Robert Fisk: Diyarbakır'ın Halep'ten, Humus'tan farkı yok

İngiliz gazeteci Robert Fisk, Diyarbakır'ı Suriye ve Filistin kentlerine benzetti. Diyarbakır için 'Suriye'deki trajedinin karanlık bir aynası' diyen Fisk, kentteki yıkımın 'ulusal bir utanç' olduğunu yazdı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İngiliz gazetesi The Indenpendent'ın kıdemli Ortadoğu muhabiri Robert Fisk, Diyarbakır'ı Halep, Humus ve Şam'a benzetti. Kenti gezen Fisk, "Burası Halep değil. Humus değil. Ya da Şam'ın yıkılmış varoşları değil. Burası, Kürtlerin Türkiye'nin güneydoğusundaki başkenti, Suriye'deki trajedinin karanlık bir aynası; bu bölgedeki unutulmuş bütün diğer acılara katılan, hakkında büyük ölçüde haber yapılmayan bir felaket" diye yazdı.

Fisk'in makalesinin tam metni şöyle:

YIKIM HÂLÂ ORTADA

Büyük beyaz kamyonlar, Diyarbakır'ın siyah, volkanik duvarlarının içindeki çamurlu yol boyunca gece gündüz kükrüyor. Eski şehre boş giriyor, molozla dolu halde çıkıyorlar. Aynı dar yoldan hava karardıktan sonra yürüdüğümde, iki devasa projektör kendi kendine yanıyor. Parlak ışığa rağmen, yıkık dökük, çatısı paramparça olmuş bir evi görebiliyorum. Ve sahneye, elinde kalaşnikofuyla çelik yelekli bir polis giriyor. Sıkılmış, yorgun bir halde bana, "Daha ileri gidemezsiniz" diyor Türkçe. Bu emri Kürtlere binlerce defa vermiş...

Arkamda, 16'ıncı yüzyıldan kalma bir çay eviyle tarihi bir medresenin hâlâ ayakta kalabildiği dar yolda, kurşunla delik deşik olmuş, camları kırılmış, pencerelerinin üzerinde yanık izleri bulunan yüzlerce ev var. Evlerden birinin yıkık dökük girişinden adım attığımda, savaşçıların hükümetin keskin nişancılarından kaçacak şekilde binaların arasında hareket edebilmesi için iç duvarlarının yıkıldığını görüyorum. Aynı adamların yakalanmamak için kullandığı tünellerin kalıntıları duruyor.

AKLA FİLİSTİN GELİYOR

Tanıdık mı geliyor? Ama hayır. Burası Halep değil. Humus değil. Ya da Şam'ın yıkılmış varoşları değil. Burası, Kürtlerin Türkiye'nin güneydoğusundaki başkenti, Suriye'deki trajedinin karanlık bir aynası; bu bölgedeki unutulmuş bütün diğer acılara katılan, hakkında büyük ölçüde haber yapılmayan bir felaket. Şimdi Washington ve Moskova Ortadoğu'nun geleceğine karar verme hakkına sahip olmak için savaşırken akla işgal altındaki 'Filistin' geliyor... Tek fark, burada Türkiye hükümetinin asker ve polisleriyle savaşanın Kürt 'işçi partisi' olması.

ERDOĞAN'IN KİBİRLİ KARARINDAN ÖNCE...

Diyarbakır'da hem aceleyle yapılmış, neredeyse itici bir biçimde yeni görünen yerlerde, hem de inanılmayacak derecede eski olan bölgelerde gezinirken, kentin benzersiz olduğunu anlamamak imkânsız. Bu savaşa İslamcı savaşçılar hiçbir zaman katılmaz. Gerçekten de, eğer katılacak olsalar, Kürtlerle sahiden umut vaat eden bir barış sürecini terk ederek bu eski savaşı fiilen yeniden başlatan Erdoğan'ın hükümetinin ve (bağımsızlık savaşlarını sevenler için sorunlu bir biçimde) Kürdistan'da herhangi bir Kürt partisinden daha fazla destekçisi olan AKP'nin tarafında yer alabilirler. Erdoğan'ın milliyetçiliğin barıştan daha önemli olduğuna dair kibirli varsayımından önce, bu topraklarda yaşayan birçok Kürt, Türk komşularıyla nihayet yakınlaşabileceklerine inanıyordu.

Fakat kentte ve kırsalda PKK savaşçılarını, karakolları, devriye gezen askerleri hedef alan günlük saldırıların ortasında, Kürtlerin ulusal parlamentoya girmesiyle kısa süreliğine kazanılan her şey israf oluyor. Kürt gazeteleri ve televizyon kanalları kapatıldı. Dicle Üniversitesi bile, hâlâ hayatta olmasına olmasına rağmen, Kürtçe bölümüne 'yaşayan diller enstitüsü' demek zorunda. Bu kenti geçen kasımın sonunda ve bu yılın ilk aylarında tüketen savaşları düşünün. Bu çatışmalar sadece Diyarbakır'ın merkezini yerle bir etmedi (ki bu, Halep'teki kapalı çarşının yıkılmasının daha küçük çaplı bir benzeriydi); aynı zamanda savaşı bir kez daha normalleştirdi.

BOTANİK BAHÇESİNİ ATEŞKES KURTARIR MI?

Hâlâ Dicle kenarında bulunan harap haldeki kanalizasyonun yakınındaki bostanların ortasında yakın zamanda yaşanan bir çatışmanın ardından, yetkililer bu kentin biyolojik akciğerlerini kesmekten son anda, kitlesel protesto tehdidi nedeniyle vazgeçti. Tıpkı Amerikan askerlerinin geçmişte Irak'ta sık sık yaptığı, İsrail askerlerinin Batı Şeria'da, Suriye askerlerinin de Lazkiye'nin güneyinde yapmakta olduğu gibi... Çok sayıda ağaç, potansiyel eylemler sayesinde, PKK için kamuflaj ve ordu açısından pusu noktaları olarak durmaya devam ediyor. Botanik bahçesini ateşkes kurtarıyor.

PKK'yle ordu arasındaki sokak savaşlarının zirve noktasına çıktığı son dramayı herkes hatırlıyor; Kürtlerle Türkler çarpıcı biçimde farklı hikâyeler anlatıyor. Geçen yıl 28 Kasım'da, yerel baronun başkanı Tahir Elçi, diyarbakır'ın tam merkezindeki Dört Ayaklı Minare'nin önünde basın toplantısı düzenliyordu. Savaşın sürmesini protesto etmek istiyordu. Görünüşe göre, iki PKK savaşçısı ona suikast düzenleyecekti.

TAHİR ELÇİ SUİKASTI 'FİLM' GİBİ...

İkisi de polis takibindeydi. Çatışma çıktı ve iki PKK üyesi, her filmde olduğu gibi, o sırada görevde olmayan bir polisin kullandığı bir taksiyi kaçırdı. O polis karakolunu aradı ve üniformalı polisler taksiyi durdurdu. Silahlı adamlar sonra hem polisi hem de o sırada görevde olmayan sürücüyü öldürdü ve sonra Elçi'nin basın toplantısı düzenlediği yere doğru kaçtı. Sonra daha fazla polis PKK'ye ateş açtı; iki adam karşılık verdi ve Elçi başından bir kurşunla vuruldu. Bir tanık bana, sanki yaşananın ne kadar kasıtlı olduğunu vurgulamak için, "Tam gözlerinin ortasından vuruldu" dedi. Yolunu kaybetmiş bir kurşun mu? Öyleyse bile, onu kim ateşledi? Böylece, daha Elçi'nin cenazesi bile kalkmadan, kaçınılmaz soru ortaya çıktı: Polis tarafından mı, PKK tarafından da 'suikasta' uğramıştı?

Sonrasında kent merkezinde çatışmalar yeniden başladı ve yetkililer, Erdoğan'ın 'terörle mücadelesi'nde IŞİD'den çok daha önemli bir 'terörist' güç olan PKK'nin savaşçılarını yok etme girişimlerinde kentte o kadar çok şeyi yok etmeyi becerdi ki, zaferin yerini ulusal utanç aldı. Polis, Elçi'nin minarenin yanında öldüğü sokak boyunca ağır bir plastikten yapılmış devasa bir perde çekmiş; böylece arkasındaki tarihi binalardaki yıkımı görmüyorsunuz. Sözcüklerin yerini plastik perde almış.

Bu sefil şeyin yakınına gidip üzerindeki deliklerden bakmaya çalıştım. Fakat arkasında başka perdeler vardı. Sivil giyimli bir polis, "Daha fazla bakamazsınız" diye bağırdı. Sonra perdenin içinden kucağında bebekle bir kadın çıktı. Perdenin arkasındaki bir polisin eşi ve çocuğuydu; görünüşe göre, molozların arasında devriye gezen polislerin moralini yüksek tutmak için aile ziyaretleri şarttı. Bu, sürrealin ötesiydi.

Ana caddenin dışında, Kahvaltıcı Kadri'nin hanında Diyarbakır'daki en iyi kahvaltıyı veriyorlar. Avlusu çay içen aileler dolu; Kürt kahvesi veya önde gelen Kürtlerin yüzlerinin dokunduğu halılar satılıyor. Mustafa Barzani'yi,  Rıza Said Talabani'yi, 1990'larda hapishanede intihar eden bir Kürt komutanı ve 1970'deki darbe sonrası 1972'de hükümet tarafından asılan Erzurumlu Deniz Gezmiş'i görebiliyorsunuz. Kesinlikle bir Kürt olmayan ve halılar arasındaki varlığını satıcının bile bana açıklayamadığı İmam Ali'nin bile bir portresi var.

POLİS ARACI SATAN OYUNCAKÇI...

Tam kapının çıkışında, iki zırhlı polis aracı pusuda duruyor. Yanında da bir oyuncakçı. Oyuncakların arasında plastik kalaşnikoflar ve evet, minyatür boylarda zırhlı polis araçları seti satılıyor. Çelik yelekli genç adamlar, ellerinde gerçek silahlarla, kalabalıkları aldırmaz biçimde gözlüyor. Sanırım bu savaş öyle uzun sürdü ki, değişimle gelen drama unsuru bir şekilde artık yok oldu.

Yıkılan yolların bir diğerinde, orta yaşlı bir kadınla ailesi bizi elle bir kahve dükkanına çağırıyor. Bir öğretmen. Gülerek, "Polis er ya da geç gidecek. Fakat burası bizim. Polis gittiğinde biz hâlâ burada olacağız" diyor. Bu açık gerçek hakkında, Shakespeare'in 'Olmak ya da Olmamak' (gerçek adını biliyorsunuz) oyununun ilanını görünce kafa yordum. Sanırım Danimarka Prensi şu an Diyarbakır'ın kahramanı. Tabii, kralı öldürdü. Fakat kendisi de öldü. Ve en iyi sözleri şunlardı: "Sözcükler, sözcükler, sözcükler."

MAKALENİN İNGİLİZCE TAM METNİ