En genç komünistin ardından
Türkali komünist bir mevzi savaşçısıydı. Onun Türkiye’nin siyasal ve sanatsal alanına yaptığı katkı sayesinde bugün sol üzerine, Kürt meselesi üzerine konuşurken daha gerçekçi olabiliyoruz.
Sırrı Süreyya Önder
Vedat Türkali Türkiye’de entelektüel olmanın ne demek olduğunu göstererek yaşadı. Belki bunun üstüne oturup teorik bir çalışma yapmadı; ancak Edward Said’den Foucault’ya bugün ‘entelektüel’ üzerine yazan, çizen herkesin aklının içerisindeki sorulara yanıt veren, entelektüelin sorumluluğunu üstüne almaktan asla vazgeçmeyen bir yerde durdu.
Türkiye’de bugün entelektüeller büyük bir sıkışma yaşıyorlar. Türkali yaşamının hiçbir döneminde bir sıkışmadan muzdarip olmadı. Asla ‘entelektüel’ olmanın ortaya çıkardığı kimliğin arkasına saklanmadı. Söyleyeceği sözü söylemek için yeni bir kitabının çıkmasını beklemedi. Tam olması gereken zamanlarda, olması gereken yerlerdeydi. Kendinden sonraki kuşakların piyasacılığına inat, hep erdemli bir yerde durmaktan ve durduğu noktadan bir an olsun vazgeçmemekten yanaydı.
Komünist olmanın neye benzediğini gösteren bir ayna gibi yaşaması, inancını hep diri tutması da hayatının diğer bir yönüydü. Kendinde solculuk vehmeden bir çok insanın dar geçitlere gelindiğinde içinden fırlayıveren mahçup milliyetçilikle hiç malül olmadı.
Türkali komünist bir mevzi savaşçısıydı. Onun Türkiye’nin siyasal ve sanatsal alanına yaptığı katkı sayesinde bugün sol üzerine, Kürt meselesi üzerine konuşurken daha gerçekçi olabiliyoruz. Mitlerden ve kültlerden değil, gerçeklerden bahsedebiliyoruz. 90’larda, 2000’lerde ya da başka bir onyılda Türkali’nin ortaya koyduğu en önemli işlev de budur. O kaç yaşında olursa olsun bir devrimci komünistin kendine saygısının gereği olarak yapması gerekeni yaparak risk aldı. Aldığı riskler sembolik değildi. Örneğin genç kuşakların da rahatça anımsayabilecekleri üzere ne DTP grup toplantısına katılması, ne Öcalan’a selam yollamış olması sembolik şeylerden ibaret değillerdi. Her biri ağırlığınca altın kıymetinde politik birer eylemdi. Üstelik biri Kürt hareketinin bedel ödeyerek girdiği mecliste, diğeri de bugün HDP’li vekillerin tamamıyla yasaklı olduğu medyada yapılmış iki muhteşem eylem. Türkali, Kürtlere kapanmış yolları entelektüel kredisini ortaya koyarak açmayı hep bildi. Herkesin savaşı görev bildiği zamanda barışı, ayrışma yarışına girdiği dönemde birleşmeyi savundu.
Sanatçı yönü sanat’a bilmediklerini öğretti. Tam da devrimci bir sanatçıya yakışanıydı bu… Taşradan İstanbul’a gelen bütün solcu gençler, Günsel’in İstanbuluna peşin bir sevgiyle geldiler. Bir gün tek başımıza kalabileceğimize bizi o hazırladı. Zor zamanlarda yalnızca birbirimize güvenmemiz gerektiğinden tutun, sevdalarımıza, acılarımıza, umutlarımıza, dışlanmışlıklarımıza varana değin hayatın tüm temel olgularına bir tutam hazırlık aldık ondan.
Bir devrimci nasıl yaşarsa öyle yaşadı. Dünyanın geri kalanına dilsiz ve sağır kalmadan, dünyanın geri kalanıyla paylaşmak üzere…
“Çoklu organ yetmezliği” aldı aramızdan. Aslında epeyidir bu ‘çoklu’ tayfa zulmedip duruyordu ona fakat o sadece iki organı, kafası ve kalbiyle diğerlerine diklenip duruyordu.
Bir çok isteğini karşılama onuruna ve yoldaşlığına eriştim ama iki konuda borçlu kaldım ona.
Ne İmralı’ya götürebildim, ne de dağlara…
Onun kelimelerinden nasiplenmiş çocuklar, uğruna büyük emek verdiği barışı yeşertecekler, bu kesin.
Benim borç defterim de belki o gün kapanacak.
Türkali’yi uğurlarken Anadolu’nun kadim halkları ve devrimcileri, aslında en önemli yoldaşlarını uğurlayacaklar. Belki “en hızlı” koşanlarını değil; ama en büyük mesafeyi kat edeni.
Yattığı yer incitmesin.