Boğaziçi'den atılan akademisyenden ders

Boğaziçi Üniversitesi'ndeki görevine son verilen Dr. Noemi Levy-Aksu, öğrencileriyle buluştu. Levy-Aksu, "YÖK beni, bizi ya da tüm bu arkadaşları okuldan uzaklaştırabilir ama seslerimizi hiçbir şekilde susturamaz" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Sözleşmesi uzatılmayarak görevine son verilen Dr. Noemi Levy-Aksu, Boğaziçi Üniversitesi'nde açık ders verdi.

"Barış İçin Akademisyenler" bildirisinin imzacılarından olan Dr. Noemi Levy-Aksu, işini Boğaziçi Üniversitesi'ni ve öğrencilerini çok sevdiğini söyledi. Levy-Aksu, bu nedenle işine geri dönmek ve Türkiye'de yaşamak için mücadele edeceğini belirtti.

İfade özgürlüğü ve haksızlıklara karşı durmak için akademik görevini düşünmeyeceğini vurgulayan Levy-Aksu, "YÖK beni, bizi ya da tüm bu arkadaşları okuldan uzaklaştırabilir ama seslerimizi hiçbir şekilde susturamaz. Gidenlere de kalanlara da hiç fark etmeden erişmeye devam edeceğiz ve gerekli olduğunda direnmeye devam edeceğiz. Sonuç olarak sizleri de sessiz kalmamaya davet ediyorum" dedi.

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Noemi Levy-Aksu’nun verdiği açık dersin tamamı şu şekilde:

"Ben Fransızım. Bunu anlamışsınızdır herhalde. 2003’ten beri Türkiye’de yaşıyorum. 2010’dan beri Boğaziçi Tarih Bölümünde full-time olarak çalışıyorum. Bildiğiniz gibi Ocak 2016’da Barış için Akademisyenlerin bildirisini imzaladım. Bu çarşamba günü üniversiteye ulaşan, 22 Şubat tarihli YÖK kararıyla benim sözleşmem iptal edilmiştir. Aynı zamanda sosyoloji bölümünden yakın tarihte istifa eden Abbas Vali’nin sözleşmesi de iptal edilmiştir. Onu da hatırlatayım tekrar. Size de çok selamı var. Edhem’in de dediği gibi pazartesi günü doçentlik sınavına girdim ama belki ileride bir işe yarar."

Boğaziçi Üniversitesi'nde ilk barış imzacısı akademisyen işten atıldı!Boğaziçi Üniversitesi'nde ilk barış imzacısı akademisyen işten atıldı!

'İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ÇOK AŞİKAR ŞEKİLDE KISITLANDI'

"Ben ifade özgürlüğüyle ilgili ne diyebilirim diye düşündüm. Edhem bir giriş yaptı ve çok konuşmama gerek yok bu konuda. Eminim aramızda kimse ifade özgürlüğü olmasın demeyecek. Aynı zamanda hepimiz bildiğimiz gibi bugün Türkiye’de ifade özgürlüğü çok aşikar bir şekilde kısıtlandı. Sadece üniversitelerde değil birçok kurumda ve tabi ki medyada. Ben sadece üniversitelerden çok kısaca söz edeceğim. Sadece imzacılar, artık böyle kullanıyoruz terim olarak, yani barış bildirisini imzalayanları düşünürsek yüzlerce kişi ihraç edildi özel ve devlet üniversitelerinden. Sadece KHK ile işlerini kaybetmediler aynı zamanda sosyal güvencelerini de kaybettiler. Çoğunun pasaportları iptal oldu. Ayrıca çeşitli mobbing, baskı ve soruşturma devam ediyor bunlara karşı. Bunu neden belirtiyorum? Ben yalnız değilim. Bunlara göre mağduriyetim çok değildir, onu da belirtmek istiyorum. Haksızlığa uğradığımı düşünüyorum. Bu açıdan Boğaziçi’nden bir tepki çıkacaksa bugün, yarın ya da bugünlerde, sadece benimle ilgili değil aynı zamanda Mardin, Kocaeli, Ankara gibi birçok üniversitedeki arkadaşlar için çıkacaktır diye düşünüyorum. Bunun ötesinde de şimdi konuştuğumuz özgürlük ve barış için çıkacaktır diye umuyorum. Bu durumun beni özel kılan hiçbir şeyi yok. Ne Boğaziçili olmak hele ne de yabancı olmak. Bir şeye üzüldüysem bu kararda beni bu nedenle, yabancı olduğum için ayrı tutmak ve bir şekilde ayrı bir muamele görmek. Ben bu ayrımları YÖK’e bırakıyorum. Kendimi öyle hissetmiyorum. Umarım siz de aynı düşüneceksiniz."

'BU BİR SON DEĞİL'

"İfade özgürlüğüne döneceksem eğer, Türkiye’de yaşanan süreç ve özellikle Ocak 2016’da bu imza meselesine dönersek, açık bir şekilde eleştirel sesleri cezalandırmak ve bunları üniversitelerden kovmak, Ethem Bey’in de dediği gibi sadece üniversite herhangi bir kurum değil. Demokrasi için gelecek için de çok önemli bir kurumdur. Dolayısıyla çok üzücü, çok zararlı bir süreç söz konusudur. Tabi ihraç edilenler için öncelikle ama aynı zaman da öğrenciler için de. Daha genelde bilimsel üretim ve Türkiye’nin geleceği için de çok üzücü ve zararlı bir süreç olduğunu düşünüyorum. Ancak üzülmeyin çok fazla. Ben geldiğimden beri herkes çok üzgün. Geçmiş olsun mesajlarıyla karşılıyorlar. Çok teşekkür ederim mesajlarınız için ama üniversite çok önemli bir kurum, ifade özgürlüğü ve eleştirel düşünce üretmek için çok önemli. Ama başka mekanlar var. Başka alanlar da var. Sokaklar olsun, bu yeni yaratılan bütün alternatif akademiler olsun, yurt dışında da olsun, çok insan yazılarıyla ve eylemleriyle direnmeye devam ediyor, geliştirmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu bir son değil. Herkes isterdi ki herkes üniversite içinde kalsın. Ben bunu geçici bir süreç diye düşünüyorum. O yüzden çok üzgün değilim bu konuda, ümitliyim."

'DEVLETİN YOK OLMASIYLA İLGİLİ BİR SÜREÇ'

"Onun dışında bu mesele sadece bir ifade özgürlüğü meselesi değildir diye düşünüyorum. Aynı zamanda bu devletin yok olmasıyla, yok edilmesiyle ilgili bir süreç. Buna tepki vermek sadece ifade özgürlüğünü savunmak değil aynı zamanda sürece tepki vermek diye düşünüyorum. Belki biliyorsunuzdur benim şu anda çalışma konum Osmanlı’da örfi idare. Örfi idare nedir bilmiyorsanız bir tür OHAL ya da sıkı yönetim. Dolayısıyla çalışma içinde sorduğum soruları, araştırdığım konuları hukuku askıya almak, güvenlik adına ya da devlet güvenliği adına özgürlükleri kısıtlamak, anayasayı boş bir çerçeveye dönüştürmek gibi süreçleri inceliyorum. Tabi Osmanlı dönemi için ama bunlar çok da bağlantısız değil. Sadece Türkiye’de yaşanan bir süreç de değil, birçok yerde gördüğümüz süreç. OHAL Türkiye’den bambaşka yerlerde de var. Ona biraz eleştirel yaklaşmak lazım. Dediğim gibi ifade özgürlüğünün ötesinde, şu anda hukuk devletine ne oluyor, demokrasiye ne oluyor diye sormak lazım. Bunun için partili, aktivist, örgütlü olmak gerekmiyor. Türk olmak da gerekmiyor. Ben bunların hiçbirisi değilim. Yani ne barış bildirisine imza atarken, bunun arkasında dururken ya da ilerde çeşitli dayanışma türlerinde bulunurken bunu bu şekilde yapmadım. İlk önce vicdanımı dinleyerek yaptım diye düşünüyorum. Eminim birçok arkadaşımız da öyledir. Dolayısıyla bu mesele kesinlikle siyasi bir meseledir. Buna böyle yaklaşmak lazım. Ama burada siyasetle kastettiğimiz şey partili olmak ya da bir partinin taraftarına karşı çıkma değil. Burada sanırım bazı değerlerimizi birleştirmemiz lazım Boğaziçi’nde ve tabi ki Boğaziçi’nin ötesinde. Barış, özgürlük ve adaleti savunmanın bir tarafın özelliği olmaması lazım. Bu konuda sanırım birleşebiliriz. Hepimizin farklı görüşleri var, farklı düşünceleri var. Ama özellikle Boğaziçi’nde yapabileceğimiz bir şey diye düşünüyorum. Ben birkaç yıldır Boğaziçi’nde modern Türkiye dersi veriyorum. Çok severek verdiğim bir ders. Orada Ermeni meselesinden Kürt sorununa kadar birçok tartışmalı ve zor konuları konuşuyoruz. Konuşuluyor, tartışılıyor. Kimseyi ikna ettiğimi iddia etmiyorum. En azından bunu konuşmak ve eleştirel bir şekilde yaklaşabilmek bence çok önemli. Şanslıyız, bunu Boğaziçi’nde yapma şansımız var ve bu şansı kullanmalıyız diye düşünüyorum. Burada bu ortam çok özel bir ortam bu açıdan. Bunun farkında olmamız lazım. Kimse kimseyi ezmeden ya da kimse kimseyi dışlamadan bu kutuplaşmanın ötesine gitmemiz lazım artık diye düşünüyorum. Bu temel değerler etrafında yapabiliriz öğretim üyesi olarak, personel olarak ve öğrenci olarak ya da en azından bunun için çalışmalıyız diye düşünüyorum."

'BASKICI REJİMLERE DİRENME HAKKINDA DÜŞÜNMEMİZ GEREKİYOR'

"Bitirmek için de bir tarihe döneceğim.

Normalde ben bu 106 dersinde faşizmin yükselişi ve 2. Dünya Savaşı’nı anlatıyorum. Bugün anlatmayacağım zaten Londra’da olduğum için ama ayrıca da anlatamayacağım. Bu döneme ait ünlü bir örnekten yola çıkarak yine bir ifade özgürlüğü ve direniş konusunda birkaç söz söylemek isterim. Belirttiğim gibi amacım Türkiye’nin şu anda yaşadığı dönemin o dönemle aynı olduğunu iddia etmek değil. Bu tür iddiaları aslında siyasetçilere bırakıyorum. Ancak baskıcı rejimlere karşı direnme yöntemleri hakkında düşünmemiz gerekiyor. İnsanlar nasıl ilişkilere giriyor ve nasıl direniyor? Bir akademisyen olarak ve bir tabi ki bir insan olarak. Aramızda çok tarihçi var bölümden ve başka yerlerden. Bölümdeyseniz tarih yazımıyla ilgili birçok ders aldınız ya da alacaksınız. Orada karşılaşacağınız en önemli akımlardan biri Annales okuludur. Lucien Febvre ve Marc Bloch’un öncü olduğu bu akım toplumsal ve iktisadi tarih konusunda çok önemli yenilikleri getiren bir akımdır. Bugün bunlardan bahsetmeyeceğim, tarih yazımıyla ilgili ders vermeyeceğim. Sadece bir şey anlatacağım. Belki bilirsiniz çok bilinen bir şey. Lucien Febvre ve Marc Bloch’tan bahsedeceğim. Beraber Annales dergisini kuran ve yürüten bu iki tarihçi 2. Dünya Savaşı’nda Fransa işgal edildikten sonra bir ikilemle karşı karşıya kaldılar. Marc Bloch Yahudi olduğu için Annales dergisinde ortaklığı bırakması lazımdı ve ismi dergisinden silinmesi gerekiyordu. O dönemde yazışmaları okuyorsunuz, Lucien Febvre ve Marc Bloch arasındaki, yazışmalar çok acıklıdır aslında. Aynı zamanda çok düşündürücüdür. Çünkü mesele ne yapacağız. Lucien Febvre yazıyor Marc Bloch’a, ne yapalım, devam edelim mi dergiye diye sorduğunda, Marc Bloch devam etmeyelim diyor. Bu şartlar kabul edilmez. Benim ismim olmayacaksa ve ben ortaklıktan çıkmak zorunda kalacaksam buna devam etmememiz lazım diyor. Ancak Lucien Febvre bu kararı kabul etmiyor ve o şartlarda bile Annales dergisinin bilimsel üretime devam etmesinin bir görev olduğunu savunuyor. SOnunda Marc Bloch’u ikna ediyor. Böylece Annales dergisi bütün savaş boyunca hiçbir sekteye uğramadan çıkıyor ve tarih açısından önemli makalelerle çıkıyor. Bilirsiniz heralde 1942’de Marc Bloch üniversitesinden atılıyor, direnişe katılıyor ve 1944’te Almanlar tarafından kurşuna diziliyor. Şimdi bu süreç hakkında çok şey yazıldı, çok şey tartışıldı. Özellikle Lucien Febvre iş birlikçi miydi, yoksa entelektüel katkısıyla o da bir direnişe katkıda bulundu mu diye çok sorular atıldı. Açıkçası bana kalırsa o dönemin baskı seviyesi yani şiddetin seviyesini düşünürsek Lucien Febvre’i suçlamak kolay değil. Kimseyi yargılamamak ve buna göre bir sonuca varmamak lazım. Sonuçta bizi bunu sorgulamaya getiriyor. Nasıl direnebiliriz bir insan olarak bu durumda, bir akademisyen olarak? Bana kalırsa, artık bu tarihsel örnekten uzaklaşarak, savaş ve Nazi döneminde değil genel olarak bir baskıya, çeşitli haksızlıklara, otoriter rejimlere nasıl direnmesi gerekiyor bir akademisyenin? Bana kalırsa hem Lucien Febvre gibi, hem Marc Bloch gibi. Yani hem çalışmalarına hem derslerine devam ederek, entelektüel üretimine devam ederek de direnmesi lazım. Ama aynı zamanda hem ilişkiler sesini duyurarak ve bazı durumlarda doğrudan direnerek yapması lazım. Bunun ikisini de yapabilir. Mutlaka öyle değil. Bilimsel üretimde de öyle bir eleştiri ve tepki de geliştirebiliriz, ayrı ayrı da yapabiliriz. Ancak ne yazık ki her zaman mümkün olmuyor ikisini bir araya getirmek."

'SESLERİMİZİ HİÇBİR ŞEKİLDE SUSTURAMAZLAR'

"Ben bununla bitirmek istiyorum. Boğaziçi’ni çok seviyorum, işimi de çok seviyorum ve her şeyden önce burada öğrencileri yani sizleri çok seviyorum. Dolayısıyla bu işe dönmek için ve aynı zamanda Türkiye’de de yaşamaya devam edebilmek için ben her türlü mücadeleyi vereceğim. Yani aslında istediğim şey bu. Ama akademik pozisyonum ve ifade özgürlüğüm ya da haksızlıklara karşı direnmem arasında bir tercih yapmam gerekirse hiç tereddüt etmeden ikisini tercih edeceğim. Bu tercihi yapmak zorunda değilim çünkü zaten YÖK benim için tercih etmiştir. Yine de söylemek önemlidir. Bunu de şöyle diyebilirim. YÖK beni, bizi ya da tüm bu arkadaşları okuldan uzaklaştırabilir ama seslerimizi hiçbir şekilde susturamaz. Gidenlere de kalanlara da hiç fark etmeden erişmeye devam edeceğiz ve gerekli olduğunda direnmeye devam edeceğiz. Sonuç olarak sizleri de sessiz kalmamaya davet ediyorum." (HABER MERKEZİ)