Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay serbest bırakıldı
Özgür Gündem gazetesiyle ilgili dava nedeniyle tutuklu olan Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay, cezaevinden tahliye edildi.
DUVAR - Mahkemenin tahliye kararının ardından yazarlar Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay tutuklu bulundukları Bakırköy Kadın Cezaevi'nden serbest bırakıldı.
Cezaevinden ilk olarak Necmiye Alpay çıktı. Tahliye kararını değerlendiren Necmiye Alpay, şunları söyledi:
"İçeride kalan kadınlar olduğu için kötü hissediyorum. Yarın nöbete gelmeyi düşünüyorum. Tabi ilk yarın ne yaparım diye düşünmek oldu. Tabi ki nöbete geleceğim, cumartesi Cumhuriyet'e giderim, Barış Vakfı'na diye düşünürken birden anladım ki yarın nöbet olmayabilir. Onu anlayınca çok fena hissettim ve burada ilan ediyorum, lütfen bunu düşünelim, bizim adımız olmadan da kadın tutsaklara özgürlük başlığı altında nöbet tutmak şart. Çünkü baskılar burada artıyor."
Tahliye kararını duyunca ne hissettiği sorulan Alpay, "Olması gereken gecikmiş, aslında hiç olmaması gereken bir davranış olarak karşıladım" diye yanıtladı.
Alpay'ın ardından Aslı Erdoğan da cezaevinden tahliye edildi.
Özgür Gündem davasında yargılanan ve tahliye edilen Necmiye Alpay'ın savunması:
Öncelikle bu davada dört aydır tutuklu bulunuşumun bir tür yargısız infaz niteliği taşıdığını söylemek istiyorum. Neden “yargısız” dediğimi olgularla açıklamaya çalışacağım. Olgular, iddianamedeki suçlamaların da temelsizliğini ortaya koymaktadır.
Benim Özgür Gündem Gazetesi ile olan somut ilişkim gazetenin basın özgürlüğünü desteklemek amacıyla katıldığım iki ayrı Voltaire ediminden ibarettir. İlke şudur: “Düşüncelerinize katılmıyorum ama, onları ifade edebilmeniz için elimden geleni yapmaya hazırım.”
Voltaire bu sözü 250 yıl önce söylemişti. O vakitten beri, düşünce özgürlüğü ne zaman tehlikeye düşse, ne zaman yazarlar ve basın yargılanmaya başlansa Voltaire edimleri devreye giriyor.
Ülkemizde Voltaire davaları 1990’ların ortalarında başlamıştı. İlk kez, Yaşar Kemal’in Der Spiegel’de yayımlanan bir yazısı aleyhine DGM’de dava açıldığında, o sıralar yargılanmakta olan yazılar bir kitapta toplanarak bini aşkın kişinin “yayıncı” sıfatıyla verdiği imzalarla mahkemeye gidilmişti.
Aradan geçen yirmi küsur yılda bu ilkeye dayalı edimler çeşitli biçim, içerik ve boyutlar alarak devam etti. Bu uğurda hapis cezası alanlar da oldu. Ayrıntılar için “Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü (1995-2015)” adlı kitaba bakılabilir.
‘Yayın Danışma Kurulu’nda adımın yer almasını kabul etmek benim Özgür Gündem’de katıldığım iki Voltaire ediminden ilkiydi. Amacım gazetenin özgürlüğüne destek olmaktı. Aynı amaçla, Mayıs 2016’da düzenlenen “24 saatlik nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katıldım ve katılımcılardan istendiği üzere, konuyla ilgili bir yazı yazdım ( 5 Haziran 2016).
Her iki sıfatla da, bırakınız silahlı örgütü, gazetenin kendi yapılanması içinde bile fiili bir görev, yetki ya da sorumluluk üstlenmiş değilim. Bu tür şekli ‘danışmanlık’lara pek çok yayında rastlayabilirsiniz.
‘Danışma Kurulu’ üyeliğimden ötürü, bu davaya kadar hakkımda herhangi bir soruşturma açılmadı, gazete aleyhine açılan sayısız davanın hiçbirine dahil edilmedim. Böyle olması da normaldir, çünkü kanunda (Basın Kanunu Md.11) danışman ya da yayın yönetmeni gibi sıfatların…
Cezai sorumluluk doğurması için öngörülen şartlar bizim olayımızda gerçekleşmemiştir. Bu durum ayrıca, “danışman” sıfatını şeklen taşıdığımın da kanıtlarından biridir.
Durum buyken, “konjonktür” nedeniyle olmalı, son aylarda her iki sıfat için de dava açıldı. Önce, “24 saatliğine nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katılımım hakkında İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ve tutuksuz yargılandığım davada TMK 7/2 /terör örgütü propagandası) suçu yöneltildi. Bu suçlama, kendi imzamı taşıyan yazıyla değil, yayımlanmalarında dahlim ve yetkim olmayan haber metinleriyle ilgiliydi.
Daha sonra açılan halihazırda davada ise, hiçbir somut delile dayanmayan bir kararla en ağır suçlamalar yöneltilerek tutuklandım. Yukarıda “yargısız infaz” derken, aşağıda açıklayacağım gibi, var olmayan delillere dayalı tutuklama ve ret kararlarından söz ediyorum.
Tutuklama kararını veren İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği karar metninde:
1) TCK 302 ve 214. Maddelerde öngörülen suçlara yönelik “kuvvetli şüphe” iddiasına dayanak olarak “toplanan deliller” diyor. Oysa benimle ilgili toplanmış tek delil yok, zaten olamaz da.
2) Tutuklama kararı, “şüphelinin yakalanmasına ilişkin (…) tutanak içerikleri” diyor. Oysa ben yakalanmış değilim; dosyada adımın geçtiğinden haberdar olur olmaz sayın savcıya gidip ifade verdim (ve aynı gün tutuklandım). Yakalanmış olmadığımdan, bir yakalama tutanağı, dolayısıyla içeriği de yok.
3) Aynı paragrafta, Özgür Gündem gazetesinde haberler yoluyla terör örgütü propagandası yapıldığı iddia ediliyor. Bu suç eğer gerçekse bile benimle bir ilgisi olamaz, çünkü gazete içerisinde herhangi karar yetkim, amir konumum, fiili ya da hukuki bir sorumluluğum olmadı. Olabileceğine dair dosyada delil de yok.
Basın Kanunu 11. Maddeye göre, gazetelerin yapılanmasında dört sıfat var ki, bunların gazete içeriğinde sorumlu tutulabilmeleri için, ‘sorumlu müdür’ü yönetiyor olmaları gerekir. 11. Madde tam olarak “yayın yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör, basın danışmanı gibi sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkili sorumlu olur” diyor.
Ben ise Özgür Gündem’de her iki sıfatımı da yalnızca şeklen taşıdım, sorumlu müdürü yönetmedim, herhangi bir yönetim işiyle veya fiili işle yetkilendirilmedim, yetkili olmadım. Ve dosyada, yetkili olduğuma dair bir kanıt yoktur, zaten olamazdı.
Gerçek bir yargı sürecinde bu yokluklara rağmen tutuklama kararı verilmeyeceği herhalde açıktır.
İddianameye gelince. Buradaki temel sorun, sayın savcının iddialarının izlenime dayalı, deliller –varsayılan suç bağlantılarına ilişkin kişisel kanıtlar- açısından boş olması ve ’gazete’ kavramı ile basın özgürlüğü kavramını bütünlüğüyle yok saymasıdır.
Bu dava kamu adına açıldı ve merkezinde bir gazete var. Suçlanan zemin bir gazetedir. Ne var ki, daha ilk cümleden itibaren bakış açısı gazeteden kaydırılıp silahlı örgüte çevriliyor ve orayı merkez haline getiriliyor. Ve bunu kişisel olarak benimle ilgili hiçbir veri ortaya koymadan yapıyor. Bu nokta İddianame’nin benimle hiçbir ilgisinin olamayacağı noktadır.
Ben gazetenin gazete olma yönüyle ilgiliyim. Öyle görünüyor ki, tutukluluğa itiraz makamları ve sayın savcı bu yönü, basın ve ifade özgürlüğünü hiç hesaba katmadıkları gibi, sanıkların tek tek özgül konumlarını da delillere dayandırmak gereğini dikkate almamışlardır. Bunun yerine İddianame’de, merkezinde silahlı örgütün, eylemlerinin ve yöneticilerinin yer aldığı bir tümdengelim şeması görüyoruz. Bu merkez hakkında sayfalar dolusu ansiklopedik, korkutucu bilgiler verilmiş. Bu sayfalara bir göz atmak bile insanı bir önyargıya ve ön yargıya yöneltebilir.
Buna karşılık, iddia edilen örgütsel bağlar kişiler açısında tek tek gösterilmiş olmadığından, şema gerçeklik kazanmıyor. “Örgüt bağı, örgüt üyeliği, örgüt adına hareke” gibi iddialar, bir ast-üst ilişkisini, hiyerarşiyi, görev-yetki-sorumluluk bağını somut olarak göstermek zorundadır.
Sayın savcı Özgür Gündem için bu tür bağların var olduğu iddiasının yalnızca gazetede yer verilen haberlerle kanıtlandığını varsaymış gibidir. Bir kez bile toplanmamış bir “Danışma Kurulu”nun bir kez bile danışılmamış bir üyesi olarak, “terör örgütü” üyesi ve propagandacısı sayılmayı hukuk skandalı saymamak herhalde mümkün değildir.
Sayın savcı, İddianame’nin “Deliller” bölümünde “nüfus ve kayıt örnekleri”ni delil olarak göstermekten, 4. Sayfada “gazete yetkilileri hakkında TCK’nın 302/1, 314/2, 220/1,2,8 ve 3713 sayılı yasanın 7/2 maddeleri uyarınca re’sen soruşturma başlatıldı” diyerek, hem ‘gazete yetkilisi eşittir terör örgütü üyesi’ denklemini kurmaktan, hem de tüm sanıkları “yetkili” saymaktan, ayrıca hakkımızda her anlamıyla en ağır cezaları talep etmekten kaçınmamıştır.
İddianamenin benimle ilgili bölümünde (s. 11) şöyle bir ibare var:
“…bilerek Yayın Danışma Kurulu Üyesi olarak yer almasının örgütün nihai amacını desteklediği, örgüt adına hareket ettiğinin kanıt olduğu”…
Aynı ibare diğer sanıklar için de tekrarlanıyor. Sayın savcı, hiçbir reel ve kişisel delil bulamadığı, göstermediği ve benim bilmeme olanak bulunmayan ‘örgütsel bağlantı’yı “bilerek” hareket ettiğimi iddia ediyor. Bu ima, kendisinin gerçekten de, silahlı örgüt ile gazeteyi bir ve aynı şey olarak gördüğünün kanıtıdır. Tıpkı “ele geçirilen” terimini kullanarak suç aleti saydığı kitaplar gibi, gazete ve dergiler de artık silahların yanı sıra korkutucu nesneler sınıfına dahil olmaya adaydır. Sayın savcının bir hukukçu olarak, silahlı örgüt ve terör eylemleri ile basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü savunuculuğu arasındaki mesafenin bir temel hak ve özgürlükler meselesi olduğunu dikkate alması gerekirdi. Bu nokta bugün özellikle önem taşıyor, çünkü yangını söndürmeye çalışanların da ateşe atılmak istendiği bir konjonktürle karşı karşıyayız.
Kişisel olarak, şiddetin, terörün ve çatışmaların son bulması için, toplumsal barışın tesisi için çana gösteren Barış Vakfı’ndan başka hiçbir örgütün üyesi, ya da, hukuk dışı bir salahiyetle kullanılan terimle söyleyecek olursam, ‘iltisaklı’sı değilim. Bütün çabam, her sesin ve herkesin susturulduğu tehlikeli bir teksesliliğe sürüklenmekten kurtulmamız içindir.
Özgür Gündem’de kanun önünde sorumlu sayılabileceğim tek veri “24 saatliğine nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katıldığım 5 Haziran 2016 tarihli nüshada yayımlanan “Kendi özgürlüğünü kendisi yaratan gazete” başlıklı yazımdır. Sayın savcı gibi ben de bu yazıyı izlenimlerime dayanarak yazmıştım ve tıpkı ‘danışman’lığım ve ‘nöbetçi genel yayın yönetmeni’ sıfatım gibi bu yazım da basın ve ifade özgürlüğünün savunulmasına yöneliktir. Yargılandığım diğer davanın savcısı benim yazımı suç delili saymamıştı. Halihazırdaki davanın sayın savıcısı ise İddianame’nin 11. Sayfasında “Özgür Gündem gazetesinin savunuculuğunu yaparak gazetenin geçmişini sahiplendiğimi” ileri sürüyor. Oysa yazımın gerek başlığından, herekse bütününden anlaşılacağı üzere sahiplendiğim husus, gazetenin geçmişi ya da içeriği değil, bir gazete olarak teslim edilmesi gereken basın ve ifade özgürlüğüdür. Sayın savcı, silahlı örgüt ile gazeteyi bir ve aynı şey olarak gördüğünden olmalı, yazımdan alıntıladığı şu cümleyi suç delili olarak gösterebilmektedir:
“Özgür Gündem geleneği, kirli savaşın önde gelen kurbanlarındandır.”
Yazının bütünü gibi burada da gazeteyi ve daha önce kapatılan seleflerini kastettiğim apaçıktır. Benim odağımda gazete var, basın var.
Terör örgütü propagandası ya da silahlı örgüt savunusu ile basın ve ifade özgürlüğünü savunmanın daha fazla birbirine karıştırılmayacağını umuyorum. Bu konuda Burcu Karakaş’ın deneyimli gazetecilerle konuşmalar yaparak hazırladığı “90’lı Yıllarda Gazetecilik” adlı kitabın ibretle dolu içeriğini kaynak gösteriyorum.
Ülkemizin yangından kurtulmak için tüm yurttaşlarının özgür ve yapıcı sesine ihtiyacı var. Sırayla herkesin ve her sesin susturulduğu bir sürecin ne anlama gelebildiğini bize tarih gösteriyor. Bu açıdan, Voltaire tavrının temel ve hayati olduğuna inanıyorum. Bütün Voltaire’lerle ve çözüm çabalarına tanık olduğum herkesle, çabaları ölçüsünde gurur duyuyorum.
Özgür Gündem davasında yargılanan ve tahliye edilen yazar Aslı Erdoğan'ın savunması
Savunmamı hukuk varmış gibi ve hukuk adına yapacağım. Beş aydır yaşadıklarım, siyasi ortamın her türlü hukuksal refleksi bastırdığına, cezalandırma, hatta ortada “suç” bile yokken, “ibret olsun” diye cezalandırma aracına dönüştüğüne işaret ediyor.
Hukukçulara hukuk anlatmak haddimi aşmak olur. Hukuku savunmak da öncelikle hukukçuların görevi.
Hukuk sadece devleti ya da devlet kisvesi altında siyasi iktidarı değil, toplumu ve bireyleri de korumakla yükümlüdür. Devletin üç temel organından biri olan yargının bağımsızlığı, bireylerin adil ve yasalara uygun biçimde yargılanmasının garantisidir ki bu en temel insan haklarından biridir.
Bütünüyle yasal bir gazetenin, gerekli izinleri almış, sarı basın kartları dahil her nüshası basın savcılarının denetiminden geçen, “Turkuaz” gibi dağıtım şirketlerinden birinin Türkiye’nin her yerinde dağıttığı “Özgür Gündem” gazetesinin, bütünüyle sembolik, yani kâğıt üzerinde hiçbir yetkisi bulunmayan danışma kurulunda adım geçtiği için tutuklandım.
Künyede adım beş yıldır yer almakta. Beş yıldır gazeteye açılan davaların hiçbiri Basın Kanununa uygun biçimde danışma kuruluna aksettirilmemişti. Danışman olduğum yıllar içinde benzer KCK davaları, soruşturmaları açıldı, ama ben hiçbirine tanık olarak dahil edilmedim.
Özgür Gündem danışmanlığı da, kimse aleyhine bir delil, bir suç olarak sunulmadı.
18 yıl önce Radikal gazetesinde başladığım, yerli ve yabancı basın organlarında sürdürdüğüm köşe yazarlığım boyunca, tek bir yazıma dava ya da soruşturma, hatta hakaret davası dahi açılmadı, buna iddianameye konan yazılar da dahildir.
Hiçbir siyasi, adli davada yargılanmadım “Künyede adı geçmek” gibi kanunda tanımı olmayan bir suçlamaya, TCK’nin en ağır maddeleri atfedildi: Devletin birlik, bütünlüğünü bozmak, silahlı örgüt kuruculuğu, silahlı örgüt üyeliği, silahlı örgüt propagandası hangisi tutarsa gibisinden.
302’nin devleti yıkma amacıyla silahlı örgüt kuranlara uygulanan madde olduğunu cezaevinde öğrendim ve idam cezasının yerine ikame edilmiş “ağırlaştırılmış müebbetle” bu yüzyılda yargılanan ilk kadın edebiyatçı olarak tarihe geçtim.
Benimle beraber, yasal bir gazetenin sembolik danışma kuruluna ismini vermiş diğerleri, Yeşiller Partisi kurucusu Bilge Contepe gibi, Türkiye’nin tek Nobel Barış Ödülü adayı Ragıp Zarakolu gibi, dilbilimci Necmiye Alpay gibi ansızın kendimizi PKK-KCK torbasına en tepeden atılmış buluverdik.
Basın Kanunu’na göre Danışma Kurulu’nun hukuki sorumluluğu bulunmaz, bu kurul beş yıllık tarihinde bir kez olsun toplanmamış, tek bir karar almamıştır.
Danışmak, adı üstünde; bana danışabilirsiniz ama görüşlerimi kabul edip etmemek sizin hukuki ve ahlaki sorumluğunuzdadır. Hürriyet’in danışmanı sayın Doğan Hızlan, Hürriyet’te yalnızca kendi yazılarından sorumludur. Özgür Gündem için de uygulama beş yıldır böyleydi, hukuk çerçevesindeydi.
Bu iddianamede hukukun temel ilkelerinin çiğnendiğini düşünüyorum. Ceza kanununun esası olan cezanın kanuniliği ilkesi, iddiaların somut delillerle ispatı gereği, masumiyet karinesi, eylem ve düşünce farkı, biri için suç sayılanın herkes için suç sayılması, lehte ve aleyhte delillerin toplanması, Hammurabi’den beri varolan suçun şahsiliği ilkesi...
Ama en vahimi, 26 yılda 8 kitap, yüzlerce yazı yazmış, 30 kadar dile çevrilmiş bir edebiyatçının, cımbızla seçilmiş 4-5 cümlesinin örgüt üyeliğine somut kanıtmış gibi sunulması, ki bu Voltaire’nin üç yüz yıl önce formüle ettiği düşünce ve ifade özgürlüğünün çiğnenmesinden öte bir adımdır.
“Siyasi otorite gibi düşünmeyen suçludur, kendi bizzat tersini ispatlayana dek cezalandırılacaktır.”
Bu Ortaçağ’ın, Engizisyon’un bakış açısıdır.
Edebiyat, tek cümleye sığdırabilirsem, insan ruhuna ayna, aynalar tutmaktır. İnsana dair bütün sesleri duymak, duyumsatabilmek için yola çıkar, gerçekliği çeşitli boyutlarıyla, katmanlarıyla yakalamaya çalışır. Binlerce farklı duygulanıma, okumaya, yoruma açıktır. Sayın Savcı içeriğini, türünü, başlığını, göndermelerini, anlatım tekniklerini anlamadığı yazılardan cümleler –ki bir kısmı gazete haberlerinden alıntıdır- hatta bir cümleden dört sözcük seçmiş, kendi öznel yorumuyla, muğlak imalar ve varsayımlarla, zorlayarak suç unsuru aramış, kendi yorumunu “somut delil” niyetine sunmuştur.
Bu hakikat üzerine tekel ilanıdır. Ölenlerin acısına açılabilmek olan edebiyatın idam cezası yerine ikame edilmiş ağırlaştırılmış müebbetle yargılanmasıdır; düşünce ve ifade özgürlüğünün yanında duyguların, empatinin, acıya saygının, insan sesinin ve aslında vicdanın yargılanmasıdır. Vicdansız adalet olmadığı gibi edebiyat da olmaz.
Kürtçe edebiyatın önde gelen ismi, Özgür Gündem'in eski köşe yazarlarından Mehmed Uzun bu davada yargılansaydı, PKK’yi anlatan romanı suç delili olarak kabul edilecek miydi?
Oysa mafya romanı yazmış birinin, mafya üyesi olması gerekmediğini herkes bilir! Kaldı ki benim böyle bir romanım da yok! PKK üzerine bir çalışmam, yazım, tek cümlem dahi yok!
PKK yöneticileriyle 90’lı yıllardan beri söyleşiler yapılmış, kitaplar yazılmış, pekçok gazeteci 2013’te Kandil'e gitmiştir. Ben ne Kandil’e gittim, ne PKK ile ilgili tek satır yazdım, ama dört cümlemden örgüt üyesi olduğum iddia ediliyor.
Ben bir yazarım, benim varoluş nedenim anlatmak. Sözcüklere anlam, Anlam’a sözcükler vermek… Sözcüklerle hayat arasındaki boşluğa işaret etmek, insanın trajik hikayesinin biçimlendiği uçurumu dillendirmek.
İlk hikayemle Yunus Nadi Ödülü’nü kazandığım 1990’dan beri yazıyorum. İlk romanım, Karayiplerde geçen bir aşk hikayesi “Kabuk Adam” 1994’de yayınlandı.
Cenevre sokaklarında yürüyen tek gözlü bir kadının hikayesi olan “Mucizevi Mandarin” (1996), Fransızcadan Makedoncaya pek çok dile çevrildi; Fransa’da Le Monde gazetesinde övgüyle karşılandı; İsveç’te yılın kitapları arasına seçildi.
Rio de Janeiro’da geçen bir kent romanı “Kırmızı Pelerinli Kent”, ölüm, ölümlülük bilinci ve yazı ilişkisi üzerinedir; Orfeus efsanesine getirdiğim yorumdur. On iki dille çevrilmiş, hakkında Avrupa’nın önemli derilerinde ve gazetelerinde 100’den fazla makale yayımlanmıştır. Türkçe edebiyatı temsilen ‘Türkiye seçilerek Almanca yayımlanmış, Almanya’da büyük ilgi görmüştür.
Fransa’da çağdaş bir klasik olarak nitelendirilen bu kitapla “Geleceğe Kalacak 50 Yazar” arasına seçildim. Kafka, Beckett, Malcolm Lowry, Antonin Artoud gibi büyük yazarlarla kıyaslandım.
Yunus Nadi, Sait Faik, Dünya Yılın Kitabı gibi ulusal ve Deutsche Welle, Norveç’te kendi ülkesinde dışlanıp uluslararası düzeyde tanınan kadın yazarlara verilen “Sınır Tanımayan Sözcükler”, İsveç’te Tucholsky, Hollanda’da Kraliyet Ailesi’nin verdiği Onur Ödülü’nü kazandım.
Kitaplarım İngilizceden Arapçaya 17 dile –içlerinde Kürtçe yok- çevrildi. Hikayelerim ve denemelerim ise Japoncadan Katalancaya 30’a yakın dilde yayımlandı; sinema, dans tiyatrosu, tiyatro ve baleye uyarlandı; Milan Piccolo’da Serra Yılmaz tarafından seslendirildi. 2010’da Lillehammer Festivali ana konuşmacısı seçildim –ki bu onur daha önce Yaşar Kemal’e verilmişti. 2011’de Zürih şehir yazarı seçildim., ki bu davayı birebir ilgilendirir.
Bütün bunları kitaplarımın reklamını yapmak için anlatmıyorum. Zaten Türkiye beni, en başta kadın olduğum için bunca dışlamamış olsaydı, biliyor olurdunuz.
“Aslı Erdoğan’ı okumuş olsalardı, onu tutuklamazlardı” demiş Günter Wallraff.
Bu PKK – KCK torbası öyle aceleyle hazırlanmış ki, beni de katanlar yazarlığımdan, yani Google’da iki dakikada edinecekleri basit bir bilgiden dahi habersizdi.
PKK – KCK üyesi olduğum gibi, çok daha güç ulaşılabilecek bir bilgiye sahip oldukları iddiası, bir fizikçinin daha güneş sistemini göremeden bir karadelik bulduğunu iddia etmesine benziyor. Ama bir fizikçi sadece bilimle alay eder. En azından insanların hayatını mahvetmez.
Bir edebiyatçının kendini gerçekleştirdiği ye kitaplarıdır, yani iki sayfasını okursanız, gerçekte kim olduğunu görürsünüz.
Orhan Pamuk’tan Ruth Kluger’e saygın yazarların edebiyatımla ilgili birkaç cümlesi bence bu iddianameye gereken yanıtı veriyor:
“Dünyanın trajik yüreğinin attığı bir yazar”, “erkeklerin tekelinde olan bir temayı, özyıkımı, kadın diliyle anlatan bir yazar”, “Kurbanın hikayesini anlatan ve şiddeti sonsuza dek lanetleyen bir yazar”
Edebiyatımla ilgili yüzlerce söyleşi, makale, araştırmanın bulunduğu “flash” bellek aylardır kriminal malzeme olarak incelenmektedir.
Bu yazıların tümü yıllardır sitemde ve İsveç, Fransız, Alman yayıncılarımın sitelerinde mevcuttur, kamuya açıktır.) Şiirsel, kapalı, karanlık ve derin bir yazar olarak nitelendirilirim, varoluşçu, romantik-modernist, post-romantik olarak tanımlanmışımdır. Felsefe, mitoloji ve dinsel metinlerden beslenen edebiyatımın ana temaları iç ve dış dünyanın çelişkisi, ölüm ve ölüm bilinci, yalnızlık, yarılma ve yaradır. Her satırına derin bir yalnızlığın sindiği bir yazarın örgüt üyeliğinden yargılanması da ayrı bir ironi.
Asıl mesleğim yüksek-enerji, parçacık fiziği. CERN'de (Avrupa Yüksek Enerji Fiziği Laboratuvarı) çalışmış, Higgs parçacığı üzerine tez yazmış ilk Türkiyeli fizikçilerdenim, bilimsel makalelerim de var.
Fizikçiler için bir teorinin ispatı, nedensellik bağlantısı içinde birbirine bağlanan olguların ispatıyla mümkündür, kendi içinde ya da olgularla çelişen bir teori çöpe atılır. Fizikçi gözüyle, bu iddianame kendi içinde, temel noktalarda çelişmektedir, tutarsızdır, nedensellik bağlantısını kuramamaktadır ve olgularla da çelişmektedir. Sanki el altından dağıtılan, yalnızca PKK'lıların okuduğu, yazdığı bir gazete gibi gösterilmeye çalışılan Özgür Gündem'in otuz kadar gazetecinin ve kırk kadar köşe yazarının kolektif emeğiyle, devletin izniyle ve gözetiminde yayımlanan, serbestçe dağıtılan bir gazete olmasıyla çelişmektedir.
Açık, somut bir örgüt bağlantısından sözedilmediği, gazete ile KCK ilişkilendirilmediği gibi, bu yetmiş kişiden sadece gazete yöneticisi iki kişiye dava açarak bizzat iddianame bu örgütsel yapıya en başta kendinin de inanmadığını göstermiş, boşluğunu, mantıksal tutarsızlıklarını gizlemek için de ceza maddelerini yığmış, üstelik gazeteden ne hukuken ne de pratikte sorumlu olmayan "danışma kurulu" üyelerini de, yönetici sanarak, örgüt torbasına katmıştır. Örgüt üyeliğime somut delil olarak sunulan tek şey künyede adımın geçmesidir. Yani yazarak ve okuyarak geçen yirmi küsur yıldan sonra, sanırım 2011’de – ya da hakkımda bugüne dek hiçbir KCK davası, soruşturması açılmadığına göre 2016’da- PKK-KCK davası on yıl ceza istenen bu faaliyeti, ismimi künyeye yazarak ilan etmiş, ama KCK adına başka faaliyette bulunmamışım.
Fiziği bırakıp kendini edebiyata adayan, “çağdaş klasik” olarak nitelendirirken romanlar, “düzyazı şiir” türünde metinler yazan bir yazarın, üstelik omurilik ameliyatı geçirmiş, yarı sakat bir kadının, orta yaşa geldiğinde, İtalyan mafyasına girmesi, yöneticiliğe yükselmesi hayatın doğal akışına uygun mudur?
İllelgal siyasi bir yapıya girmesinden daha uygundur; çünkü edebiyat ideolojik kısıtlamaları kaldırmamak, düşünsel bağımsızlık ve yaratıcı özgürlük yazabilmem temel koşuludur. Edebi yaratı, empati, duyarlılık, mutlak bir kendini adayış ve yalnızlık takip eder. Bir yazarın PKK gibi bir örgütün doktrinini, disiplinini, hiyerarşisini, örgütsel dilini, siyasi hedeflerini her şeyin önüne koyan anlayışını kabul etmesi, edebiyat için ölüm fermanıdır. (17 yıllık bir edebiyat kariyerinden sonra silahlı örgüte iren tek edebiyatçı duymadım tarihte...)
İllegal yapıların gerektirdiği gizlilik, senede otuz kadar röportaj veren, uluslararası panellere katılan, hayatı gözler önünde olan biri için imkansızdır. Benimle ilgili sekiz belgesel çekilmiştir. Bunlardan biri Nazım Hikmet, Orhan Pamuk, Yaşar kemal, Murathan Mungan, Elif Şafak ve benimle ilgili 6 bölümlük bir dizi, TRT dahil dünyanın farklı ülkelerinde yayınlanmıştır.
Bu belgeselde bahsettiğim cezaevinden gelen mektuplara, kimi on beş yıllık, kimi çoktan kitaplaşmış mektuplardan sadece PKK’lı mahpuslardan gelenler ayıklanarak el konulmuş, örgüt dokümanı torbasına atılmıştır.
Türkiye’de, yurtdışında yayımlanan yüzlerce söyleşide siyaseti bir iktidar arayışı olarak gördüğümü ve iktidarın her türlüsüne karşı olduğum için aktif siyasetten uzak durduğumu, hiçbir hiyerarşik yapıda var olmadığımı, siyasi ve hiyerarşik yapıların da kendi içinde bir iktidar kurarak şiddet ürettiğini her türlü şiddete karşı olduğumu, “şiddetsizlik hali nasıl mümkündür” sorusunu tek kutsal soru gördüğümü, meşru müdafaa dahil öldürmeyi kabul etmediğimi, hatta et dahi yemediğimi, savaş karşıtı, antimilitarist ve vicdani retçi olduğumu defalarca dile getirdim, defalarca yazılarımda yazdığım gibi… (Bunların hiçbiri delil olarak mahkemenize sunulmamıştır.)
Kürt meselesinde ideolojik bir tavrım, siyasi bir çözüm önerim, reçetem olmadığına dair bir söyleşi Hukuk Politik internet sitesinde bile yayımlanmıştır.
Köşe yazarlığına 1998’de Radikal gazetesinde başladım. Bugüne dek edebiyat dergilerine, kitap eklerine, Radikal, Radikal II, Birgün, Taraf, Özgür Gündem gibi gazetelerde, Esmer, Bayan Yanı, Öküz, Leman, Fil ve Kara Karga dergilerine yazdım. “Arena” dergisinde köşem vardı, tutuklandığımda Norveç Klassekampen Gazetesi’ne ve Kara Karga dergisine de yazmaktaydım. Fransa, Almanya, İsviçre, İsveç, Norveç, Belçika basınında makalelerim yayımlandı. Köşe yazılarım “Bir Yolculuk Ne Zaman Biter”, “Bir Delinin Güncesi”, “Bir Kez Daha” başlıklarıyla kitaplaştırıldı. Japoncadan Kalatancaya pek çok dile çevrildi. Kimi Özgür Gündem yazılarım Avusturya’nın köklü edebiyat dergisi Manuscript ve Norveç Klassekampen gazetesinde yayımlandı, şu anda kitaplaşmakta: “Artık Sessizlik Bile Senin Değil”.
18 yılda tek bir yazıma bile dava açılmayışının gösterdiği gibi ideolojik bir yazar değilim, güncel siyasete girmem, sansasyonel, sloganvari bir dilden uzak durduğum gibi, çatışma ve savaş dilini eleştirdim, yargılarda bulunmam. Yazı ya yargıdır, ya çığlık. Felsefi, sosyolojik boyutları olsa da köşeyazılarım olabildiğince edebiyat metni olarak kurbanların sessiz çığlığını işitilir kılmak için yazılmıştır.
Öncelikle kadınları anlattım, erkek egemen düzenin dilsizleştirdiği kadınlar, kadın cinayetleri, tecavüz, türban yasağı mağdurlarından kürtaj yasağı mağdurlarından sayısız kadını anlattım, İşkence ve cezaevleri sıkça işlediğim konulardır. (Sayın savcının iddia ettiği gibi bir KCK tutuklusunun ölümünü yazarak KCK’ye girmişsem, bugüne dek girmediğim örgüt kalmadı; İBDA-C dahil! Hatta bir uyuşturucu satıcısının dosyasındaki hukuksuzluğu ele aldığım için uyuşturucu mafyası yöneticiliğinden de tutuklanabilirim.)
Konular arasında cezaevlerindeki hak ihlalleri de var. Kışlalardaki askerler de hikayelerini anlattıklarım arasında. Soma'da ölen madenciler de, Kürtler de var; Romanlar, Aleviler, Ermeniler, siyahlar da... Hem Türkiye’de hem Avrupa’daki ayrımcılığı anlattım, toplama kampları ve Yahudiler de var; Filistinlileri de anlattım.
Ulusal kimliğin oluşumu, cinsiyetçilik, militarizm, hukuk ve polis devleti, barış veya savaşdaki düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik baskılar 18 yıldır işlediğim konulardır. PEN için hapsedilmiş yazarlarla ilgili araştırma yapmıştım.
“Ortak Çukur” adlı yazımda PKK’nin üstlendiği bir kundaklamada ölelerle işkencede ölmüş bir sendikacıyı aynı yerde, ortak bir vicdanda buluşturdum. “İnsan kendinden bir parçayı öldürmeden, bir başkasını öldürmez.
6-7 Ekim olaylarından sonra, pek çok bombalama eyleminden sonra, faillerin kim olduğuna bakmadan, kurbanların hikayesini dillendirdim. İnsan öldürmeyi haklı çıkaran tek bir davaya ya da kavrama inanmadığımı on sekiz yıldır yazıyor, bireysel ve toplumsal vicdanın şekillenmesinde bir yazarın sorumluluğunu üstleniyorum.
2010 yılında ekonomik nedenlerle köşe yazarlığına dönmek zorunda kalınca, Cumhuriyet ve Milliyet'e başvurduktan sonra Radikal’e girdim. (Savcının iddianameye koyduğu birkaç satır, kendini yakan KCK tutuklusunun hikayesini Radikal için araştırdım, iddia edildiği gibi ne Özgür Gündem’e ne KCK’ye girdim!)
Yönetim değişikliğiyle işten çıkarılana dek Radikal’de yazmaya başladım. Özgür Gündem, yaklaşık kırk kadar köşe yazarının yer aldığı, emek-ekonomi, kültür-sanat, ve toplum sayfalarına yanında kadın sayfalarının da olduğu yasal bir gazetedir (en azından bir kaç ay öncesine değin), kadınların genel yayın yönetmenliği yaptığı tek gazetedir. 90’lı yıllarda Kürtleri dışlayan ötekileştiren, faili meçhuller gibi insanlık suçlarını örtbas eden ana akım medyaya bir seçenek olarak doğmuştur. Kürtlerin kendi gerçekliklerini anlatabilmeleri, kendi hikayelerinin öznesi olabilmeleri, Kürt kültürünün ve gerçeklerinin Kürtçe bilmeyenlere de ulaşabilmesi açısından Özgür Gündem gibi yayın organlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Geçmişte ve bugün de kendilerine ve ötekiyle yüzleşebilmek uzlaşmanın birlikte yaşamanın temel koşuludur. Köşe Yazılarımda bir barış dilinin hatta bir barış köprüsünün kurulması için katkı sunmak istedim.
Özgür Gündem’e bugüne dek pek çok edebiyatçı yazmıştır. Vedat Türkali, Murathan Mungan, Mehmet Uzun, Ahmet Telli, Orhan Alkaya, Suzan Samancı, Feyza Hepçilingirler, Cezmi Ersöz, İsmail Beşikçi ve Musa Anter gibi kültür abideleri de yazmıştır; Akın Birdal, Ercan Kanar, Muharrem Erbey gibi hukukçular da; Yalçın Küçük, Server Tanilli, A. Başer Kafaoğlu, Muhsin Kızılkaya, AKP milletvekili Mehmet Metiner gibi farklı siyasi görüşlerden pek çok kişi yazmıştır. (M. Kızılkaya ve Mehmet Metiner ayrıca danışma kurulu üyesiydiler.)
Bir gazetenin genel çizgisiyle köşe yazarları arasında bir fikir birliği asla olmaz. Bence siyasi ya da düşünsel yelpazesinin genişlemesi bir gazetenin zenginliğidir. Radikal’de aynı dönem yazdığım yazarlar farklı gazetelere dağılmıştır: Milliyet, Hürriyet, Cumhuriyet, Taraf, Sabah, Akşam, Birgün ve benim gibi Özgür Gündem’e geçenler…
Bugüne dek aynı gazeteyi paylaştığım 400 kadar yazardan, aynı paneli, forumu paylaştığım bin kadar konuşmacıdan, onların kimliklerinden ve düşüncelerinden sorumlu değilim, kendi yazımlarımdan sorumluyum. İfade ve düşünce özgürlüğünü hatmetmiş her yazar, kendisi gibi düşünmeyen pek çok kişiyle aynı forumu paylaşacağını bilir, düşüncelere düşüncelerle karşı çıkmayı bir meslek etiği olarak kabul eder. Söyleyeni hapsedilmekle dillendirilmekten vazgeçiren hiçbir düşünceye tarihin tanıklığı olmamıştır. Aksine illegalite karanlığına sinen düşünceler kontrolsüz bir gelişime kavuşur. Açıkça söylenebilen ise karşı görüşlerin yenilgisiyle etkisizleşir.
PKK yöneticileriyle, 90’lardan beri, ama özellikle 2013-2014 yıllarında düzinelerce söyleşi yapılmış, görüşleri ana akım medyada duyurulmuştur. Bunlara rağmen, Yargıtay’ın içtihadına rağmen, Bese Hozat’ın Özgür Gündem’e yazmasında ısrarla suç aranmasını, her yazar gibi o da yazdıklarından sorumludur, hem de internet çağında, herkesin twitter, blog vb araçlarla istediği kullanıcı adıyla kendisini ifade edebildiği bir zamanda ısrarla suç aranmasına, üstelik bu suçun her konuda bir kararı, etkisi, yetkisi ve sorumluluğu bulunmayan danışma kuruluna yıkılmasını mantıken de, hukuken de, ahlaken de doğru bulmuyorum.
Danışma kurulu bir kez olsun toplanmamış, herhangi bir karar almamıştır, gazetenin yayın politikasında etkisi ve yetkisi yoktur, bana herhangi bir konuda -gazetenin genel yayın politikası, gelirlerin arttırılması vb.- danışılmamıştır.
Mahlasla yazılan yazılardan haberdar değildim, Ali Fırat ismine hiç rastlamadım. Bir yazar mahlasını değiştirebilir, bazen bir mahlası birden fazla yazar paylaşabilir. El yazısını görmeden bir mahlasın kime ait olduğunu kesin olarak bilmek imkansızdır. Bir fizikçi olarak, kesinliğini bilmediğim şeyler hakkında fikir yürütmem, tavır almam. Ben istihbaratçı değilim, sansürcü de değilim.
Özgür Gündem'e yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra (2011-ilkbahar) danışma kuruluna girmem teklif edildi. Edebiyat dergilerinin de danışmanları bulunur, tanınmış, belli bir saygınlığa ulaşmış isimlerden seçilir, derginin mutfağına girmez, isimleriyle farklı okurlara ulaşmasına yardımcı olurlar. Kendi alanımda -edebiyat, kültür, sanat- bir katkım olabileceğini, hatta bir kitap eki çıkarabileceğimi söyleyerek kabul ettim. Ama böyle bir ek zaten çıkmadı.
Birkaç ay sonra ''Zürih Şehir Yazarı'' seçildim. 2011 sonbaharında Zürih'e, oradan Yourcenar bursuyla Fransa'ya, oradan da bir başka yazarlık bursuyla bir yıllığına Avusturya'ya geçtim. 2012 sonunda ağır bir kanama geçirip yazmayı bıraktım. Basına yansıyan sağlık sorunlarımla Türkiye Büyükelçiliği bizzat ilgilendi, konsolosun desteğiyle 2013 yazında Türkiye'ye döndüm. ''Danışmanlık'' statüsünün hukuken bir sorumluluk taşımadığını da bizzat yetkililerden teyit ettim. İddianamede Özgür Gündem'i sahiplendiğim iddiasının aksine, 2013'te köşemi bıraktım, 2014'ten beri aralıklarla yazıyorum. 2015'te bir başka yazarlık bursu için gittim ve bu sene başında döndüm.
Beş yılın iki buçuk yılında yurtdışında burslu yazardım, bir yılında ise hastaydım. Gazetelerde haberler saati saatine takip edilir, gazeteciler ve editörler günde iki üç kez toplanıp haber seçer, sayfa düzenler, manşeti belirler.
Bir gazetenin gizlice, uzaktan kumandayla yönetilmesi tamamen imkansız, mantıkdışıdır. Üstelik kritik gelişmelerin yaşandığı 2015 yılında, ben Polonya, Krakow’daydım, haberleri dahi izleyemiyordum.
2013’te “Sınır Tanımayan Sözcükler” ödülünü kazandığımda, edebi başarılarım hakkında genellikle sessiz kalan basın, bu kez topluca haber yapmış ama yönettiğim iddia ya da ima edilen Özgür Gündem sessiz kalmıştı. Bir ricada bulunmayı bile etik anlayışıma ters gördüm. Hayatım boyunca hiçbir siyasi hiyerarşik yapıda yer almadım, hiçbir kurum ya da kişiyi yönetmedim, sahiplenmedim, kimseden emir ya da talimat almadığım gibi kimseye de vermedim. Ben sadece bir yazarım, yazdıklarımın dışında hiçbir şeyden hukuken ve ahlaken sorumlu değilim, tutuklamam.
“Yetmiş beş, yetmiş altı” başlıklı yazımda, kendini yakan bir KCK tutuklusunun ölümünü araştırmam “KCK” davasını sahiplenmek ve bizzat KCK’ye girmek gibi yorumlanmış, ki bu akıldışı, paranoyakça bir yorumdur. Beni uluslararası düzeyde bir insan hakları savunucusu olarak tanıtan 18 yıllık köşe yazarlığımın bütünselliği içinde bakıldığında, kötü niyetli bir çarpıtmadır. Bu mantıkla, bir KCK tutuklusuyla, Aslı Erdoğan’la dayanışma gösteren yazarlar, sanatçılar, müzisyenler, avukatlar, yayıncılar, akademisyenler, HDP, CHP ve hatta AKP gibi farklı partilerden siyasetçiler, Nobel ödüllü Orhan Pamuk ve Coetzee, İsveç’ten Katalonya’ya PEN örgütleri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları İzleme Komitesi ve Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, on binlerce kişi ( Y. Zelanda’dan S. Arabistan’a on binlerce kişi) bir haksızlığa, hukuksuzluğa maruz kalan bir yazarla dayanışıyor, KCK’ye mi giriyor?
Bu yazıda ve onun devamı niteliğinde olan “Öteki Gündem” başlıklı yazıda açık bir biçimde belirttiğim gibi düşünce ve ifade özgürlüğüne, haber alma hakkına yönelik baskıları, gazeteci ve yazarların tutuklanmasını eleştiriyorum.
***
Basında ve internette yer alan tek tük haber arasında farklı bilgiler de var, bu konuyu avukatım araştırdı. Kim olursa olsun, bu kişi ölmüştür, öldürülmüştür. PKK’li mi, sivil mi, bir olayın faili mi, bilemem ve yorum yapamam. Benim de polislerin de Allah’la özel bir telefon hattı olmadığına göre artık bilmemiz imkansız. Kendini savunma hakkı olmayan bir ölüyü yargılamak, hatta yargılamadan suçlu ilan etmek hukuki değildir, ahlaki değildir, insani değildir. İslami değerlere göre günahtır. Ama işkencenin suç olduğunu biliyoruz. Bir yazarı suçlu çıkarma gayretkeşliği içinde, sanki bombalama eylemlerini aklamaya çalışıyormuşum gibi bir imayı esef verici buluyorum.
“Soğudukça acısı hissedilen bir yaraya benzeyen hayat, ya da düpedüz yokluğu hayatın… Hayatın yerine ikame edilen sözcüklerin üstlendiği sessizliğin korkunç ağırlığı…” Bu ve benzeri cümlelerden, savcının alıntıladığı bölümden anlaşılabileceği gibi “Faşizm Güncesi Bugün” başlıklı yazı edebi bir metindir, ama bir hikaye ya da hikayeleştirme değil, iç monologdur, bir olay örgüsü kurulmamış, dış dünyanın şiddetinin anlatıcının iç dünyasında yol açtığı parçalanma anlatılmıştır. Anlatıcının Türkiye’yi anlattığına dair bir cümle de yoktur. Varşova gettosunda ya da Paris’te yazılmış olabilecek, evrensel bir metindir. Herhangi bir operasyonun, çatışmanın, savaşın anlatılmadığı bu metindeki bir cümleden yola çıkarak, sayın savcı Lice’deki operasyonu anlattığım sonucuna varmış, “İnsanların bodrumlarda diri diri yakıldığı günlerde yaşamak” cümlesini Lice’deki operasyona bağlamış. Hâlbuki yazının yazıldığı tarihte henüz Lice’de operasyon başlamamıştı, bu detayları iddianameden öğrenmiş oldum. Lice’ye dair bir bilgim, yorumum, yazım yok.
Önceki yazılarımda, Heimrad Backer’in tutanak tekniğiyle belgelerden, raporlardan, bir otopsi raporundan, tanık anlatımlarından alıntılayarak Cizre ve Sur’a yazmıştım. Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü gibi ulusal ve uluslararası gibi pek çok kurumun raporları, otopsi raporları ve tanıklıklar Cizre ve Sur’da çocukların öldürüldüğünü doğrulamaktadır.
“Bir yanlışlık olmalı” dedim evimi basan time. “Danışma kurulunun bir yetkisi yok yok” dedim günlerce... Acemice hazırlanmış fezlekeyi gördüğümde Aslı Erdoğan’ın yazarlığından, ne yazdığında, temel hukuk kavramlarından habersiz bir polisin alelacelele okuduğu yazılardan çekiştirdiği cümlelerden ibaret, “örgüt üyesi” gösterme gayretliğini de ele veren bu fezlekenin hukuktan, yani savcıdan döneceğini sandım. Sulh Ceza Mahkemesine girdiğim an anladım. Olmayan bir suça ceza biçilmiş, danışma kurulu üyeliğim bahane edilerek, tam açılımını bilmediğim K-C-K torbasına atılmışım. Siyasi lincin bir parçası olarak neden hedef seçildiğimi, iktidarın var gücüyle, kendi halinde yalnızca kalemiyle var olan bir yazarın üzerine neden gittiğini hala anlamasam da, bunun bir gövde gösterisi, gözdağı operasyonu, ‘cadı yakma’ ayini olduğunu seziyorum. Türkiye bugüne kadar yüz elliden fazla edebiyatçısını şu ya da bu sebepten tutuklayarak hapsetmiş, anlaşılmaz bir hınçla kendi dilini kesmiştir. Şu görünümden Türkçe edebiyatı uluslararası düzlemde temsil eden bir kaç edebiyatçıdan birinin jandarmalar arasında edebiyatını savunmasından bu ülke utanç duymuyor., neden utanç duyması gerektiğini bile anlamıyorsa en temel şeyi öğrenememiş demektir. Aynaya bakmak.
Aylar önce takipsizlik kararı verilmesi gerekirken, hakkımdaki istinatların düşürülesini, beraatımı ve tahliye talebimi tekrar ediyorum. Beniz dinlediğiniz için teşekkürler...
Saygılarımla...