum. Hiçbir sınıfta tastamam kitaplarım olmadı. Çoğu kez bir defter, bir kalemle gidiyordum okula. Çamurlu mezarlıklar arasından, kentin öte ucunda, Çiftlik'teki liseye gitmek, kışları eksik olmayan karlı havalarda işkenceydi. Pabuçlarımın altı delik olurdu çoğunda, karton, mukavva kordum tabanlarına. Ayakkabıma dolan karlı, çamurlu sular içinde buz keserdi ayaklarım. Kışı beklerken içim titrerdi."

Dokuzuncu sınıfta duymuştu ilk kez proletarya, sınıf, burjuvazi, emekçi, halk gibi sözcükleri. Sınıf arkadaşı 'Komünist Mehmet' anlatmıştı bütün bunları ona. İşte o gün başlamıştı Samsun'da 'yıllarca sürecek Türkiye Komünist Partisi'ni (TKP) bulma çabasına'.

1930'lu yıllarda başladığı 'komünist partiyi bulma' uğraşını, İstanbul'da kalabilmek için askeri öğrenci olarak girdiği Edebiyat Fakültesi'nde de sürdürmüştü, önce sevgilisi, sonra eşi olacak Merih hanımla. O günleri, "Fakültede üçüncü bir komünisti çok aradık Merih'le. Yoktu ya da biz bulamıyorduk" diye anlatıyor.

Çabaları sonuç vermediğinde de bir sorun olmuştur TKP'yi bulmak. Bu yüzden üniversite yıllarında "Ya 'parti' diye bir şey yoktu bu ülkede; ya da bizden uzak duruyorlardı niyeyse!" demekten kendini alamaz. Hatta 'TKP'yi arayanlar' olarak kendi aralarında örgütlenince durumu, "TKP'yi artık kişi olarak değil örgütümüz adına arıyorduk" diye tanımlar. Üniversiteyi bitirip 'askeri öğretmen' olarak askeri liselerde ders verir bir yandan, asker olduğu için Merih hanımla gizlice evlenir. Sonunda bulur TKP'yi ve illegal çalışmaların en soluk kesen yerlerinde olur.

Ardından 1951'deki TKP tevkifatında tutuklanır. Dokuz yıl hapse mahkûm olur. Şartlı olarak yedi yılda salıverilir: "1958'de çıktıktan sonra yapacak işim yoktu. İş vermiyorlardı. Bir ara editörlük yaptım Babıâli'de. Rıfaz Ilgaz ve Süavi diye bir arkadaşla Gar Yayınları'nı kurup mizah yayınları çıkardık."

Yılmaz Güney'le sinemaya

Ancak yayıncılığı pek sevmez Vedat Türkali. Şairliği de zaten 'iyi şair olmadığı için' bırakmıştır. Yayınevinde tanıştığı Yılmaz Güney'le birlikte sinema dünyasına adım atar. 1960'ta 'Dolandırıcılar Şahı' ile başlar senaryo denemesi. 'Otobüs Yolcuları', 'Üç Tekerlekli Bisiklet', 'Karanlıkta Uyuyanlar' gibi önemli filmlerin senaryolarını yazar. 1965'te 'Sokakta Kan Vardı' ile yönetmenliği dener. Sonra 'Korkusuz Âşıklar' ve 'Kopuk' filmlerinin senaryolarını yazarak yönetmenliğini yapar. Geriye baktığında 50'sinden sonra başladığı romancılığının ilk ürünü olan 'Bir Gün Tek Başına', ardından 'Mavi Karanlık', 'Yeşilçam Dedikleri Türkiye', 'Güven' gibi romanları; 'Dallar Yeşil Olmalı' adlı oyunu ile TRT 1970 Oyun Ödülü, 'Bir Gün Tek Başına' ile Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması'nda birincilik ödülü, 1976 Orhan Kemal Armağanı; 'Karanlıkta Uyuyanlar' ve 'Kara Çarşaflı Gelin' filmleriyle Antalya Film Şenliği'nde En İyi Senaryo ödülleri; 'Bedrana' ve 'Güneşli Bataklık' filmleriyle Carlovy Vary Film Şenliği'nde Cidalc ve İşçi Sendikaları Özel Ödülü vardır.

Her zaman 'dimdik' durdu

12 Eylül'den sonra açılan Türkiye Yazarlar Sendikası, Aydınlar Dilekçesi, Barış Derneği davalarında yine dimdik durduğu yargılanma süreci ve 'onur anıtı' olarak yaşam defterine yazılan savunmaları vardır. Örneğin, Barış Derneği Davası'ndaki savunmasına, "Savcının, 'Esas Hakkındaki Mütalaa' adı altındaki politik saldırısını okudum" diye başlar, "Ülkesine karşı sorumlu bir yazarın gönül huzuru içinde kararınızı bekliyorum" diye bitirir.

12 Eylül'ün o karanlık günlerinde açılan 'Aydınlar Dilekçesi Davası'ndaki savunmasındaki son sözleri aynı zamanda Türkali'nin nasıl da usta bir polemikçi olduğunu gösteriyor: "Biz, dilekçe verilebilir olduğuna inandığımız için karşınızdayız. Savcı verilemez oluşunu savunanlardan yana. Karar sizin. Eğer verilemez olduğu sonucuna varılırsa ne olacaktır? Bizler, ülkenin bunca yıl yaşamış aydınları, bu ülkede dilekçe bile verilemez olduğunu hâlâ anlayamadığımız için cezaya müstahak görülüyoruz demektir. Cezamızı çekeriz."

'En zor şey komünist olmak'

85 yıldır inançlarının peşinde giden bir çınarın yaşamını buraya sığdırmak olanaksız. Belki bir anekdot her şeyi anlatabilir. Bir gün bir yayıncıya, "Evladım dünyada en zor olunan şey nedir?" diye sorar. Yayıncı, "İnsan olmaktır" der. Bunu yetersiz bularak "Komünist olmaktır" diye düzeltir Vedat Türkali.

13 Mayıs 2004, Vedat Türkali'nin 85. doğum günü. Bu nedenle 1 Mayıs 2004'le 1 Mayıs 2005 arası 'Vedat Türkali Yılı' ilan edildi. Yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, yayınevleri ve çeşitli kuruluş temsilcilerinden oluşan komite hazırlıklarını sürdürüyor. 85 yıldır 'düş'ünün peşinden koşuyor Türkali. Bir insan bir düşün peşine bu kadar takılırsa, bilin ki aslında o düş değil gerçektir!