Kadın akademisyenin hayatta kalma rehberi
İhraç edildiğimiz 7 Şubat gününden beri, öğrencilerimizin, sivil toplum örgütlerinin ve birçok akademisyenin teşvikiyle üniversite sınırları dahilinde yapmaya fırsat bulamadığımız, yapmamıza izin verilmeyen birçok etkinliğin içinde bulduk kendimizi. Bu manzaraya bakarak diyebilirim ki, içinde yaşadığımız günlerde üniversiteler özerkliklerini daha da kaybeder, akademik kriterler bakımından zayıflarlarken, akademi kurumsal dayatmaların dışına çıkarak özgürleşiyor.
Funda Şenol Cantek
DUVAR - Babam, Ankara Hukuk'tan "üssü mizan" denilen bir sınav sistemi yüzünden, tek dersten, az bir not eksiğiyle atılmıştı. Çocukluğumdan beri, onun söz konusu dersin hocasına teessüf edişine şahit oldum. Sonradan, "Dil Tarih"i bitirmişti ama aklı hep hukuk mezunu olmakta kalmıştı. O sebeple, üniversite sınavına hazırlanan küçük kızına, ÖSYM tercih formunu o dönemde sayıca çok olmayan hukuk fakülteleriyle doldurmasını telkin ediyordu sürekli. Haliyle formda üç-dört satır tutuyordu Türkiye'nin Seksenler'deki hukuk fakülteleri. Geriye kalanların da, açıkta kalmamak kaygısıyla "işlevsel" bölümlerle doldurulması gerekiyordu. Bu faaliyet de babamın telkinleriyle gerçekleşiyordu: "Bir kadına en çok yakışan meslek öğretmenliktir. Eğitim fakültelerini, öğretmen okullarını yazalım oralara".
Eminim bu söz birçok kadına tanıdık gelmiştir. Evet, bize yakıştırılan öğretmenlikti. Çünkü, öğretmen dediğin mesai saatleri belli olan; diğer memurlardan daha uzun tatil yapan kişiydi. Belki de en önemlisi, kadının eğitim ve bakım pratiklerindeki varsayılan yetkinliğini kanalize edebileceği bir mecra idi öğretmenlik. Fıtratında olduğu varsayılan müşfiklik sebebiyle... Bütün bunların yanında, muhatap olacağı kitlenin çocukluk evresindekiler olması sebebiyle, iffet ve namusunun da büyük ölçüde garanti altında olacağı söylenebilirdi. Bir kadın öğretmen evine, ailesine daha çok vakit ayırabilecek, evde ve işteki çifte mesaisini layıkıyla yerine getirebilecekti.
Kadınlar, çocukluktan itibaren, ataerkil kültürün tahakkümü altında hayatta kalabilmenin, kendi olabilmenin yollarını ararlar. Eril otoritenin ve kültürün, geleneğin ve dinin sınırlarını çizdiği yaşam alanlarından kaçış yolları, patikalar inşa ederler. Ben de bu patikalardan birine saparak, babamın gözü önünde doldurduğum tercih formunu, teslim etmeden önce itinayla silip yeniden doldurdum. Ve böylelikle daha çocukken olmaya karar verdiğim şeyi olmak yolunda cesur bir adım attım.
Seksenler'in sonunda henüz Mülkiye'ye bağlı bir basın yayın yüksek okulu olan İletişim Fakültesi'ni kazandığımı öğrendiğinde babam tesiri çok da büyük olmayan bir fırtına kopardı. Ama bununla da baş etmeyi bildim. Kadınlara öğretmenliği yakıştıran bir baba için, gecesi-gündüzü belli olmayan; mesai mefhumu tanımayan; vahşi rekabete, mobbinge, tacize ve hatta şiddete maruz kalabileceğiniz; aile hayatınızın memleket gündemine feda edileceği bir meslek olan gazetecilik hakikaten dehşet vericiydi.
Frida Kahlo'nun estetize edilmiş çirkinliği!
Her neyse, lisans eğitimim boyunca, Mülkiye geleneğinden gelen birçok hocadan ders aldım. Bunların çoğu erkekti. Onlardan unutulmaz şeyler de öğrendim. Ama az sayıdaki kadın hoca, alan bilgisinin yanında hayat bilgisi de aşıladı bize. Başta bahsettiğim hayatta kalma ve kendin olma bilgisi de dahil... Bu hocaların hiçbiri artık o fakültede değil. Çoğu kalp ve hayal kırıklığıyla, bir kısmı da son KHK ile ayrıldılar çok sevdikleri okullarından.
Benim akademik serencamıma dönecek olursak, henüz öğrenciyken, çılgın bir hevesle, stajyer olarak giriş yaptığım gazetecilik mesleği giderek bir azaba dönüşmeye başlamıştı. Stajyerlik bir türlü nihayetlenmiyor ve herkes kadar, hatta daha fazla çalıştığım halde maaşa bağlanmıyor, kadro alamıyordum. Ezici bir rekabetin içine çekilmiştim ve bu karakterime hiç uymuyordu. Erkeklerin ve eril kültüre eklemlenmekten başka seçenek bırakılmayan kadınların arasında, bu işin bana göre olmadığını anlamam yine de üç yıl sürdü.
Gazeteciliğe veda edince, okumayı-yazmayı seven birçok yeni mezunun yapacağı gibi lisansüstü eğitime başladım. Fakat bu arada, sağda solda açılan araştırma görevlisi ilanlarına başvuruyordum. Birçok sınavda mülakata kadar gelip, torpilli diğer adaylara yenik düşmeme rağmen pes etmedim. Nihayet, 24 yaşımda akademisyenliğe, bir anlamda babamın benim için uygun bulduğu öğretmenliğe adım atmış oldum. Mobbing serüvenim de bu adımla başladı. Sevilen ve sevilmeyen asistan ayrımını, ideolojik kamplaşmayı, taraf tutmak zorunluluğunu ve bunu yapmayınca maruz kalınacak ayrımcılığı burada gördüm.
Ayrımcılık sadece politik angajmana göre değil, sınıfsal, cinsiyete dayalı ve etnik/mezhepsel düzeyde işliyordu. Misal, oda arkadaşım olan asistanın, 5 kitabı ve 2 kitaplığı varken, benim onlarca kitabıma yerde duran bir koli ev sahipliği yapıyordu. Birini arayacağımda, onun masasında durması uygun bulunmuş olan telefona, hoşnutsuz bakışlar eşliğinde hamle ediyordum. Bütün bunlar daha sonra başıma geleceklerin yanında komik birer anı gibiydi. Sonrası, yıllar süren özlük hakkı ihlalleri, nefret söylemi ve sembolik şiddet...
Yıllar sonra bu cendereden başka bir üniversiteye geçerek "kurtulmuştum". Bugün beni, Barış İçin Akademisyenler bildirisini imzalayarak ifade özgürlüğümü kullandığım için, herhangi bir hukuki dayanağı olmadan ve hiç bir resmi bildirimde bulunmadan ihraç eden Ankara Üniversitesi'ne...
Akademisyenlik dediğimiz şey aslında lisansüstü eğitimle başlar. Sosyal ve beşeri bilimler söz konusu olduğunda, lisansüstü öğrencileri genelde kadınlardır. Erkeklerin çoğunun mezun olur olmaz hayata atıldıklarını görürsünüz. En azından benim dönemimde öyledir. Şimdi işler biraz değişti. Fen bilimleri alanında ise lisansüstünde erkek oranı genelde daha yüksektir. İşte bu dağılım, biraz da bilimler hiyerarşisi konusunda fikir verir bize.
Bilimler hiyerarşisinin en üst basamağında fen/doğa bilimleri yer alır. Bu yüksek statü, söz konusu çalışma alanlarının temel bilimler olarak anılmasında da kendini gösterir. Aydınlanmanın, modernitenin ve çağdaşlığın altyapısını oluşturduğu düşünülen, onlara referans teşkil eden bilim dallarıdır bunlar. Erkek akılla, bilimsel kesinliklerle, deneysellikle ve nesnellik, tarafsızlık mitleriyle koruma altına almışlardır kendilerini.
Tıp, mühendislik, mimarlık, astronomi, matematik, fizik, kimya, biyoloji ve benzeri çalışma alanları, uzun yıllar erkeklerin mütehakkim oldukları alanlar olagelmiştir. Günümüzde bu alanlarda kadın öğrenci ve hoca sayısı, oransal olarak yine az olmakla birlikte giderek artmaktadır. Sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi, iktisat, tarih, coğrafya, dil bilimi, edebiyat, eğitim bilimleri, felsefe gibi alanlar ise kadınlara daha açıktır. Uzun süre hukuk, bunun istisnası olsa da...
Umumi manzara bunu gösteriyorken, sosyal ve beşeri bilimlerin kendi içlerinde de hiyerarşik bir düzen söz konusudur. Felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi, iktisat gibi disiplinler kurucu nitelikleriyle diğerlerine biraz tepeden bakarlar. Kendileri de fen bilimlerinin gölgesinde varlığını sürdüren beşeri ve sosyal bilimlerde, bazı çalışma alanları çok da fazla ciddiye alınmaz, yer yer küçümsenir, yer yer de alay konusu olur. Akademide kendine görece daha yeni yer edinmeye başlayan toplumsal cinsiyet, feminizm ve queer teori bunlardan belli başlılarıdır.
Fen bilimleri içindeki etik ve ahlaki kriterleri inceleyen deontoloji ile meslek tarihlerini ele alan, uygulamadan azade her araştırma alanı kenara itilir. En yüksek araştırma bütçeleri, fonlar, destekler itibarı yüksek araştırma ve inceleme alanlarına gider. Tahmin edilebileceği gibi, bu anabilim dallarında erkek nüfus yoğundur. Medyada ve önemli toplantılarda onlar arz-ı endam ederler. İnandırıcılıkları yüksektir ve sözleri bilimsel kesinlik taşır.
Benzer bir şekilde, herhangi bir kadroya atanma veya yükselme süreçlerinde, idari görevlere atanmada "cam tavan etkisi" gibi havalı bir kavramla anılan ama kendisi bu kadar şık durmayan bir ayrımcılık söz konusudur kadınlar için. Görünürde bir kadının bir akademik kadroya atanması, bir unvan edinmesi veya bir idari görev sahibi olmasında hiçbir prosedürel engel yoktur. Yeter ki gerekli kriterleri yerine getirsin. Ama işler böyle yürümez. Özellikle taşra üniversitelerinde idari kadroları erkekler işgal etmiştir. Merkezde biraz daha insaflı davranılır bu konuda. En azından görüntü kurtarılır. Kadın yönetici bizde hala kültürel olarak yadırganır.
Özel hayatında yerine getirmesi gerektiği düşünülen sorumlulukların (evlat, anne ve eş olarak görevleri), naif ve kırılgan olduğu düşünülen doğasının iş hayatına yansıyacağı önyargısı yaygındır. Çocuk sahibi veya engelli kadın akademisyenler genelde olumlu ayrımcılıktan nasiplerini almazlar. Özellikle çocuk sahibi olmaktan kaynaklanan kısıtlar, genelde anne dışında kimsenin sorunu değildir akademik camiada. Üniversitelerin kreşleri sayıca az ve pahalıdır. Ders saatleri ayarlanır, şehir dışı görevler dağıtılırken özel alandaki sorumluluklar hesaba katılmaz.
Mobbing bir kadın akademisyenin o cam tavana toslamasına sebep olan şeylerden biridir. Her kurumda herkesin başına gelebilecek hak ihlalleri, ayrımcılık, nefret söylemi ve sembolik şiddetin en sık rastlandığı kurumlardan biri akademidir. Çünkü, insan yetiştirilen bir kurumda bir nevi usta-çırak ilişkisi, hoca-öğrenci, hoca-asistan ilişkisi gereklidir. Bu ilişki, iki tarafı da geliştirmeye, zenginleştirmeye olduğu kadar, suistimal edilmeye de açıktır.
"Hoca çantası taşıyan" asistan prototipi akademi deyince akla gelen ilk şeylerden biriydi bir zamanlar. Hiyerarşi zinciri ve bunun yarattığı eşitsiz ilişkiler bu kadar göze batar değilse de artık, kendisinden daha düşük unvanlı ve daha genç mesai arkadaşlarını meslektaşı olarak görmeyen, işlerini gördüren ve kaderinin iki dudağı arasında olduğunu hissettiren hatırı sayılır akademisyen var hala üniversitelerde.
Bunların çoğu da mesleğin ilk yıllarında aynı zulme maruz kalmış olanlar. Öte yandan, rekabetin yarattığı gerilimler, kısıtlı kadrolara atanmayı bekleyen insan sayısının fazlalığı ve son olarak da ülkemizdeki üniversiter sistemin dayattığı birtakım zorunluluklar, kriterler akademide özlük hakkı ihlallerini kayda değer ölçüde arttırmıştır. Kimi zaman liyakate dayanmayan, idareci konumundaki hocaların takdirine bırakılmış atamalar, yükseltmeler ve görev dağılımları bu ihlallerden bazılarıdır.
Kadınlar söz konusu olduğunda başka mesleklerde de olduğu gibi, akademide mobbing, cinsel tacizle atbaşı gider. Tacize karşı duranın mobbinge uğraması vaka-yı adiyedendir. Kimi zaman da, bir kadro beklentisi olan akademisyenin cinsel ve duygusal sömürüye göz yumması ve hatta bu konuda yetki sahibinin ilgisini kötüye kullanması söz konusu olur. Son yıllarda hem mobbing, hem de cinsel taciz konularında ortaya çıkan farkındalık ve tepki, mağdurların çabalarıyla ortaya dökülen vakaların etkisiyle üniversitelerde bu sorunları çözmeye yönelik birimlerin kurulmasını sağladı. Bu sevindirici bir gelişme. Bazı örneklerde akademiye sinmiş olduğunu söyleyebileceğimiz eril kültürün, bu çabanın da karşısında durup, bu birimlerin işleyişini akamete uğrattığını görüyoruz. Özellikle son ihraçlarla, akademide bu konuda çalışan kadın akademisyenlerin, ki bunlardan biri de benim, dışarıya itilmesi de söz konusu.
Asuman Susam: 'Cinsiyet belaydı!'
Tam da bu noktada, 23 yıllık akademik hayatım boyunca, kendimi en iyi ve ait hissettiğim yerin çalıştığım üniversitenin kadın çalışmaları birimi olduğunu söylemeliyim. Mobbing ve tacize karşı direnen, kadın özgürleşmesi, eşitlik mücadelesi ve hak arayışı söz konusu olduğunda akademi ile siyaseti işbirliğine çağıran, siyasa üretiminde aktif olmaya çabalayan akademik kurumlardan biriydi bu birim. Bunlar birçok üniversitenin bünyesinde var olan ancak bazıları daha aktif ve daha kadın dostu olan, bununla da kalmayıp, LGBTİ hakları için de mücadele eden kurumlardır.
Akademide kadın olmanın hakkını veren, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmaya çalışan, eğitimler veren, sertifika programları açan, projeler ve başka etkinlikler yapan bu kurumlar, akademiyi bilgi üreten ve yayan yerler olmaktan çıkararak, toplumsal hayatın olumlu yönde dönüşmesinde aktif rol oynayan yerlere dönüştürdüler.
Son ihraçlarla karar verici konumunda olanların, benim gibi birçok kadın akademisyeni kurumsal ilişkilerin dışına itmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışmaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları, eşitlik ve hak mücadelesine de sekte vurmayı hedefliyor bence. En azından bu tür çalışmaların idare mekanizmasınca umursanmadığını düşündürüyor. Toplumsal cinsiyet alanında eğitim gören öğrenciler olan bitene biraz da bu sebepten büyük tepki gösterdiler.
İhraç edildiğimiz 7 Şubat gününden beri, öğrencilerimizin, sivil toplum örgütlerinin ve birçok akademisyenin teşvikiyle üniversite sınırları dahilinde yapmaya fırsat bulamadığımız, yapmamıza izin verilmeyen birçok etkinliğin içinde bulduk kendimizi. Daha çok insana ve daha farklı kanallarla ulaşmayı başardık. Onlarla buluştuk, hemhal olduk, dertleştik. Bu manzaraya bakarak diyebilirim ki, içinde yaşadığımız günlerde üniversiteler özerkliklerini daha da kaybeder, akademik kriterler bakımından zayıflarlarken, akademi kurumsal dayatmaların dışına çıkarak özgürleşiyor.