Demirtaş'ı beklerken...
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin DBP’li Eş Başkanları, ardından HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleri tutuklandı. Polisin sert müdahalesiyle son bulan birkaç eylemi saymazsak, Diyarbakır 'sessizce' karşıladı bu gelişmeleri. Sessizlik neye işaret ediyor? Bu 'sessizliği' çözmek, bütün siyasi tahlillerden daha önemli görünüyor.
DİYARBAKIR - Biri oldukça yaşlı üç kadın, gazetecilerden birkaç adım ötede oturmuş, kendi aralarında usulca konuşuyorlar. Gazetecilerde polisin yaklaşık yarım saat önce gerçekleştirdiği müdahelenin gerginliği var. Polis, HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile HDP’li milletvekilleri için Adliye’nin önünde bekleyen kitleye müdahale etmiş; Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel’in yanı sıra birkaç kişiyi daha tartaklayarak gözaltına almıştı. Adliye’nin önünden geçen yolun polis ve zırhlı araçlar ile tutulması bile tek başına bir gerginliğe neden oluyor.
HDP Diyarbakır milletvekili Ziya Pir’in Adliye’den çıkışı gazetecilerin hareketlenmesine neden oluyor. Mikrofonlar uzatılıyor Pir’e. “Saatlerdir uyumadım” diyerek yorgunluğunun nedenini açıklıyor Ziya Pir, sonra gözaltına alınma süreci, Adliye’de bekletilen genel başkanı ve milletvekili arkadaşları hakkında bilgiler veriyor. “Hepimizin morali iyi, içeride de olsak dışarıda da olsak mücadele etmeye devam edeceğiz” diyor.
Ziya Pir Adliye’nin önünden ayrılırken görüyorum üç kadını. Gazetecilerin arasına dalmamışlar, onların hemen arkasında durarak Ziya Pir’in yaptığı açıklamayı dinlemişlerdi. Gazeteciler haberi yetiştirme telaşındayken onlar Ziya Pir’e 'geçmiş olsun' dileklerini iletiyorlar. Sonra daha önce oturdukları yere gidip oturuyorlar.
‘BAŞKANIMIZI BEKLİYORUZ’
Gazetecilerin durduğu yer, adliye ile arasından yol geçen bir benzin istasyonu. Adliyenin bahçe kapısına yakın olduğu için burada durmayı tercih ediyor gazeteciler. Bir de polis, adliyeyi tamamen kuşatmış zaten, kimseyi yakınına yaklaştırmıyor.
Saatler geçiyor, akşam karanlığı çökmeye başlıyor ve o üç kadın, hâlâ yan tarafta beklemeye devam ediyorlar. Sonunda dayanamayıp yanlarına gidiyorum. Önce yaşlı kadınla konuşuyorum, “Burada ne bekliyorsun?” diyorum. Kadın lafı hiç dolandırmıyor, "Başkanımızı bekliyorum" diyor.
“Başkanımız” dediği Selahattin Demirtaş. Sonra Figen Yüksekdağ ve diğer milletvekilleri için de beklediğini söylüyor.
Diğer iki kadın da katılıyor sohbete. Genç olanı, “Adliyenin önünde bekliyorduk, saldırdılar, dağıttılar halkı” diyor. Polis müdahale edince eve gitmek yerine buraya gelmeyi akıl etmişler. Polis barikatını aşmış, aynı noktada buluşmuş ve burada tanışmışlar.
“Akşam oldu, daha ne kadar bekleyeceksiniz?” diye soruyorum. Daha genç iki kadın, “Gerekirse sabaha kadar bekleriz” diyorlar kararlı bir sesle.
Yaşlı kadın, “Çok geç olursa eve giderim” diyor. “Evde dua ederim onlar için.”
Diğer kadınlar da katılıyorlar ona. “Beş vakit namazda, seccade üzerinde dua ediyorum. Elimizden ancak bu geliyor.” Daha çok şey, aklından geçirip dile getirmediği şeyler yapmak istiyor. Ama elinden gelen tek şey adliyenin önünde beklemek ve dua etmek.
Sonra içeriden haber geliyor: Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve İmam Taşçıer serbest bırakılırken, eş başkanlar ile diğer milletvekilleri tutuklanmış. Birazdan dışarı çıkıyor Önder ile Taşçıer. Gazeteciler adliyenin bahçe kapısında kesiyor önlerini. Önder kısa bir açıklama yapıyor ve grup dağılıyor. Kadınları göremiyorum haber telaşı içinde.
Eve döndüğümde, onların da evlerine gittiğini ve 'ellerinden geleni yaptıklarını', dua ettiklerini düşünüyorum.
MEMLEKETİ KİM BÖLÜYOR?
Gözden uzak, küçük bir lokantada yemek yiyorum. Lokantayı işleten adam, bir süre sonra karşıma oturuyor, “Sen gazetecisin, tanıdım seni” diyerek. Tam karşıdaki geniş ekranlı televizyonu göstererek, “İki gündür açmıyorum, moralim bozulmasın diye.”
Muhabbet uzun sürecek, adamın bakışından belli. 'Ciddi şeyler, siyaset falan konuşmasak' diye geçiriyorum içimden, bunun mümkün olmadığını bildiğim halde. “Müzik kanalları var, onları açabilirsin” diyorum konuyu dağıtmak umuduyla. Dalga geçmişim gibi bakıyor, sonra biraz sinirli, “Onların müziğini dinleyecek moral de kalmadı” diyor. “Onların müziği”nden kastettiği, Türkçe müzik. Kapatılan televizyon kanallardan söz ederken anlıyorum bunu.
Muhabbetin “Ne olacak bu memleketin hali” kısmına hızla gelmiş olduk böylece. Ama onun soru sormasına fırsat vermeden, atak davranıp ben soruyorum: “Belediye başkanları, parti başkanları, milletvekilleri cezaevine girdi. Sence ne oluyor memlekette?”
“Memleketi ikiye bölüyorlar. Bunu bunlara kim yaptırıyor bilmiyorum, Amerika mı, Avrupa mı? Yaptıkları akıllı insanın yapacağı şeyler değil. Sen milyonlarca insanın oy verdiği milletvekillerini hapse atarsan, hakaret edersin, memleketi ikiye bölersin.”
Konuşmasını bölmüyorum, 'bulmuş derdini anlatacak birini, bırak anlatsın' diyorum kendi kendime. Sonra susuyor kısa bir süre. Tekrar konuşmaya başladığında sesi sinirli değil artık, daha çok, duygusal.
“Abêm benim, ben her yıl İzmir’e, Çeşme’ye gidiyorum. Orada denize giriyorum, sonra aha buraya, Diyarbakırıma geri dönüyorum. Burayı da seviyorum, orayı da. Bu güzel memleketi senin bölmeye ne hakkın var kardeşim.”
Vakit geç olduğu için lokantada bizden ve garsondan başka kimse yok. Mutfak tarafından, aşçı olduklarını düşündüğüm kadınların sesi geliyor.
İSTEYİP DE BAĞIRAMAMAK
63 yaşında olduğunu ve HDP’ye oy verdiğini öğrendiğim adam konuştukça yemek soğuyor, tadı kaçıyor. Çeşme’ye, denize gidememenin nasıl bir duygu olabileceğini düşünüyorum. Ya da Diyarbakır’ın kuçelerinde, Mardin’in abbaralarında gezmekten mahrum kalacak öte yakadakilerin neler hissedeceğini...
Çay söylüyor garsona.
“Eş başkanların tutuklandığını duyduğunda ne hissettin?” Beklediği soruymuş gibi iki elini yukarı kaldırıyor adam ve “Sokağa çıkıp ‘kahrolsun faşizm’ diye bağırmak istedim” diyor. Bu sloganı üç kez tekrarlıyor. “Bunu demek istedim, ama korktum, yapamadım. Beni 6 ay hapse atarlarsa kahrımdan verem olurum. Çoluk çocuk perişan olur.”
Sonra 7 Haziran 2015 seçiminden bu yana gözaltına alınıp bırakılan ya da tutuklanan arkadaşlarının, akrabalarının hikayelerini anlatıyor. “15 Temmuz’dan sonra daha zalim oldular. Sanki darbeyi Kürtler yapmak istedi, her gün insanları gözaltına alıyorlar.”
İKİ SORUYLA GELECEK TAHMİNİ
Hazır iç dökmek isteyen birini bulmuşum, iki soru daha sorayım istiyorum. Bir daha seçim olsa, Diyarbakırlılar kime oy verir? “Buradaki esnafın yüzde 99.9’u HDP’ye oy verecek.” Nasıl bu kadar emin konuştuğunu da soruyorum elbette. “İnsanlar sokağa çıkmaya korkuyor, dedik, tamam. Ama HEP, DEP, HADEP dönemlerini düşün. O zaman da büyük korku vardı. Ama insanlar her seçimde sandığa gidip oylarını verdi. Yine verecekler. Rant için, aile bağları için AK Parti’ye yine oy çıkar ama ancak 7 Haziran’daki oyu alır. AK Parti belediyeye kayyım gönderdi Ankara’dan, bu hakarettir Diyarbakır halkına. Genel başkanını, milletvekillerini tutukladı, bu daha büyük hakarettir. Bu hakareti bu halk unutmaz.”
Belediye başkanları, eş başkanlar tutuklanınca "Kürtlerin rahatlayıp sevindiğini, bu nedenle sokağa çıkmadığını" iddia eden gazeteleri de hatırlatıyorum. Adam ilk defa gülüyor. Ama öyle mutlu mesut bir gülme değil bu, daha çok acıyla karışık bir şey.
“Yav benim abêm, sen beni hiç dinlememişsin” diyor. Sonra daha ciddileşiyor, “Bak” diyor, “Ben ne düşünürsem söylerim. Selahaddin’i de HDP’yi de eleştiririm, bu ayrı. Ama ben hakarete uğramışım ve bu yaşımda korkup sokağa çıkmıyorsam, bu daha tehlikelidir. Bunu da unutma.”
“Unutmam” diyorum.
Mutfak tarafında aşçı kadın sesleniyor adama. Tabak alması gerektiğini hatırlatıyor. Kadına, “Tamam” diye cevap veriyor, ama kendi kendine, “Ne tabağı yav” diyor, “İçimden bunların hepsini kırmak geliyor.”
İkinci çaylar da bitti. Konuştukça öfkelenen adamı öfkesiyle baş başa bırakmak gelmiyor içimden, ama yapacak bir şey de yok.
Dışarı çıkınca şehirdeki sessizliğin ne kadar ürkütücü olduğunu hissediyorum birden. Şehirdeki sessizlik hiç umutsuz değil, bunu da hissediyorum. Daha çok duaya ve içe hapsedilmiş öfkeye işaret ediyor olsa da…