Prof. Birbil: Bizim ufuk sunacak hükümetlere ihtiyacımız var

İnsanlık tarihi gösteriyor ki özgürlük olmayınca bilim ilerlemiyor. Prof. Dr. İlker Birbil’e göre Türkiye'de de ufuk sunacak hükümetler ve toplumsal mutabakat olmazsa olmaz.

Google Haberlere Abone ol

Orbay Soydan

Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi ve TÜBİTAK Endüstri Mühendisliği Danışma Kurulu eski üyesi İlker Birbil ile özgür toplum ve bilim ilişkisi üzerine konuştuk. Birbil, “Bizim güvensizliğimiz katlanarak öğrencilere yansıyor. Böyle olunca bu arkadaşlar uzun süre burada kalmalarını sağlayacak yatırımları kendilerine yapmıyor. O yatırımları başka yerlerde aramaya başlıyorlar” diyor. Özellikle 15 Temmuz sonrasında yurtdışındaki bilim insanlarımızın Türkiye’ye dönmek istemediklerini belirten Birbil, bu arkadaşlara uzun süre burada kalacakları, sosyal hakların güçlü olduğu ve döndükleri zaman rahat edebilecekleri bir ortam sunulması gerektiğini belirtiyor.

Doç. Dr. İlker Birbil Prof. Dr. İlker Birbil

Türkiye’de bilim ve teknoloji yatırımları ne noktada?

Bir dönem Avrupa Birliği’ne girmek için gösterilen bir çaba vardı. Kopenhag kriterleri imzalandı. Bilim ve teknolojiye, TÜBİTAK’a, önceki dönemlere oranla, bütçeden daha fazla para ayrılmaya başlanmıştı. Bunların olumlu sonuçlarını yakın bir tarihe kadar görüyorduk. Ancak bu para daha sonra belirli grupların elinde toplanmaya başlandı. Kurnazlık öne çıkmaya başladı. İnsanlar sadece kağıt üzerinde yenilikçi gösterdikleri, hali hazırda neredeyse tamamlanmış projelerine bu kaynaklardan destek aramaya çıktılar. Arada yeni olmak için çabalayan girişimci projeler çok azdı. Onların bir kısmını da 15 Temmuz darbe girişimi dağıttı. Çünkü bu tür projelerde sürdürülebilirlik, uzun soluklu bir çalışma çok önemlidir. 15 Temmuz’dan sonra girişimcilere ayrılan para durduruldu. Bu insanlar zaten araştırmalarını devletten gelen o parayla devam ettirebiliyorlardı. Bunlar samimiyetle çalışmalarına devam eden, özellikle de bilişim alanında yer alan firmalardı. Bu firmalar şimdi ya kapandı ya da çok büyük güçlükler çekiyorlar.

Stanford Üniversitesi’nin Silikon Vadisi örneğinde olduğu gibi Türkiye’de benzer bir üniversite-sermaye işbirliği görebilecek miyiz?

Burada Amerikan devletinin payı yok demek yanlış olur. Kaldı ki ortada Kaliforniya diye bir eyalet var. Orada, insanlara kendilerini özgürce ifade edebildikleri, toplumun her kesimine açık bir hayat sunuluyor. İnsanların Silikon Vadisi’ne gitmelerindeki tek sebep bilim ve teknoloji yapmak değil. Günümüzde insanlar çok daha entegre yaşıyorlar, alternatifleri görebiliyorlar. Dolayısıyla insanların gitmek istedikleri yerler özgürlüklerin daha fazla olduğu, kendilerini rahatça ifade edebildikleri ve birbirlerinden beslenebildikleri yerler oluyor.

Bugün Türkiye’de farklı farklı 10 tane şeyden söz ediliyormuş gibi bir hava yaratılıyor. Fakat neticede bir-iki konunun etrafında dönüp duruyoruz. Çeşitlilik sınırlı. Öbür tarafta bir sanatçıyla bilgisayar bilimcisini, bir matematikçiyle bir biyoloğu bir araya getiriyorlar. Hem bilim için hem teknoloji için insanların kendilerini özgürce ifade edebileceği ortamlar yaratabilirsek bu insanlar zaten birlikte pek çok şey çıkarabilirler. İnsanları çeken de asıl bu oluyor. Örneğin LGBT gruplarının Kaliforniya’da kendilerini rahatlıkla ifade edebiliyor olması işte tam da bu nedenle çok önemli.

'TOPLUMSAL FAYDA İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ İLE SAĞLANIR'

Bu durumda sanayi devrimini Rönesans, Amerikan enformasyon devrimini 1960’ların özgürlük mücadeleleri mi hazırladı?

Özgürlüklerin bu tür yansımaları olabiliyor. Ama ben Amerika’da çok basit bir sistem olmasının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bir sürü yerini eleştirebilirsiniz ama ifade özgürlüğü mutlak garanti altına alınmış. Hukukun üstünlüğü -falsoları olsa da- dünyaya göre oldukça iyi bir noktada. İnsanların kendilerini güvende hissetmeleri herhangi bir problem olduğu zaman korunacaklarını bilmeleri çok önemli bir şey. Sadece birkaç kişinin dudaklarının arasından çıkanlara bağlı bir sistem yok. Kuşkusuz tüm bunlar önemli mücadelelerle elde edildi. Aynı açıdan bakınca teknoloji devriminin yayılmasında 1960’lardaki mücadelelerin de etkisi yadsınamaz. Öte yandan bu sadece Amerika’ya özgü bir şey değil. Örneğin Finlandiya. Orada da öncelikle ifade özgürlüğü garanti altına alınmış. Zaten, önemli konularda toplumsal faydayı ifade özgürlüğü üzerinden sağlamak daha kolay. Bakın mesela, bir zaman Finlandiyalılar eğitim konusunda hep birlikte tartışarak  iyileştirmeler yapmaya karar verdiler. Planladılar ve uyguladılar. Şimdi eğitimde nerelere geldikleri ortada. Örnek alınıyorlar.

Sizce Türkiye’den yeni icatlar çıkmasını akademisyenler üzerindeki baskılar ve sıkı disiplin kuralları mı engelliyor?

Bir kişi hapse atıldı diye Türkiye’de bilim yapılamaz demek tabii ki doğru olmaz. Ancak bu tür olaylar insanı boğan bir atmosfer yaratıyor. Aydınlar, akademisyenler birbirlerine bağlı sayıca az bir grup zaten. Bu insanlar üzerindeki her baskıyı dolaylı yoldan öğrenciler de hissediyorlar. Hocaları kadar kök salmış da değiller henüz. Kolayca gitmeyi düşünebiliyorlar. O nedenle baskıların yarattığı negatif atmosferi daha çok önemsemeliyiz. Belki sadece 10 tane akademisyeni içeri alıyorlar ama bunun yarattığı moral çöküntüsünü kolay kolay telafi edemiyoruz. Umutsuzluk hepimize sirayet ediyor. Güvensiz hissetmeye başlıyoruz. Bizim güvensizliğimiz de katlanarak öğrencilere yansıyor. Ve onlar pes edince, biz daha mutsuz oluyoruz. Böyle bir kısır döngü içerisindeyiz.

Gelecek sunabilmek son derece önemli. Bu arkadaşlar önümüzdeki yıl ne olacağını bilemiyorlar. Bizim ufuk sunacak hükümetlere ve belirli konularda mutabakata ihtiyacımız var. Yanlış anlaşılmasın; her konuda anlaşmamız gerektiği şeklinde ısrar etmiyorum. Bizim hukukun üstünlüğü, demokrasinin ve laikliğin korunması gibi ortak kaygılarımız olmalı. Karşıt fikirler bu çerçevede konuşulabilir. Ama bunlar olmadığı için biz gençlerimizin önüne kendilerini güvende hissedecekleri bir ülke koyamıyoruz. Bize dönüp akıl istiyorlar. Ben önümüzdeki sene ne olacağını bilmiyorum ki onlara söyleyeyim. Böyle olunca bu arkadaşlar uzun süre burada kalmalarını sağlayacak yatırımları kendilerine yapmıyorlar. O yatırımları başka yerlerde aramaya başlıyorlar. Bu bazen yurt dışında eğitim oluyor, bazen de orada iş bulmak oluyor.

Bu arada gitmeyip de kalanların ruh hallerini unutmayalım. Onlar kısa soluklu projelerin peşine düşüyorlar. Oysa bilimsel gelişmeler ve büyük teknolojik atılımlar uzun vadeli planların sonucudur. İnsanlar risk almadan hızlıca para kazanabilecekleri, hayatlarını şu anda devam ettirebilecekleri  projelerin altına giriyorlar. O açıdan bakınca da en güvenlisi takipçi olmak gibi gözüküyor. Birisi Twitter mı yaptı? Biz TwitterTurk yapıyoruz. Çünkü riski yüksek projelere girebilmemiz için olumlu bir geleceğin sunulması gerekiyor. Biz girişimci arkadaşlara uzun vadeli düşünmelerini destekleyecek bir potansiyel sunabiliyor muyuz ki onlardan gerçekten dünyayı sarsacak teknolojik atılımlar bekleyebilelim. Biz büyük paralar döksek de bu kolay kolay değişmeyecektir. Öte yandan gerçekten Türkiye’de bir bilim insanın proje alması İngiltere’den daha kolay. Ama dediğim gibi sürdürülebilirlik çok önemli ve bu harcanan paralar iyi bilim yapıldığı anlamına gelmiyor maalesef.

'APTAL BİR POLİTİK DOĞRUCULUK BİZİ ESİR ALMIŞ'

Toplum olarak bilim insanlarına yeteri kadar değer vermiyor muyuz?

Size hemen üniversitelerden örnek verebilirim. Bizim gerçekten çok iyi bilim insanlarımız var. Neticede akademisyen dediğiniz bir insan. O da emeklerinin karşılığını görmek, takdir edilmek ister. Ama öyle bir şey neredeyse hiç olmuyor. Bunun böyle olmasının farklı nedenleri var. En basitinden, insanın bir arkadaşı baskı görüyorsa, kendisinin buna kayıtsız kalması oldukça güç. Bu sefer de insanlar içlerine kapanmaya başlıyorlar. Oysa bilim dünyada uzunca bir süredir kalabalık grupların birlikte yaptıkları bir şey. Çünkü iyi fikirler herkesin tartıştığı ortamlarda filizleniyorlar.

Gerçekten yetkin olmayan bir sürü insan televizyonlara, gazetelere çıkıyor. Bu insanların sözlerini dinlenir hale getirip, toplumun önüne dikiyoruz. Objektiflik balonu arkasına sığınıp, sırf karşıtlık olsun diye yapılıyor bu. Örneğin Türkiye’nin gururu sayılabilecek bir bilim insanı, fikrinin bilimsel olarak ehemmiyeti sıfır olan biriyle polemiğe sokuluyor. O insan kendisini ifade etmesin diyecek değilim. Etsin. Ama başka yerde. Ancak bu insana dönüp saçmaladığını söyleyebilmemiz lazım. Bunu diyemiyoruz. Aptal bir politik doğruculuk bizi esir almış.

Uzun lafın kısası insanların önüne nasıl örnekler koyduğumuz çok kritik. Farklı fikirlerde bilgiyi hazmetmiş, üzerinde düşünmüş insanların takdir görmeleri çok önemli. Bizler de bu insanları bir araya getirebilecek ortamları sağlamalıyız. Ama maalesef bu toplum bunları sunamıyor. O da doğal. Çünkü toplumun önüne konulan problemler o kadar heybetli ki, bu tür dilek ve talepler ya hor görülüyor ya da daha ortaya atıldıkları an ezilip gidiyorlar.

Peki yeni icatlar üretmek ve bilim yapmak için illa üniversite mezunu mu olmak gerekiyor?

Öncelikle merak gerekiyor. Üniversite mezunu olmak gerekmiyor. Kaldı ki üniversitelerimizin hepsi bir değiller. Ben çok iyi üniversitelerde çok iyi derecelerle mezun olmuş insanlar gördüm; bence bilim insanı olmaya uygun değillerdi. Öte yandan, üniversite eğitimleri görece daha zayıf olan ama bilime çok meraklı pek çok arkadaşla tanıştım. Dünya tarihinde de bu insanlardan vardır. Ancak bu çağda bilgi oldukça karmaşık bir hale gelmiş durumda. Bu karmaşık düğümü çözmek için de temel bir eğitim yol gösteriyor. İstisnai durumlar vardır ama tahmin edilenden çok daha azdır. Günümüzde Steve Jobs ya da Mark Zuckerberg olmayı denemiş, eğitimini bırakmış ve başarısız olmuş binlerce insan var. Onların hikayelerini değil de, bu ikilinin eğitim almadan nasıl başarılı olduklarını okuyup duruyoruz.

'GÜVENLİ ADIMLAR ATARAK YENİ İCATLAR ÇIKARTAMAZSINIZ'

Bilimde kaliteyi artırmak için özel sektör ne yapıyor?

Son dönemde TÜBİTAK’tan gelen bir bütçe var. Özel sektör de dahil olmak üzere, herkes o bütçeye talip. Onun için projeler hazırlayıp, araştırma yapmaları bekleniyor. Fakat dediğim gibi üçkağıt  orada da başlamış durumda. Firmalar zaten yarısı bitmiş projeyi yeni projeymiş gibi öneriyorlar. Üniversiteden bir hocayı da ayarlayıp, projeye akademik araştırma süsü veriyorlar. Araştırma da kağıt üstünde kalıyor.

Özel sektör herşeyin hemen yarına hazır olmasını istiyor. Ama bilim yapmak, yeni icatlar üretmek öyle kolay bir şey değil. Evet 10 tane proje hazırlarsınız ve bunlardan belki bir tanesi tutar. Geriye kalan dokuz projeniz batar. Türkiye’de bunu göze alabilecek firma bulamazsınız. Öyle olduğu için de, daha önce söylediğim gibi, sadece takipçilik yapılıyor. Takipçilik düşük risk demek. Oysa sadece güvenli adımlar atarak yeni icatlar çıkaramazsınız. Bir tane deli çıkmalı ve suya atlamalı. Bunun başka bir yolu yok. Ama maalesef Türkiye’de böyle delileri destekleyecek bir sermaye an itibariyle yok.

Yeni icatların üretimini desteklemek için üniversitelerde teknoloji satın alma fonu mu kurulması gerekiyor?

Bazı üniversitelerde benzer bir yapı kurulu zaten. TÜBİTAK’ın, Bilim ve Sanayi Bakanlığı’nın destekleri, üniversitelerin kendi fonları var. Yalnız şuna dikkat etmek lazım. Bu fonlar ağırlıklı olarak devlet destekli. Ve devletin kendi öncelikleri var. Bu da bir noktadan sonra yenilikçi fikirlerin oluşmasını tehlikeye sokuyor. Devlet de isterse açtığı fonu değnek olarak kullanıyor. Oysa bizim şunu diyebilmemiz gerekiyor: “Devlet, senin böyle bir şeye hakkın yok bunlar zaten bizim vergilerimiz.” Ama diyecek ortam yok.

Baskıcı hükümetler bilimin ve teknolojinin yıkıcı potansiyele sahip olmasından korkuyor olabilirler mi?

Bugünün iletişim çağında, bu tür bir korku çok gülünç olur. Soğuk Savaş döneminde dahi Ruslar Amerikalıların makalelerini, Amerikalılar da Rusların makalelerini kendi dillerine çevirdiler. Hitler Almanya’sında bile hükümetin kendi bilim politikaları vardı. Asıl bilim ve teknoloji üretememekten korkarlar. Bizse o bilim ve teknolojinin ne amaçlara hizmet ettiklerinden korkmalıyız.

10 yıl sonra üniversitelerde bu konuları konuşacak birilerini bulabilecek miyiz?

Ben de size şunu sormak istiyorum: Dinleyecek birilerini bulabilecek miyiz? Bence bu daha önemli bir soru. İran’a ya da Pakistan’a bakabilirsiniz. Oralarda da bu konuları konuşan insanlar görürsünüz. Ama dinleyen yok. Sesini dinletenlerin söyledikleri ise birbiriyle hizalanmış durumda. Söyledikleri de zaten fikir değiller.

Şunu anlamalıyız; Türkiye dünyanın geri kalanından kopuk bir ülke değil. Aslı Erdoğan veya Necmiye Alpay gibi aydınların içeriye girmelerinin; üniversitelere baskı kurulmasının dünya çapında etkisi oluyor. Uluslararası toplum dinliyor. Bundan rahatsız oluyorsa, devletin fikirleri cezalandırmak yerine bu insanlara düşüncelerini ifade edebilecekleri tüm fırsatları vermesi gerekiyor.

'GİDENLERİN DÖNMEYECEK OLMASI ENDİŞE VERİCİ'

Eğitimli ve yetenekli insanlar Türkiye’den neden gitmeyi düşünüyorlar?

Öncelikle şunu belirteyim; birilerinin gitmesi her zaman da kötü bir şey değil. Örneğin geçmişte bir sürü insan Avrupa’dan Amerika’ya gittiler. Sonra da ülkelerine geri döndüler. Ama biz gideceğimiz zaman nedense köprüleri yakıp gitmekten bahsediyoruz. Öğrencilerimle konuştuğum zaman ben bile o havaya giriyorum. Oysa öyle bir şey yok. İnsanlar ailelerinden ayrılıp, başka ülkelere gidip yaşayabilirler. Üstelik böyle bir yolculuk, dünya görüşü kazanmak için de oldukça faydalıdır.

Ama burada kritik olan gidenlerin, her zaman ülkelerine dönebileceklerini hissetmeleridir. Burada sosyal haklar güçlü olsa ve güvende hissedecekleri bir ortam olsa neden gelmesinler? İnsanın ana dili, ait olduğu toprak gibisi var mı? Eğer böyle bir ülke vaat edemiyorsak dönemeyecek olmalarına daha fazla endişelenelim derim.

Bu durumda yeni icatlar üretmek için yurt dışından akil bilim insanları mı getirmek gerekiyor?

Bu Türkiye’de 1920-1930’larda yapılmış bir şey. Bizim bu yaşadığımız dönemi 1800’lerin sonu 1900’lerin başında Japonlar da yaşadılar. Ve bir karmaşa orada da oldu. Sonuçta orada da geleneksel ve kültürüne bağlı bir toplum var. Ama bir yandan batılı olmanın nimetlerini gördüler. İlk başlarda bocalasalar da, zamanla kendi kültürleri ile batı kültürünü harmanlamayı becerdiler. Belli ki fena da bir iş yapmadılar. Baksanıza artık Japon mühendis diye bir kavram var.  Hepimiz kabul ettik.

Günümüz Türkiye’sine gelecek olursak, eğer yurt dışından ‘akil’ bilim insanları getirmek istiyorsanız önce kendi bilim insanlarınıza hak ettiği değeri göstermek zorundasınız. Şu anki atmosferde iyi bilim insanlarını ülkeye getirmek pek mümkün değil. Çünkü o insanların Türkiye’de tanıdığı başka bilim insanları var. İletişim halindeler. Bir de yurt dışındaki insanların gözünden olaya bakmaya çalışın. Olanları öğreniyorlar. Endişeleniyorlar. Tereddüt ediyorlar. Kızabilir misiniz? Mesela benim yakın zamanda yaşadığım bir örnek var. Çok parlak bir bilim insanı Türkiye’ye gelmek istiyordu. Ama 15 Temmuz’dan sonra vazgeçti. Şimdi ben bunu anlattığım zaman sosyal medyada hemen hakarete başlıyorlar. “Gelmesinler o zaman”, “giden vatan haini, gelmeyen şerefsiz” diye sıralıyorlar. Oysa bu kakafoni sadece bu söylediklerimi ve o arkadaşı haklı çıkarıyor. Yazık.

Japonya’da öyle bir atmosfer yaratıldı ki, geçmişine bakılmaksızın dışarıdan yetkin birçok bilim insanı ülkeye getirilebildi. Beraberinde uluslararası topluma iyi bir mesaj verildi. Ve bugün bilim ve teknolojide Japonya’nın geldiği noktayı hepimiz görüyoruz. Bir de bizim verdiğimiz mesaja bakın. Bahsettiğim arkadaş Türkiye kökenliydi; o bile gelmedi. Gerçek şu ki, bu insanlar başkasının toprağında kendilerini daha güvende hissediyorlar.

Sadece bu kişileri sayılara dökmeye çalışırsak yanılırız. Hep söylüyorum. Kalanların ne durumda kaldığını unutmayalım. Onlar da kapasitelerinin çok altında çalışıyorlar. Herkesin dikkati dağılmış durumda. Türkiye sürtünme katsayısı çok yüksek bir ülke. Hele öyle bir gündem var ki, insanı eziveriyor.  Ve insanlar farklı ülkelere eskiye göre daha aşinalar. Gitmek de eskiye göre daha kolay. Özgürlük, huzur ve güven insanlara çekici geliyor. Açıkçası, böyle giderse daha da çok insanın kafası karışacağa benziyor.