'Osmanlı Mustafa Kemal’in yanında dursaydı...'
"İstanbul’daki hükümet eğer Sevr anlaşmasına uymazlarsa kaybedecek çok şeyleri olduğunu biliyordu; en başta İstanbul olmak üzere. Daha fazla şey kaybedilebilecek olması riski ve Boğaz’da yabancı donanmaların demirlemiş olduğu bir vaziyette Saray’ın milliyetçileri niye aceleci, tehlikeli ve savaştan elde kalan azıcık şeyi bile risk eden bir hareket olarak görebildiğini anlıyorum. Ama işte tarihin cevaplanamayacak bir ‘eğer...’ sorusu. Saray Mustafa Kemal’in yanında dursaydı ve Osmanlı İmparatorluğu modern Türkiye’nin sınırları içinde var olmaya devam etseydi ne olurdu? Ama bunu kim bilebilir?!"
DUVAR - Oxford Çağdaş Ortadoğu Çalışmaları Bölümü Başkanı Eugene Rogan ile söyleşimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kut’ül-Amare’ye kitabında geniş yer veren Rogan, bu Osmanlı zaferinin, İngilizlerin tarihindeki ikinci büyük yenilgi olduğunu söylüyor. Rogan, Lozan tartışması için de, “Lozan’ın müthiş kazanımlarını sorgulamak akıllıca değil” diyor.
*
Bu sene Nisan ayında Türkiye’de I. Dünya Savaşı’nın Kut’ül-Amare zaferi için 100. yıl etkinlikleri düzenlendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan Kut’u “adeta tarih sayfalarından ve milletin hafızasından silinmeye çalışılmıştır” diyerek tanımladı. Kitabınızda bir bölümü bu cepheye...
Bu zafere!
Bu zafere ayırıyorsunuz. Bu Osmanlı zaferinin önemi nedir? Ve sizce niye Çanakkale’ye benzer şekilde Türkiye’nin kolektif belleğinde yeri yok? Bize tarih derslerinde öğretilmedi bile.
Türkiye’deki okullarda tarih derslerinde bunun öğretilmemesi gerçekten inanılmaz. Kolektif belleğinizde Çanakkale güneş gibi parlarken Kut’ül-Amare’nin niye yer almadığının aşikar cevabı Irak eyaletlerinin Sevr ve Lozan anlaşmaları sonucunda Türkiye’den ayrılmış olması olabilir. Bu yüzden Dicle nehri üzerinde yapılan tüm fedakarlıklar ve kazanılan zaferler Türkiye Cumhuriyeti için kayıp hanesine yazıldı ve Cumhuriyet tarihinde yer almadı.
Ama o tarihte Osmanlı İmparatorluğu on yıllardır Avrupa’nın hasta adamı olarak gözden çıkarılmış bir konumdaydı. I. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla savaşın en zayıf görünen aktörlerindendi; özellikle İttifak Devletleri arasında kesinlikle en zayıf olarak niteleniyordu. İngilizler, Fransızlar ve Ruslar Osmanlı’nın çok çabuk yenileceğini düşünüyorlardı. Ve böyle bir durumda (Kut’ta) kendi topraklarını savunmak için başarılı bir mücadele verebildiler ve koca bir İngiliz işgal ordusunu esir aldılar.
İngilizleri Salman Pak’ta geri püskürtebilmeleri, Kut’ül-Amare’de nehrin dönemecinde onları kuşatmaları, ve kuşatma altındaki askerleri kurtarmak için gönderilen takviye kuvvetlerinin Kut’a ulaşmalarını engellemeleri çok ciddi başarılar.
İNGİLİZLERİN İKİNCİ BÜYÜK YENİLGİSİ
(İngiliz Generali) Townshend askerleriyle Kut’a geri çekildiğinde bunun İngiliz takviye kuvvetleri gelene kadar çok kısa süreli bir kuşatma olacağını, Türklerin geri püskürtüleceğini ve Bağdat’ın fethine devam edeceklerini düşünüyordu. Ve bunun yerine inanılmaz cesaretli bir savaş, çok kararlı savunma ve asker ve kaynakların çok akıllıca kullanılması sayesinde Osmanlılar çok büyük bir İngiliz takviye kuvvetini geri çevirdiler. 13 bin kişilik bir İngiliz ordusunu zapt ettiler ve onları teslimiyete mecbur bıraktılar. Bu I. Dünya Savaşı’nın en büyük Osmanlı zaferidir. İngilizler için ise 18. yüzyılda Amerika’daki kolonilerine karşı yaşadıkları yenilgiden sonraki en büyük teslim olmaydı; İkinci Dünya Savaşı’nda Singapur’un düşüşüne kadar da bundan daha kötüsü görülmedi. Müthiş!
Ve bu zafer Osmanlılar için bir ulusal bayram oldu; Kut Bayramı. Eğer savaştan sonra Dicle Osmanlı topraklarında kalsaydı emin ol Kut zaferi ulusal tarihinizin çok büyük bir parçası olurdu. Kut, Arap milliyetçilerin gayeleri gibi savaş sonrası bölünme sürecinin bir kurbanı oldu.
Fakat tarihten şunu da eksik etmemelisiniz; İngilizlere karşı zaferlerine karşı Osmanlı ordusu Kut’ül-Amare’nin insanlarına büyük zulüm uyguladı. Bu sebeple Türkiyeli ve Iraklılar hiçbir zaman Kut’da ortak bir hatıra bulamayacaklar. Halil Paşa ve askerlerinin İngilizlerle işbirliği yaptıklarına inanılan Kut valisi ve ileri gelenlerine uyguladığı cezaların kayıtlarını okuduğunuzda ölülerin ağaçlardan meyve gibi sallandırıldığını görüyorsunuz. Bu sebeple her zaman Osmanlı’nın Kut zaferinin aynı zamanda Kut’un yerel nüfusuna yönelik korkunç bir intikama yol açtığı da bilinecek. Dolayısıyla Osmanlı ordusu için büyük bir zafer olarak hatırlansa da Dicle’nin insanları için kesinlikle özgürlük anlamına gelmeyecek. Kut her zaman Irak ve Türkiye arasında husumet kaynağı olmaya mahkum.
Bu, bu senenin kutlamalarında hakikatsiz olan tek şeydi. Çünkü Kut’taki Osmanlı Şehit Mezarlığı’na bu sene gönderilen Türk delegasyonunun yanında onları kutlamak için bulunan çok az Iraklı vardı. Kut’ül-Amare zaferinin büyük resmini görmek için Iraklıların perspektifinden de olayı görmek gerekiyor.
BÖLME DİPLOMASİSİNİN RUMUZU: SYKES-PİCOT
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yapılan anlaşmalara gelmek istiyorum. Birbiriyle çelişen, Ortadoğu’nun sınırlarını çizen ve hâlâ bölgedeki siyasal diskurda sürekli referans verilen anlaşmalar. Bunlardan biri tabii ki meşhur Sykes-Picot. Çoğu kişi Sykes ve Picot’nun kim olduğunu, bunun aslında hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş bir anlaşma olduğunu bile bilmezken belleğimizde bizi Sykes-Picot ile ilgili bu kadar travmatize eden nedir?
Sykes-Picot Avrupalı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmaya karar verdiklerinde yürüttükleri bölme diplomasisi için bir kısaltma aslında. 'Şark Meselesi' adı altında Avrupalıların Osmanlı topraklarını nasıl böleceklerine karar verememeleri durumu, Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak için beklemelerine neden oluyordu. Osmanlı'yı hayatta tutmak kararsız Avrupalıların toprak ihtiraslarını devreye sokup kendi aralarında savaş çıkarmaktan daha akıllıcaydı.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ruslar, İngilizler ve Fransızlar bir araya geldiler ve ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu bitireceğiz, o yüzden hangi kısımlarını istediğimiz konusunda anlaşsak iyi olur’ dediler. Bu 1915’deki İstanbul Anlaşmasıyla başlıyor. Ruslar ne istediklerini en iyi bilenlerdi; İstanbul, Boğazlar ve belki Doğu Anadolu’da ellerinde var olana eklemek için biraz daha toprak.
Fransızlar Kilikya ve Suriye’yi istiyorlardı. Kafalarında kesin sınırlar yoktu ama bu Romalılardan kalma isim yerleri onlar için yeterliydi. İlginç olan İngilizlerin savaşa girerken Osmanlı İmparatorluğu’na dair hiçbir toprak ihtiraslarının olmamasıydı. Hiçbir zaman Osmanlı’yı bölmeyi düşünmediler. İstanbul Anlaşması’nda İngilizler müttefiklerinin isteklerini kabul ettiler ve karar verdiklerinde aynı derecede değerli ve stratejik toprakları kendileri de isteme ayrıcalığını da korumaya aldılar. Daha sonra savaş sürerken tabii ki ne istediklerine karar verdiler ama başlangıçta böyle bir hedefleri yoktu.
Sykes-Picot bu sürecin bir parçası. Benzer birkaç tane daha anlaşmayı sıralayabiliriz; Hüseyin-McMahon, Balfour Deklarasyonu gibi. Ama bize Ortadoğu’nun son haritasını veren San Remo anlaşmasıdır. Ama haklısın, Sykes-Picot tüm bu bölme diplomasisini tanımlamak için kullanılan rumuz haline geldi.
Sykes-Picot ilk günahtır çünkü Avrupalı devletlerin kendi çıkarları dışında hiçbir referansları olmadan toprak ve oradaki yaşayan insanları alıp kendi aralarında bölüştürmelerini temsil eder. Bundan etkilenecek insanlara danışmadan, sadece güç dengesi siyasetiyle yürüttükleri bir süreçtir. Avrupalıların arasındaki barışı korumak için başka insanların hakları ve istekleri kurban edilmiştir.
Şüphe yok ki Osmanlı sonrası Arap dünyasında bir grup devlet oluşacaktı. Ve Avrupalıların, yerel nüfuslarla işbirliği yaparak o haritanın nasıl çizileceği konusunda bir diyalog kurmaları halinde yeni devletler tesis etme konusunda olumlu ve yapıcı bir rol oynayabilme ihtimali olduğu bile varsayılabilir. Devlet kurmak konusunda ciddi tecrübeleri, bölgenin tarihiyle ilgili geniş bilgileri vardı.
Bu sebeple Avrupalıların gelip Osmanlı vilayet düzenini yeni bir devletler düzeniyle değiştirmeleri fikrinin kendi başına ahlaksızca olduğunu söylemek istemiyorum. Ama ilk günah, o topraklarda yaşayan insanların rızalarını almadan İngiltere ve Fransa’nın, Rusya’yla diyalog içinde, kendi hırs ve çıkarlarını dengelemek için bölgeyi bölmeleridir. Onlar için önemli olan Avrupalı devletler arasındaki barışı korumaktı. Bunun Osmanlı sonrası Ortadoğu için ne kadar büyük sıkıntıların temelini attığının farkında değildiler.
San Remo sınırları hâlâ yerinde duruyor ama o sınırların yarattığı çatışmalar da aynı şekilde yerli yerinde.
SİYONİZMİ, MİLLİYETÇİLİK OLARAK GÖRMEDİLER
Kitapta birbiriyle çelişen bu anlaşmaları “tuhaf, mantıksız” (outlandish) olarak “sadece bir savaş sürecinde düşünülebilecek” diyerek niteliyorsunuz.
Bununla ilgili bir noktaya değinmek istiyorum. Savaş sonrası anlaşmalarıyla ilgili yapılan analizin büyük kısmı ihanet, ayrımcılık gibi kavramlardan bahseder. İngiliz Lloyd George hükümeti Yahudi taraftarlığı mı yapıyordu, Balfour Deklarasyonu’nu yazarken Yahudilerin tarafını mı tuttular? Zannetmiyorum. Bence temelde sadece Britanya İmparatorluğu’nun savunucularıydılar. Araplara ihanet ettiler mi? Zannetmiyorum. Hiçbir zaman bir Arap Kraliyeti kurmaya niyetli değildiler. Milliyetçilik karşıtıydılar. Siyonizmi milliyetçi bir hareket olarak görmediler, görselerdi bir Yahudi devletinin kurulmasını savunmazlardı.
Çünkü milliyetçilik her zaman imparatorluklar için tehdit teşkil etti. Ve İngiliz siyasetçiler bağlı oldukları Britanya İmparatorluğu’nun senelerce, hatta yüzyıllarca yaşayacağına inanıyordu. I. Dünya Savaşı dönemindeki tek bir lider bile Britanya’nın otuz sene sonraki çöküşünü öngöremezdi. Onun korunmasına ve genişlemesine kendilerini adamışlardı. Milliyetçilik onlar için en büyük tehditti ve ona karşı çıkmak için ellerinden geleni yaptılar.
Fakat yine de hiçbir barış döneminde bir İngiliz hükümetinin bir Arap Kraliyeti kurulmasına mutabık kalmasına tanık olamazdın. Bu sadece savaş döneminde düşünülebilirdi. Aynı şeyi Yahudiler için bir milli yurt kurulması için de söyleyebiliriz. Diplomasi tarihinde böyle bir nosyon yoktu. Bunları sadece savaşın o döneminde kendi çıkarlarına uyduğu için kabul ettiler.
Ben de kitabın yazılımında savaş sonrası bölünmenin ortaya çıkışında bu savaş bağlamının etkisini tekrar ortaya çıkarmak istedim.
Türkiye’de son aylarda Lozan Anlaşması konusunda da tartışmalar oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan’ın tekrar müzakere edilebileceğini, anlaşma sayesinde aldıklarımızı takdir ettiğini ama daha fazlasıyla dönmüş olabileceğimizi söyledi. Lozan tekrar müzakere edilebilir mi? Tarihçi perspektifinden bakınca Türkler gerçekten daha iyi bir anlaşma yapabilir miydi?
Cumhurbaşkanı’nın referans verdiği tek bir toprak olabilir, o da Musul. Türkiye hükümetinin son dönemlerde IŞİD’le mücadele için Musul’a müdahale önermeleri Türkiye ve Bağdat arasında sadece ciddi şüphe ve memnuniyetsizlik yarattı.
CUMHURBAŞKANININ YERİNDE OLSAYDIM...
Ben Cumhurbaşkanı’nın yerinde olsaydım genç Türkiye Cumhuriyeti’ni I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramış devletler arasında barış anlaşmasını kendi avantajına olmak üzere tekrar müzakere edebilmiş ve daha da önemlisi yenilmesine rağmen kendi sınırlarını tanımlayabilmiş yegane ulus olma başarısından dolayı kutlardım. Kemalistlerin daha fazla bir şey alabilmiş olma ihtimallerini çok düşük görüyorum. Savaştan harap olmuş Türkleri tekrar mobilize ederek Ermeni ve Kürt devletleri kurma ve İtalyan, Fransız ve Yunan kuşatma bölgeleri yaratma projelerini durdurabilmiş olmaları bir mucizeydi. Sevr Anlaşması’nın Osmanlı’ya kimsenin istemediği Anadolu toprakları ve İstanbul olmak üzere verdiği küçük toprak parçasını genişletebilmeleri de öyle. Böylece geniş sınırları olan ve vatandaşlarının rızasıyla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular.
I. Dünya Savaşı’ndan herkesten daha iyi durumda çıktılar; Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan... yenilgiye uğramış herkesten. Bu sebeple yüz sene önce üzerinde anlaşılmış sınırları tashih etmeye çalışma çabası hiçbir sorumluluk sahibi devlet başkanının çıkmaması gereken bir maceradır. Türkiye’nin komşularıyla sınırlarına saygı duyması, ve bunun karşılığında kendi sınırlarına saygı beklemesi, çıkarınadır.
Kendi sınırları içerisindeki Kürtlerle sorunları olan Türkiye’nin sınırlarını genişleterek başka Kürtleri de içermeye çalışması akıllıca olmaz. Suriye’nin kendi içinde o kadar ciddi sorunları var ki, Suriye’de yıkılmış bir şeyi Türkiye’nin parçası yapmak da hiç anlamlı olmaz. Yunanistan’ın ise yüzyıldır kendi toprakları olan yerleri savunma kabiliyetinin olduğu açıktır.
Bu sebeple Lozan’ın müthiş kazanımlarını sorgulamak akıllıca değil. Kemalist hükümetin büyük bir zaferi olarak görülmelidir ve Türklere uzun bir gelecekte savunacak yeterli şey vermiştir!
Son sorum şu: Kitapta “Osmanlı Sultanı Atatürk’ün hareketinden yararlansaydı ve Sevr’de galip devletler tarafından empoze edilen şartlara karşı çıksaydı Osmanlı İmparatorluğu modern Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarında yaşamayı sürdürebilirdi” diyorsunuz. Bu çok ilginç bir iddia, böyle bir şey neye benzerdi?
Bu tabii ki bir varsayım ama okuyucuya şunu hatırlatmak için yazıldı; Mustafa Kemal Osmanlı’ya tamamen sadıktı. Ankara hükümeti tarafından Erzurum ve başka yerlerdeki toplantılarda bir araya getirilen ve Osmanlı Meclisi tarafından kabul edilen Misak-ı Milli’de bile tüm bağlam Osmanlıydı; Türk kelimesini değil Osmanlı kelimesini kullanıyorlardı.
İstiklal Savaşı’nın yürütüldüğü yıllar boyunca Ankara hükümeti Osmanlı padişahı adına hareket ettiklerini vurguluyor, padişah ise İngiliz işgali altında milliyetçi harekete vereceği doğal desteğe karşı manipüle ediliyordu. Bu sebeple Kemalist hükümetin Sevr’in empoze ettiği bölünmeye karşı Türkiye Cumhuriyeti’ni değil de Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak için mücadele edebileceğini düşünmek çok da tasavvur dışı bir şey değil.
Kemalist ve Osmanlı hükümetinin Arap vilayetlerinin kaybedileceği konusunda anlayış birliğinde oldukları zaten aşikar. Onun için zaten I. Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı himayesinde var olan Türk-Arap birliğinin korunması gibi bir hedef yoktu. Ama Osmanlı hükümeti milliyetçilerle birlik olsaydı, Trakya ve Anadolu’yu bir Türk vatanı olarak savunmak için var olan kararlılık Osmanlı için gösterilebilir, oraya hala Osmanlı İmparatorluğu denilebilirdi. Osmanlı hükümetinin bunu yapmamasının sebebi tamamen pragmatikti. Rasyoneldiler; Osmanlıları anlıyorum. Yenilmişlerdi ve dört sene savaştıktan sonra bir savaş daha yapmaya imkanları kalmamıştı. Bana hâlâ Kemalistlerin ellerindeki çok kısıtlı imkanlara rağmen bir savaş yürütebilmiş olmaları inanılmaz gelir. İnanılmaz bir hikaye.
İstanbul’daki hükümet eğer Sevr anlaşmasına uymazlarsa kaybedecek çok şeyleri olduğunu biliyordu; en başta İstanbul olmak üzere. Daha fazla şey kaybedilebilecek olması riski ve Boğaz’da yabancı donanmaların demirlemiş olduğu bir vaziyette Saray’ın milliyetçileri niye aceleci, tehlikeli ve savaştan elde kalan azıcık şeyi bile risk eden bir hareket olarak görebildiğini anlıyorum.
Ama işte tarihin cevaplanamayacak bir ‘eğer...’ sorusu. Saray Mustafa Kemal’in yanında dursaydı ve Osmanlı İmparatorluğu modern Türkiye’nin sınırları içinde var olmaya devam etseydi ne olurdu? Ama bunu kim bilebilir?! Böyle olmadı...