'Türkiye toplumuna format atılıyor'
Naomi Klein'ın “Şok Doktrini”ni hatırlatan Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük, "İçine girdiğimiz yıl, şiddetli şoklarla sarsılmış topluma ‘format atma’ hamlesinin başlangıcına sahne olacak" dedi.
Nuray Almaç
İZMİR - 2016 siyasal ve ekonomik açıdan zorlu bir yıl oldu. Peki gelen yıl gideni aratacak mı yoksa bu kaos, korku ve travma atmosferinden kurtulacak mıyız? 2017’nin olası siyasal gelişmeleri ile ilgili öngörülerini Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük ile konuştuk.
Yörük, psikanaliz ve kültürel çalışmalar alanlarına olan ilgisiyle bilinen bir siyaset bilimci. Siyaset teorisi ve Ortadoğu siyaseti alanlarında Londra Üniversitesi’ndeki lisans eğitiminin ardından yüksek lisans ve doktorasını Essex Üniversitesi’nde Ernesto Laclau’nun yönettiği ‘İdeoloji ve Söylem Analizi’ kürsüsünde tamamladı. Yörük, Türkiye’de kimlik krizi ve Türk kimliği üzerine yaptığı yayınların yanı sıra, Ortadoğu’daki siyasal gelişmeler üzerine yorumlarına da medyada sıklıkla başvurulan bir araştırmacı. Dr. Yörük halen İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak çalışıyor.
Yörük, Türkiye toplumunun son iki yıldır ‘şok doktrini’ uygulamaları ile sarsıldığını belirterek, bundan sonraki adımın ise, 2017’nin başından itibaren devlet örgütlenmesi ve siyasal yapılardan başlanarak toplumun tümünü içeren bir ‘format atma’ hamlesi olacağını öngörüyor.
'İNŞA VE EKONOMİK CANLANMANIN ÖN-ŞARTI YIKIM VE ÖLÜMDÜR'
2016 yılı boyunca toplum olarak yaşadıklarımızın anlamı nedir sizce?
2016, Türkiye toplumu için tam bir kaos yılı oldu. Irak, Libya, Suriye vb. ülkelerde son yıllarda duymaya alıştığımız ve “oralara” yani Ortadoğu’ya ya da iç savaş durumuna özgü olduğunu düşünegeldiğimiz birçok kanlı vaka, Türkiye toplumunu adeta periyodik aralıklarla sarsmaya başladı. İnsan hakları ihlalleri, medya üzerinde sürekli dozu artan sistematik baskı, Olağanüstü Hal uygulamaları, iş kazaları ve özellikle büyük can kayıplarına yol açan maden kazaları, kadın cinayetleri, çocuklara yönelik tecavüz ve taciz vakaları, Artvin yaylalarından Hasankeyf’e, oradan Bodrum sahillerine kadar ülkenin bütün doğal kaynaklarını ve yeşil alanlarını hedef alan ekolojik yıkım tehdidi vb. ülkenin “olağan” gündemi haline gelmeye başladı. Gündelik yaşamın rutini, birçok birey için ağır bir darbe aldı; toplumun adeta kimyası bozuldu.
Bu kadar travmatik olayın üst üste gerçekleşmesi alışıldık bir durum değil. Yaşadıklarımız o denli olağan dışı ki olanların anlamını kavramak için elimizdeki kuramsal araçların yetersiz kalmaya yüz tuttuğu bir yerdeyiz. İşte bu noktada, Naomi Klein’ın "Şok Doktrini" tezine başvurmak perspektif açıcı olabilir.
Naomi Klein, “Şok Doktrini” tezini, 1950’li yıllarda ABD’de bireyler üzerinde yapılan hafıza silme ve şoklama deneyleri temelinde oluşturdu. Bireylerde duyusal yoksunluk, eleştirel kapasite kaybı, düşüncelerin bulanıklaşması, üzüntü gibi sonuçlar doğuran şok ve hafıza silme müdahaleleri ardından, belli mesajlar verilmeye ve birey yeniden kurulmaya başlanır. Deneyler, çoğunlukla deneklerin intiharı ve psikoz yani ruh sağlığının tamamen yitirilmesi gibi başarısız sonuçlarla maluldür.
Zafer Yörük: Erdoğanizm, 16 Nisan’da iki şeyi test ediyor
Klein, bu başarısız sonuçlara rağmen şok doktrininin Latin Amerika’dan başlayarak ABD güdümündeki birçok ülkede toplumsal ölçekte uygulamaya konduğunu iddia ediyor. Bu uygulamaların amacı, ülkenin siyasal ve birçok durumda ekonomik altyapısını imha ederek yeniden-kuruluş için zemin hazırlamaktır. Klein’a göre, en son Irak’a yapılan ABD müdahalesi, ülkenin bütün kurumlarının ve kadrolarının imhası ile rayından çıkarılması ve ardından o güne kadar varoluşunun temelini oluşturan doğrultudan çok farklı bir eksende yeniden inşa edilme deneyidir. Buradan bakıldığında, Ortadoğu’da yaşanmasına alışık olduğumuz iç savaşlar, toplu katliamlar ve kitlesel yıkımlar bu doktrinin ürünü olarak anlam kazanacaktır. Son kertede küresel ekonomik elitlerin kazanç hanesine yazılmaktadır. Çünkü bir coğrafyada yeni bir ekonomik yaşamın canlanması için önce var olan ekonomik altyapının ve işleyişin, toplumsal, kültürel ve siyasal hayatın bütünüyle çökertilmesi gerekir. Kısacası, inşa ve ekonomik canlanmanın ön-şartı yıkım ve ölümdür.
'2017 ŞOKLARLA SARSILMIŞ TOPLUMA HAMLESİNE SAHNE OLACAK'
2016 yılında bu şok doktrinin Türkiye versiyonunu mu yaşadık? Ya da Türkiye’deki tezahürüne mi tanıklık ettik?
Klein’ın gözüyle bakıldığında, bu kadar felaketin, özellikle 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarının açıklanmasından itibaren ardı ardına ve dozu her geçen gün artarak yaşanıyor oluşunun tesadüf olmadığı izlenimi ortaya çıkıyor. “Şok Doktrini” perspektifiyle başlatılmış bir girişimden söz etmek açıklayıcı olacağa benziyor. Sistematik şoklarla toplumun artan dozlarda bozulan kimyası, adeta muhakeme yeteneğinin ve eleştirel düşünme kapasitesinin ortadan kaldırılmasını hedeflemiştir. Bu bakışın en belirgin itirafı, dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun yerle bir edilen Diyarbakır kent merkezi hakkında sarf ettiği, “Sur’u Toledo gibi yapacağız” ifadesinde görülür.
Peki, bu şokun ardından ne gelecek?
2017 üzerine tahminler, bu şok, yıkım ve kolektif travmalar silsilesinin ardından neyin beklendiği üzerine kurulmak durumundadır. Klein’ın tezini takip edersek, sıfırlanan hafızalar üzerine belli mesajlar telkin edilerek toplum yeniden kurulmaya çalışılacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Verin 400 milletvekilini bu iş huzur içinde çözülsün” ifadesini iki yıl önce kullanmıştı. Sarsılmış bir toplumun önüne, başkanlık sistemi, içine düşülen kolektif travmanın tek reçetesi olarak konulmaktadır. Silinen hafızanın yerine çok farklı bir eksene ait değerlerden ve tarih anlatısından oluşan yeni bir hafıza inşası hedeflenmesi de kaçınılmazdır. Erdoğan’ın ifadesiyle, “15 Temmuz bir Milat olmalıdır”.
Bu retorik veriler, siyasal iktidar açısından 2017’nin siyasal gündemini de ortaya koyuyor. İçine girdiğimiz yıl, şiddetli şoklarla sarsılmış topluma ‘format atma’ hamlesinin başlangıcına sahne olacak.
Bu öngörünüz içinde yaklaşmakta olan anayasa referandumunun yeri nedir? Anayasa tartışmalarını, bu format atma hamlesinin ilk adımı olarak mı görmemiz gerekir?
Siyaset, büyük ihtimalle Nisan ayı içinde yapılacak olan ve başkanlık sisteminin onaylanmasını sağlaması beklenen Anayasa referandumuna endekslenecek. Siyasal iktidarın sürekli ülke gündeminin en önemli maddesi olarak tutmaya gayret ettiği Gülen cemaatinin devletten tasfiyesi çabaları, yargılama sürecinin başlamasıyla birlikte önem kazanacak. Kürt sorunu ise, bütünüyle bir polisiye vaka düzeyine indirgenerek üzeri daha da örtülmeye çalışılacak. Bu da HDP milletvekillerine, belediye başkanlarına ve yönetici kadrolarına yönelik tutuklama ve diğer polisiye uygulamaların süreceği anlamına geliyor.
‘Format atma’ kavramı çerçevesinde, 2017 yılının siyasal koordinatlarından biri olarak toplumun çoğunluğu için fazla bir anlam ifade etmeyen ama AKP için hayati bir anlam taşıdığını gözlemlediğimiz anti-FETÖ yönelimi özellikle ele almak gerekiyor. Gerek 17-25 Aralık skandalı, gerekse de 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaşanan gelişmeler ilk bakışta Erdoğan ve Gülen arasında bir peygamberlik/mehdilik rekabetinin semptomları olarak okunmaya müsaittir. Ama bu görünür yüzeyin altında kapsamlı bir siyasal/yapısal dönüşüm ya da format atma çabasının yatmakta olduğu göz ardı edilmemelidir.
Yani, sizce 15 Temmuz darbe girişimi abartılıyor ve sözünü ettiğiniz kapsamlı bir siyasal/yapısal dönüşümün meşrulaştırma zemini olarak mı kullanılıyor?
Evet, bunun bir darbe girişimi olmadığı anlamında değil ama siyasal iktidar tarafından aşırı derecede kullanıldığı gerçeği, bu abartı yargısını güçlendiriyor. Belki de meseleyi bir tarihsel anekdot dolayımıyla aktarmak hepimizi siyasi soruşturma tehdidinden kurtarabilir. Efendim, rahmetli Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda her hafta bir film gösterimi yaparmış. Bu gösterimlere memleketin önde gelen isimleri davet edilirmiş. O zaman sinema salonları oldukça az ve yabancı filmlere ulaşmak oldukça zor. Sarayda gösterilen filmler, genellikle macera, kovboy, korsan vb. filmleri olurmuş. İşte bu seanslardan birine Neyzen Tevfik de Atatürk’ün misafiri olarak davet edilmiş. O gün, Errol Flynn’in başrolde oynadığı bir korsan filmi gösterilmiş. Flynn film boyunca bütün korsanlarla savaşmış ve filmin sonuna doğru ‘esas kız’ı korsanlar kaçırmış. Flynn bütün korsanları kılıcıyla ve tek atımlık tabancasıyla öldürdükten sonra nihayet kızı kurtarmış ve kızla birlikte kumsalda el ele yürürlerken Fin... Işıklar yanarken, izleyiciler coşkuyla alkışlamış. İşte o sırada Atatürk’ün dikkati Neyzen Tevfik’e yönelmiş, çünkü Neyzen alkışlamak yerine hüngür hüngür ağlamaktaymış. Atatürk, Neyzen’in yanına gitmiş ve herkes mutlu son ile memnun olurken onun neden ağladığını sormuş. “Neyzen, bak işte ne güzel adam kızı kurtardı bunda ağlanacak ne var?” Neyzen ise, “Yahu paşam iyi güzel de şimdi o kızı o kurtarıcının elinden kim kurtaracak? İşte ben buna ağlarım” buyurmuş. Türkçe meali: AKP bizi FETÖ ’nün elinden kurtardı da, bizi AKP’nin elinden kim kurtaracak? İşte, Neyzen’i takiben ağlanması gereken mesele budur.
"Format atma" işlemine dönersek, en önemli adımları neler olacak?
“Cumhuriyet rejiminin fiziki omurgası nedir?” diye bir soru sorulduğunda, bunun yanıtı çok yakın zamana kadar “ordu” olarak verilecekti. TSK, modern Türkiye’nin kurucu yapısı olarak cumhuriyet tarihi boyunca devlet siyasetinin temel belirleyicilerinden biri ve önemli siyasal kararların alınmasında başlıca “kontrol ve denge” unsuru olmuştur. Bu omurgaya yönelik ilk etkili darbe, Ergenekon/Balyoz davaları oldu. Bu davalar, “vesayet rejiminin tasfiyesi” dolayısıyla da “demokratikleşme” gerekçesiyle iç ve dış kamuoyu nezdinde meşru görüldü. Ordunun yapısı, kadroları ve siyasetteki ağırlığında önemli hasarlar oluşturacak darbeler vuruldu. Devletin diğer şiddet aygıtı olan polis ise bu süreç boyunca sayıca çoğaltıldı, sistemi modernize edildi ve ağır silahlar da dahil olmak üzere silah ve teçhizat açısından tahkim edilerek orduya rakip olabilecek bir güç haline getirildi. Sonra, son iki yıl boyunca polis içindeki Gülenci unsurlar gruplar halinde tasfiye edildi ve yerlerine, AKP üyesi yeni kadrolar alındı. 15 Temmuz darbe girişimi bir bakıma devletin bu iki temel şiddet aygıtının birbiriyle boy ölçüşmesi olarak yaşandı ve emir komuta sistemi darbe almış askeri kuvvetler karşısında polis, savaştan galip çıktı. Darbe girişiminin hemen ardından, harp okulları ve askeri liselerin bütün öğrencileri ihraç edildi, askeri liseler kapatıldı ve harp okulları yerine bir milli savunma üniversitesi kurulacağı açıklandı. Silahlı kuvvetlerin general düzeyinden aşağıya komuta kademesinin önemli bir bölümü tutuklandı. Durum o kadar vahimdi ki bayram kutlamalarında askerlerin ilk kez silahsız olarak ve polis kuşatması altında geçit töreni yaptıklarına tanık olduk.
Bu tablodan, Gülenci unsurların tasfiyesi görünümü altında, cumhuriyetin fiziki omurgasına nihai öldürücü darbenin vurulduğu sonucunu çıkarmak gerekiyor. Bundan sonra, ordunun Kemalizm yerine İslami tonu ağır basan bir Türk-İslam sentezi ideolojisi temelinde yeniden yapılandırılmasına tanık olacağız.
'SIRA DEVLETİN İDEOLOJİK VARLIKLARINDA'
Ordunun Türk-İslam senteziyle yeniden yapılandırılmasının anlamını ve sonuçlarının neler olacağını açıklayabilir misiniz?
Ordunun siyasal hayattan tasfiyesi ve tamamen silinerek yeniden formatlanma süreci içine sokulmuş olması, ülkenin bütünü için öngörülen bir projenin sembolü olarak okunmalıdır. AKP, 2010 referandumuna kadar giymeyi sürdürdüğü demokrasi havariliği hırkasını üzerinden atmış olmanın hafifliği içinde, Türkiye devleti ve toplumunu İslam vurgusu ağır basan bir Türk-İslam sentezi doktrini doğrultusunda ve neoliberal ekonomik doktrin zemini üzerinde yeniden formatlama çabası içinde. Son iki yıldır topluma yaşatılan kaos, şok ve kolektif travmalar silsilesi, bu format atma faaliyetinin ön koşulu ya da zemin temizliği olarak algılanmalıdır.
2017, bu zemin temizleme operasyonu yanında yeni yapıların ve kurumların da temellerinin atılmaya başlandığı bir yıl olacak gibi görülüyor. Önce devletin şiddet aygıtları dönüştürüldü, şimdi sıra Althusseryan deyişle “devletin ideolojik aygıtlarında”
İdeolojik aygıtlar başlığı altında hangi yapılardan söz ediyoruz?
Devletin siyasal ve hukuksal yapısında uzun süredir yaşanmakta olan format atma hamlesine ek olarak eğitim ve basın/medya alanları format atma hamlesinin bundan sonraki birincil hedefleri olduğunu düşünüyorum. Zaten eğitim sisteminin dindarlaşması yolunda uzun süredir uygulanmakta olan dönüşüm, cezaevindeki gazeteci sayısında kırılan dünya rekorları eşliğinde basın/medya üzerinde yürütülen baskı ve dayatmalar, bu iki aygıtın özellikle hedef alındığını ve alınmaya devam edileceğinin göstergeleri. Bundan sonra üniversiteler üzerinde özellikle durulacağını bekleyebiliriz; barış bildirisini imzalayan akademisyenlere yapılan muamele ve cumhurbaşkanının üniversite yönetimleri üzerinde genişletilmek istenen yetkileri gibi gelişmeler de bu yeni hedefin habercileri.
'OTORİTER BİR REJİMDEN ÖTE TOTALİTER BİR TOPLUM İNŞASI'
Peki ya “üç çocuk” çağrısı gibi aile hayatına yani özel alana ilişkin düzenleme girişimleri ya da camilerde 15 Temmuz selâsı okutma gibi uygulamalar; sinema, tiyatro, yayıncılık gibi faaliyetler üzerinde uygulanan kontrol ve tahakküm vb. daha kapsamlı bir operasyonla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelmiyor mu?
Evet, bu uygulamaları kültürü, dini ve aileyi devletin ideolojik aygıtları haline getirme girişimleri olarak okuyabiliriz. Bu alanların da devlet müdahalesine bütünüyle açılarak siyasal otorite tarafından kontrol edilir hale gelmesi, otoriter bir rejimden öte totaliter bir toplum inşası girişimi olarak algılanmalıdır.
Peki demokratik toplum, otoriter devlet, totaliter toplum gibi tanımlamalar açısından Türkiye nerede duruyor?
Türkiye uzun bir zamandır, Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifi kapsamında demokratikleşme çabası göstermekle birlikte otoriter tonları ağır basan bir rejim olarak görülebiliyordu. Ama özellikle Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşananlar otoriter rejimin, bu kez siyasal İslamcı bir ideolojiyle yeniden tesis edilmekte olduğunu gösteriyor. Öte yandan, özel alana, aile hayatına, kültürel üretime, din, inanç ve vicdan özgürlüğüne yönelik müdahaleler, bu yeni otoriter rejimin totaliterleşme eğilimlerine işaret ediyor. Ama ben, öncelikle eğitim sisteminin, basın ve medyanın, kültür endüstrilerinin, sendika ve meslek kuruluşlarının dönüştürülmeye çalışılacağını öngörüyorum.
'YENİ BİR KÜRT PARTİSİ YARATMA GİRİŞİMİ HIZ KAZANACAK'
Sendika ve meslek kuruluşlarında nasıl bir dönüşüm bekliyorsunuz?
Aslında bu dönüşüm büyük ölçüde başlamış bulunuyor. Bağımsız sendikal örgütlenmelere karşı devlet ve hatta parti güdümünde sendikalaşma süratle devam ediyor. Barolar, ticaret odaları, odalar ve borsalar birliği gibi birçok meslek örgütlenmesinin seçimlerinde de AKP listelerinin dayatılmaya başlandığını görüyoruz. Özellikle KESK üyelerinin uzun süredir işyerlerinde dışlanma ve kriminalize edilme yöntemlerine maruz kaldığını, kamu çalışanlarının devlet kontrolündeki sarı sendikalara üye olmaya zorlandığını izliyoruz. Bunlara önümüzdeki dönemde daha fazla şahit olacağız.
Yasal siyasal düzlemde ise, iktidarın HDP’yi zor kullanarak tasfiye hamlesinin ardından anti-sistemik siyasal söylemlerin meclis ve siyaset dışında bırakılması için her türlü tedbirin uygulamaya konulmasını bekliyorum. Burada, üzeri örtülmeye çalışılan temel bir mesele olarak “Kürt sorunu” özel bir önem arz ediyor. 2017 yılı içinde AKP ve KDP çizgisinde bir Kürt partisi yaratma ve popülerleştirme girişimleri devlet desteğiyle hız kazanacaktır. Böylelikle Kürt özgürlük hareketinin yasa ve meşruiyet sınırlarının tamamen dışına itilerek başka bir “Kürt” oluşumuyla ikame edilmesi beklenmektedir. Bunun çözüm değil “sorun” anlamına geldiğini şimdiden biliyoruz.
Bir de “güvenlik” sorunumuz var. Bombalı saldırılar, artan terör eylemleri vb. 2017’de toplumun huzur içinde yaşamayı arzulayan bireyleri olarak güvende olacak mıyız?
Büyük kent merkezlerinde özellikle bombalı kitle katliamları sonucu oluşmuş olan güvensizlik atmosferi, gerek Kürt sorununa yönelik askeri çözüm formülüne dönüş gerekse de Suriye’de uygulanan siyaset sonucu yeni hasımların ortaya çıkması ihtimalleri göz önüne alındığında, artarak süreceğe benziyor. Yani, sorunuzun cevabı maalesef “hayır”.
Yeri gelmişken, Türkiye’de özellikle güvenlik başlığı altında olacakların, Irak’ta ama daha çok Suriye’de olacaklara bağlı olduğunu belirteyim. Buralarda olacaklar da, büyük ölçüde yeni başkan Donald Trump’ın nasıl bir Ortadoğu siyaseti izleyeceğine bağlıdır. Örneğin Rusya ile artan siyasal ve son zamanlarda askeri işbirliği karşısında ABD stratejik ortağı Türkiye’ye ne diyecektir? Türkiye’nin küresel ve bölgesel güçlerden başlıca talebinin Suriye’deki Kürt oluşumunu engelleme olmayı sürdüreceği anlaşılıyor. Bu amaçla Suriye rejimi ile yakınlaşmaya bile hazır olduğunun sinyallerini veriyor. Ama böyle bir murada ermesinin mümkün olmayacağını düşünüyorum.
Türkiye 2016’ya bir dünya savaşının ilk kurşunu olabilecek bir vakayla, Rus jeti düşürerek girmişti. Şimdi 2017’ye de benzer bir skandalla, Rus büyükelçisinin bir polis tarafından katledilmesi vakasıyla girmiş bulunuyor. Bölgesel gelişmelerde söz sahibi olma hevesinin Suriye’deki “ılımlı” cihatçı grupların yanında her geçen gün daha fazla çatışma ve iç savaş batağına çekilmekten başka bir sonuç doğuracağını beklemek hayalcilik gibi görünüyor. Bütün bunlar Türkiye toplumu için daha riskli, daha tehlikeli ve daha güvensiz bir gündelik yaşamdan başka bir şey vadetmiyor ne yazık ki.
Şimdi, bütün bu veriler temelinde 2017 için neler söyleyebiliriz?
Yıl sonu itibariyle bütün göstergeler, 2017’nin en pozitif ifadeyle bir “geçiş süreci” niteliği taşıyacağına işaret ediyor. Cumhuriyet rejiminden kopuş daha belirginleşmekle birlikte nereye geçmekte olduğumuz yıl boyunca belirsiz kalacağa benziyor. Türkiye siyasetinin şok ve yıkım sonrası yeniden formatlanma girişimleri siyasal iktidar için gündemin birinci maddesi olmakla birlikte gelecek tablosu belirsiz kalmayı sürdürecek. Öte yandan, ülke ekonomisinin 2016’da başlamış olan ve 2020’ye kadar süreceği öngörülen küresel krizin içine giderek daha fazla saplanacağı öngörüsünü de anmak gerekiyor. Bu kriz karşısında, esas olarak Kemal Derviş’in 2001 krizine cevaben uygulamaya koyduğu ekonomik yeniden yapılanma önlemlerini tekrarlayıp durmanın artık miadını doldurduğu giderek daha fazla belirginleşiyor. Farklı bir çözüm projesi geliştirmekten aciz siyasal iktidardan, bu engebeli ekonomik zemin üzerinde temel hak ve özgürlükler, demokratikleşme ve Avrupa Birliği ile ilişkiler adına umut ya da olumlu gelişmeler beklemek yanıltıcı olacaktır.
Sonuçta Türkiye toplumunun travma-sonrası stres bozukluğu içinde geride bırakmakta olduğu yılın ufkunda, iktidarın iddia ettiği gibi bir cennet ya da kötümser kahinlerin çöküş ve cehennem tasvirleri yerine ‘Araf’ görülüyor. Dış faktörler açısından yeni ABD başkanı Donald Trump’ın bölge politikalarının netlik kazanması, iç dinamikler açısından ise yaklaşmakta olan başkanlık referandumu sonucunun gelecek tablosunun belirginleşmesi yolunda iki önemli kilometre taşı olacağı aşikar. Ama bu belirleyicilere rağmen, geçmişin kaosu ve geleceğin muğlaklığı arasında Araf’ta olma halinin 2017 yılının temel özelliği olacağını öngörmek doğru olacaktır. (DUVAR)