Devlet büyüktür, utanç daha büyük

Bu ülkede halkın seçimde çoğunluk oluşturabilecek kadarı, sevmediği yalanın sevmediği kısımlarından kurtulmanın keyfini sevdiği yalana sarılarak, onun sırtında onunla birlikte sürünerek, onun diliyle sevmediklerini ısırarak çıkarıyor.

Google Haberlere Abone ol

Türkiye’de Olağanüstü Hal düzeni ve Kanun Hükmünde Kararnameler rejimi altında yaşadıklarımız artık siyasî meseleler olarak ele alınabilir değildir. Suriye ve Irak topraklarına bakarak racon kesmeler, oradan gireriz buradan çıkarız’lar da, muhatapları için ister istemez siyasetin konusu olsa da, bizim için psikolojik, sosyal-psikolojik, giderek patolojik mevzulardır. Olan biten, insanın utanma-arlanma duyguları, küstahlık, zulüm veya kötülük başlıkları altında konu edilebilir ancak.

Şu anda kimlerin sırf ceza olsun, sindirme olsun, sesler kesilsin, vicdanlar sussun, öbür yanda birileri tatmin olsun, gücün, tahakkümün zevkine varsın diye hapiste olduğunu düşünsek, aklımıza gelenleri şöyle bir sıralasak yeter. Şu ana kadarki zulüm ve pervâsızlık yetmediyse diye Ahmet Türk’ü de gözaltına alıp beş günlük avukat yasağı koyarak Kürtlere verilmeye çalışılan bağırtılı tükürüklü mesaj bir bakıma olsa olsa tüy dikme eylemi sayılabilir; ama bir bakıma değil. Seçilmişlerinizi tanımıyoruz, seçme-seçilme hakkınızı tanımıyoruz, sizinle yanyana gözüken herkes düşmanımızdır, konuşma-anlaşma istemiyoruz, bu ülke nüfusunun beşte birini nüfustan, HDP’ye oy vermiş altı milyonu yurttaştan saymıyoruz, elinize silah alıp dağa çıkın ve savaşın ki biz de bu halkın geri kalanını savaş haline sokup ülkeyi böyle yönetebilelim. Size vurmadan duramıyoruz, Efrin’in köyünde tepenize bomba yağdırarak kendimizi buluyoruz. El-Bab’la falan derdimiz yok aslında; maksadımız size vurmak.

ÖNCE ORDUYU SONRA MİLLETİ

Olabilir mi böyle bir hal?

Oluyor. Savaş lazım bize; önce orduyu sonra milleti savaşa, savaş haline, savaş ruhuna, seferberliğe soktuk ki yönetebilelim; önce orduyu sonra milleti.

“İcabında Lozan’ı takmayız” dendiğinde insanlar ne anlıyor, ne umuyor acaba? “İslâm Devleti” örgütünün Ortadoğu Sünnî İslâmı’nın sancaktarlarıyla kucaklaşarak Musul’u devredeceğini, bundan böyle petrolün damarlarımızdan gürül gürül akacağını mı? Çocuk ellemekle, gelen geçene tecavüz etmekle uğraşmayıp, petrol parası sayesinde özel jetle dünyanın dört yanından eskortlar getirme hayali mi kuruyor birileri? Rol modeli Riyad’daki sefihler midir? Irak’ta Irak ordusu, Haşdi Şabi, DAİŞ-IŞİD, PKK ve yerel müttefikleriyle, hepsiyle birden, Suriye’de Suriye ordusu, Rusya, DAİŞ-IŞİD, SDG ve zamanla, kendileri egemen olmayı hedefledikleri topraklarda TSK’yı istemeyecek, düşman saflara geçecek çeşitli örgütlerle, hepsiyle birden savaşılacak, sınırlar berhava, millet seferber edilecek, şehit cenazeleriyle yatılıp kalkılacak… sonra ne olacak? Birinci soru: Bunların böyle olabileceğine inanan var mı? Cevap: Var. Var maalesef. Çünkü akıl-mantık muhakeme bu topraklarda yasaklı. İkinci soru: Kendileri asla şehit olmayan birilerinin evlatlarımızı sürekli şahadete göndermesi mi bu şimdiki post-modern saadet asrının vaadi?

Düşülen çukurun çapı büyük; bu yüzden idrak edilemiyor çukurluğu.

Bu ülkede halkın seçimde çoğunluk oluşturabilecek kadarı, sevmediği yalanın sevmediği kısımlarından kurtulmanın keyfini sevdiği yalana sarılarak, onun sırtında onunla birlikte sürünerek, onun diliyle sevmediklerini ısırarak çıkarıyor.

İKTİDARLA MUHALEFET SAFLARI ARASINDAKİ FARK

Meselenin tamamını hâlâ sadece Kürtlerle ilgili sananların yakarışları da yılan ısırıklarıyla ilgili. Uhrevî âlemlerden gelmeyen, gelişi Kıyamet’e endekslenmemiş, tercihen takım elbiseli bir mesihin gelip kaşıntıları gidermesini, yılanları deliklerine sokmasını istiyorlar. Yerlerdeki cesetler gözlerine görünmüyor. Lozan’ı seviyorlar, fakat fetih dendiğinde akıllarına oturdukları binanın eski sahibi mi geliyor nedir? Utanma-sıkılma ölçümlerinde iktidar ile muhalefet safları arasında çok da büyük farklar çıkmıyor.

Dolayısıyla memleket havası ve suyundaki genel utanabilme-sıkılabilme, ar-haya oranı mikroskobik ölçülerde seyrediyor.

Ve lâkin bizde her şey gibi utanmazlık arlanmazlık da tepeden aşağı zerk, sevk ve idare ediliyor. İmamlı cemaatli deyiş pek çok şeyimizin hülâsası gibi.

Dolayısıyla, yukarıdan aşağı yapılana edilene çeviriyoruz gözlerimizi.

Devlet büyüktür.

Şu olaya bakın

(Cumhuriyet’ten kısaltarak, toparlayarak aktarıyorum):

5 Temmuz 2000’de devlet, Burdur Cezaevi’nde tutuklu ve mahkûmlara operasyon yaptı. Cezaevi duvarını delen iş makinesi, TDKP hükümlüsü Veli Saçılık’ın kolunu kopardı. Kopan kol ertesi gün sokakta bir köpeğin ağzında bulundu.

Bu yüz kızartıcı hadise devletin yüzünü kızartmadı. Aksine.

Maliye bakanlığı, bu korkunç olaydan on üç yıl sonra, Veli Saçılık ve altmış kişiye dava açtı, operasyonda yıkılan duvarların bedelini ödemelerini, hapishaneyi su basmış olmasından ötürü doğan zararı gidermelerini istedi.

Devletin kolu oynar da bacağı rahat durur mu! Kolu koparılıp sokağa atılan Saçılık, içişleri ve adalet bakanlıklarına tazminat davası açmış, devlet kendisine 150 bin lira maddî-manevî tazminat ödemek zorunda kalmıştı. Danıştay, alt tarafı bir mahkûmun kolunun koparılıp köpeklere atılması yüzünden devletin zor durumda kalmasını içine sindiremedi, kararı bozdu, Saçılık’ı suçlu buldu, tazminat kolu koparılan mahkûmdan geri istendi. Ayrıca mahkeme masrafları da kolu koparılıp köpeklere atılan mahkûma yüklendi.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Burdur Cezaevi’ndeki operasyonda zarar gören yirmi dört kişinin açtığı davaya ilişkin kararında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin üçüncü maddesini ihlal ettiğine, devletin Saçılık’a ödenen tazminatı geri isteyemeyeceğine hükmetti. AİHM’in kararına göre devlet davacı mağdurlara 1 milyon 104 bin lira tazminat ödeyecekti.

İçişleri bakanlığı yine de, Saçılık’ın tazminatı geri ödemesi için icra işlemi başlattı.

Peki şu anda Saçılık niye güncel haberlerin konusu? Çünkü cezaevinde mahkûmken kolu koparılıp sokağa atılan bu adam, Aile ve Sosyal Politikalar Ankara İl Müdürlüğü’nde sosyolog olarak çalışıyordu, yeni bir biçme-savurma KHK’sıyla işinden atıldı. Maaşının henüz çekmediği kısmına da bankada elkonmuş.

HASAN OCCAK DAVASINDA ZAMAN AŞIMI

Devlet büyüktür. Devlet büyüktür.

Saçılık’ın kamu hizmetinden atıldığını öğrendiğimiz günün bir başka haberi de, Hasan Ocak davasının zamanaşımına uğraması.

21 Mart 1995’te kaçırılan, 26 Mart’ta telle boğularak öldürülen, tanınmasın diye yüzü parçalanmış olmasına rağmen, her yerinde işkence izleri bulunan bedeni 15 Mayıs’ta ailesince Adlî Tıp’ta teşhis edilen Hasan Ocak, gözaltında kayıpların, Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin simgelerinden biri. Kaçırmış, işkenceyle öldürmüş, Kimsesizler Mezarlığı’na atmışlardı. 21 yılda bu korkunç işi yapanlar bulunamadı. Hasan Ocak’ın kardeşi Maside'nin deyişiyle: “zamanaşımı, faillerin ödüllendirilmesidir”; yani devletin kirli işlerini görenlerin.

Devlet büyüktür. Devlet büyüktür. Devlet büyüktür.

(NOT : Siz gazete okurları için inanması zor, ama okuduğunuz yazıyı bitirmişken, neme lazım, bir bakayım, yeni bir felaket olmuş mu, diye Duvar’ın sitesine girdim ki, ön sayfada “Ahmet Türk, Hasan Ocak, Veli Saçılık” başlığını gördüm. Hakkı Özdal’ın "Çaresiz bakiye: Ahmet Türk, Hasan Ocak, Veli Saçılık...” başlıklı yazısı sunuluyordu. Kısa bir an tereddüt ettiysem de, bu yazıyı yine de gazeteye göndermeye karar verdim. Bunlar öyle olaylar ki, Hakkı Özdal ve benim dışımda aynı gün on kişi daha konu etse yeridir.)