Zafer Yörük: Erdoğanizm, 16 Nisan’da iki şeyi test ediyor
Hem iktidar partisinin hem de Türkiye toplumunun yeniden yapılandırılması projelerinin yürürlükte olduğunu söyleyen Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük, “AKP, Erdoğan ve yakın çevresi tarafından Erdoğanist bir parti olarak yeniden kurulma sürecinde” dedi. Yörük, şunları söyledi: “Var olan klientalist ağların güncellenmesi ya da yeniden kuruluşu süreci de diyebiliriz. Erdoğan ve yakın çevresi, bir yandan ideolojik bombardımanın dozajını yükseltirken bir yandan da bu eski ağlardan arta kalanları yeniden yapılandırma çabası içinde. 16 Nisan referandumu, bu konuda da bir karar anlamına gelecek.”
İZMİR - Yrd. Doç. Dr. Zafer Fehmi Yörük’le, referanduma bir gün kala Türkiye’yi 16 Nisan oylamasına götüren sürecin iktidar partisi, lideri ve onun ideolojik, siyasal kodları üzerine söyleştik. Meselenin kişisel hırs gibi yaklaşımlarla açıklanamayacağını dile getiren Zafer Yörük, referandum sürecine hakim olan “tarihsel analojilerin yoğunluğu”na dikkat çekerek başladığı söyleşide, ağırlıklı olarak II. Abdülhamit dönemi üzerinde durdu. Bugünü anlamak için kullanılan kimi benzetmelerin geçerli ve geçersiz yanları olduğunu anlatan Yörük, referandumun arkasında, hem toplumun hem de iktidar partisinin yeniden şekillendirilmesi projesinin bulunduğunu ifade etti.
Yörük’e göre olan bitenler, bir “ideolojik restorasyon” projesi niteliğinde. Yörük’ün sözleri şöyle: “Restorasyon, sabık başbakan Davutoğlu’nun çok sık kullandığı bir terimdi. Ve bu sürecin içeriğini anlamak için Erdoğan ve çevresinin kendi tarihsel referanslarını dikkate almamız gerekiyor. Şerif Mardin de Çağlar Keyder de Abdülhamid dönemini “restorasyon” olarak adlandırmayı tercih ediyorlar. O döneme baktıkça günümüz ile benzerliklerine hayret etmemek elde değil.”
Öncelikle şunu sormak isterim. Yaşadığımız son 1,5 yıllık dönem çok yüksek gerilimler eşliğinde geçti. Bu tür süreçlerde insanlar ya temenni teorilerine ya da tam tersi pesimist teorilere daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Bir siyaset bilimci olarak buradan başlayalım mı ne dersiniz?
İyimserlik/kötümserlik ikilemi önemli ama benim daha çok dikkatimi çeken, toplum olarak karşı karşıya kaldığımız durumu açıklayabilme çabası içinde oluşmuş tarihsel analojilerin yoğunluğu oldu.
Analoji yoğunluğu teriminden kastınız nedir? Açar mısınız?
Örneğin Weimar Cumhuriyeti, III. Reich ve Hitler’in iktidara yürüyüş süreci en popüler analoji. Yaşamakta olduklarımızı ve karşı karşıya olduğumuz referandum dayatmasını anlamakta zorlandıkça bu tarihsel deneyimlere referans yapmaktan başka çaremiz yok gibi görünüyor. Konu başkanlık sistemi olunca benzetmeler, Hitler ya da Mussolini’den ötelere; Putinizm ya da Baasçılık deneyimlerine; Azerbaycan ve benzeri Türki cumhuriyetlerdeki başkanlık sistemlerine, hatta Afrika diktatörlerine vb. doğru uzatılabiliyor.
Peki, bu tarihsel ve güncel benzetmelerin doğruluk payı yok mu?
Hiçbirinin bütünüyle yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Zaten teşbihte hata olmazmış. Benim favorim, Adolf Hitler’in Alman halkında bulduğu popüler destekle iktidara gelişi ve sonrasında yaptığı Anayasa değişikliği referandumu sonucunda demokratik sistemi ortadan kaldırış süreci. Çünkü bugün yaşamakta olduklarımıza şaşırtıcı ölçüde benziyor. Çarpıcı olan, Almanya’da Temmuz 1934’te yaşanmış bir darbe girişimi iddiası sonucu bu anayasa referandumunun yolunun açılmış olması. Bu olay, Hitler’in Alman genelkurmayı ile kurduğu ittifak sonrası, kendisini iktidara taşıyan SA ya da kahverengi gömlekliler denilen paramiliter grubu kanlı tasfiyesi ile sonuçlanmıştı. Ağustos 1934 Anayasa referandumunda halktan başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı makamlarının birleştirilmesine onay vermeleri isteniyordu. Alman halkı, istikrar ve güvenlik umudu içinde ezici bir çoğunlukla “evet” dedi ve Hitler, hem başkan hem de başbakan olarak Führer unvanını aldı. Sonrasını biliyoruz ama şunu not etmek gerekir ki Hitler Almanya’sı savaşla yıkılana kadar bir daha seçim ya da referandum yüzü görmedi.
'Türkiye toplumuna format atılıyor'
1930’lu yılların kıta Avrupa’sında yaşanan bu trajedinin günümüz Türkiye’sinde tekerrür ettiği iddiası sizce ne kadar doğru olabilir?
Haklısınız, tarihsel analojilerin önemli sınırları olduğunu, farklı toplumlardan ve farklı zamanlardan söz ettiğimizi tabii ki unutmamak gerekir. Günümüze dönersek, Putin Rusya’sı ve Trump ABD’si yanında Avrupa’da yükselen sağ-popülist otoriter siyasal eğilimler, dünya konjonktürünü Türkiye’de gerçekleşecek bir otoriter rejim değişikliği açısından oldukça müsait hale getiriyor olabilir. Bölgesel savaş, fanatik İslamcı terör ve bunların sonucu olarak kapsamlı bir mülteci sorunu içinde sarsılmakta olan Ortadoğu coğrafyasının kıyısında, güvenlik ve istikrar terimleri sürekli değer kazanıyor. İstikrar ve güvenliğin tek garantisi olarak da tek muhatap, hatta bölgesel bir “ein Volk, ein Reich, ein Führer” ülkesi, büyük global güçler için tercih edilir hale gelebilir. İşte toplumu 12 Eylül Anayasası’ndan kurtararak demokratikleşme vaadiyle yola çıkmış olan AKP iktidarının bugün daha da otoriter bir “Reis Rejimi” teklifini önümüze koyuyor olması bu uluslararası konjonktür içinde değerlendirilmelidir.
ERDOĞAN VE ÇEVRESİNİN TARİHSEL REFERANSLARI
Cumhuriyetten bu yana kurumların ve ideolojilerin yapısal olarak çözülmesi ve çürümesinin sonuçlarıyla içinde bulunduğumuz siyasal krizin ne kadar ilgisi olabilir?
Meselenin siyasal ve ideolojik boyutlarını dikkate almak, Erdoğan’ın diktatörlük hevesi ya da yolsuzluk suçlamalarına karşı dokunulmazlık hedefi ötesini görmemizi mümkün kılacaktır. Öncelikle AKP ve kısmen MHP seçmeninin bu kadar kişisel ihtiraslar ardında mobilize olması neresinden bakılsa absürt görünüyor. Bunu reis karizması ve referandum sürecinde devlet olanaklarının, tek boyutlu medyanın vb. seferber edilirken muhalefetin de zorbalıkla susturuluyor oluşu gibi olgulara işaret ederek açıklamak mümkün. Ama lider kültüne bağlılığın ya da medyaya inanma arzusunun yalnızca kitle psikolojisiyle açıklanamayacak somut siyasal ve ideolojik boyutları olmalı. Bunları saptamak için iki yöne bakmak gerekiyor. Birincisi, Erdoğan ve çevresi hangi tarihsel referanslar ya da nasıl bir tarih anlatısı zemini üzerinde kendilerinin bugününü ve geleceğini tahayyül ediyorlar? İkincisi ise, yaşanmakta olan siyasal ve toplumsal krizin niteliği nedir ve bunu aşma yolunda ne gibi projeleri ve vaatleri var?
Birinci sorunuzla başlayalım isterseniz...
Siyasal iktidarın bir ideolojik restorasyon projesi olduğunu düşünüyorum. Restorasyon, sabık başbakan Davutoğlu’nun çok sık kullandığı bir terimdi. Ve bu sürecin içeriğini anlamak için Erdoğan ve çevresinin kendi tarihsel referanslarını dikkate almamız gerekiyor. Bugünlerde özellikle Şerif Mardin’in II. Abdülhamid dönemiyle ilgili analizlerini yeniden okuyorum. Mardin de Çağlar Keyder de Abdülhamid dönemini “restorasyon” olarak adlandırmayı tercih ediyorlar. O döneme baktıkça günümüz ile benzerliklerine hayret etmemek elde değil.
'ÇÖZÜLMEMİŞ TEMEL SORUNLAR TEZAHÜR EDER'
Yine tarihsel analoji... Yüzyıldan uzun bir süre öncesinden ve Osmanlı’dan söz ediyorsunuz...
İbn-i Haldun, "Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer" diye yazmıştı. Toplumların tarihini uzun vadeli zaman aralıklarıyla tekrarlanan deneyimlerle açıklayan döngüsel bir tarih felsefesinin ifadesiydi bu sözler. Ama bu anlayış, Aydınlanma’nın ilerlemeci tarih felsefesi ile birlikte çoktan terk edilmiş bulunuyor. Buna rağmen tarih bilgisi ve bilincinin bugünü anlamak için önemini hiçbir zaman yitirmediğini de vurgulamak gerekiyor. Yoksa tarihi bilmeye gerek kalmazdı. Çünkü Kojin Karatani’nin Tarih ve Tekerrür kitabında 1980’li yılların Japonya’sı için gözlemlediği üzere, çözülmemiş temel sorunlar, toplumların tarihinde tekrar ve tekrar hem de her geçen gün daha şiddetli biçimlerde tezahür ediyor. Bugün bir restorasyon süreci içinde olduğumuzu iddia ederek neler beklememiz gerektiğini anlamak da günümüzün sorunlarının hangi temel sorunların ve süreçlerin tarihsel bakiyesi olduğunu saptamayı gerektiriyor. İbn-i Haldun’un döngüsel tarih anlayışına yönelik eleştiriler üzerinden ilerlemeci/lineer tarih felsefesini inşa eden Hegel’in bile tarihte tekerrürü bütünüyle dışlamadığını şu gözleminden anlıyoruz: “Bütün tarihsel büyük olaylar ve şahsiyetler, hemen hemen iki kez yinelenir.”
Öyleyse, hangi olaylar ya da şahsiyetler yinelenmekte?
AKP söylemi, yüzeyde kendini esas olarak CeHaPe yani Kemalizm “parantezinin” nihai kapatıcısı olarak sunma eğiliminde. Menderes ve Özal başlıca kilometre taşları ya da ilham kaynakları… Bu muhafazakar/quasi-liberal geleneğin yarım bıraktığı işi tamamlayacak son temsilcisi olarak da Erdoğan sunuluyor. Oysa dikkatli bakıldığında Erdoğanist referansların derininde tarihsel olarak daha geriye dayandığı görülecektir.
Osmanlı’nın II. Abdülhamid döneminden söz ediyorsunuz sanırım. Bunu hangi verilere dayanarak söyleyebiliriz?
Çok fazla görsel ve yazılı sembolden söz edebiliriz ikisini yan yana koyan. Örneğin, Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin 15 Temmuz’dan sonraki yeni adı ya da bu yılın Ocak ayında AKP’nin düzenlediği Abdülhamid anması. Orada bir konuşma yapan Binali Yıldırım, Erdoğan’ı “Abdülhamid’in torunu”, FETÖ'cüleri de İttihatçıların ikinci tezahürü ilan etti. AKP’li araştırmacı Taha Ün’ün 15 Temmuz ertesinde apar topar piyasaya çıkardığı Yüz Yıllık Terane kitabı da aynı temayı işliyor. Daha yakın zamanda, Emine Erdoğan Yıldız Sarayı’na gidip Abdülhamid’in “ince ruhundan” falan dem vurduğu bir konuşma yaparak şunları söylüyor: “Onun dönemi, ülkemizin karşı karşıya kaldığı sorunları anlamak bakımından bir ayna hükmündedir.”
Ben bu göstergeleri Taksim’e cami ve topçu kışlası projeleriyle birlikte Erdoğanist çevrenin kurguladığı tarih anlatısının muhafazakar/mütedeyyin kolektif psişeye yönelik moda tabirle “subliminal” mesajları olarak okuyorum. 15 Temmuz’la kapatılan “parantezin” Cumhuriyet’le değil daha önce 1908’de Abdülhamid’i ikinci defa Meşrutiyet ilan etmek zorunda bırakan İttihatçı ayaklanma ve ardından da tahttan düşürülmesine yol açan 31 Mart vakası ile açılmış olduğu iması… Sosyolog Şerif Mardin ve tarihçi Selim Deringil, Abdülhamid’in anıtlar, mimari, tuğralar/nişanlar, devlet törenleri ve tarihsel göndermeler yoluyla giriştiği sembolik restorasyonun önemini vurguluyorlar. Erdoğan ile en önemli benzerliklerinin bu sembolizm tutkusu olduğunu gözlemleyebiliriz. Saray inşa etmek (Yıldız ve Beştepe), “ecdadımız” söylemi, Ertuğrul Gazi’nin “kurucu ata” olarak vurgulanması (TRT dizisi), saray muhafızlarının tarihi çağrıştıran kıyafetleri vb. hepsi Abdülhamid’in sembolik pratiklerinin tekrarı aslında.
GEREKÇE AYNI: RUSYA İLE SAVAŞ HALİ
Sembolizm ötesinde çok fazla somut benzerlik yok mu? Abdülhamid’in devleti bir polis/hafiye devleti haline getirmesi ve günümüzde bütün telefonların devlet tarafından dinlenebiliyor, bütün internet yazışmalarının takip ediliyor olması… Ordu ve donanmayı her ikisinin de operasyonlar yapmış olması; her iki dönemde de basına uygulanan sansür; günümüzde ana akım medya kuruluşlarına verilen ayar ve hapisteki gazeteciler… Ya da mizaha tahammülsüzlük; paraya ve kişisel servete düşkünlük… Bir de şu yol, köprü ve tünel inşaatları meselesi? Bu benzerliklere zaten sürekli dikkat çekiliyor. Siz bunlardan öte ne gibi benzerlikler görüyorsunuz?
Birincisi, Anayasa ile olan sorunlu ilişki. Abdülhamid 1876’da Meşrutiyetçiler tarafından tahta çıkarıldı. İlk Osmanlı Anayasası’nı ilan etti ve Osmanlı’nın ilk Meclisi onun fermanıyla toplandı. Hemen ardından, savaş durumu gerekçesiyle Meclisi feshederek anayasayı askıya aldığını görüyoruz. Erdoğan’ın da iktidara gelirken Anayasa’yı demokratik bir toplumsal sözleşme olarak yeniden yazma vaadi olduğunu, ama bugün geldiğimiz noktanın daha çok 1877’deki “olağanüstü hal” koşullarını onaylamamız beklentisini andırdığını kabullenmemiz gerekiyor. O kadar ki, o zamanki gerekçe ile şimdiki de büyük ölçüde benzeşiyor: Rusya ile savaş hali.
İkincisi, kalkınma ya da modernleşme ile şizofrenik ilişki. Abdülhamid, Yeni Osmanlılar’ın “Batı taklitçiliği” eleştirilerini büyük ölçüde dikkate alarak 1839 Tanzimat Fermanı’yla açılmış olan “parantezi” kapatma hedefini uygulamaya koydu. Ama bu, onun modernleşme karşıtı bir monark olduğu anlamına gelmiyordu. Özellikle ilköğretimi ülke geneline yayacak okulların açılması, öğretmen yetiştiren kurumların yaygınlaştırılması gibi daha sonra Cumhuriyet döneminin en önemli pratiklerinin temeli onun iktidarı döneminde atıldı. Bu hamle, Osmanlı ülkesini birbirine bağlayan bir demiryolları projesi yanında bir de karayolları projesiyle birlikte yürüyordu. İletişim alanında yapılan atılım, ülkede ilk kez telgraf ağının oluşturulması da önemli bir modern altyapı hamlesi olarak anılmak durumunda. Batı’nın teknolojisini alıp felsefesini reddetme perspektifi Abdülhamid’in pratiğine büyük ölçüde egemendi. Benzer “duble-yol, hızlı tren ve köprü hizmetlerinin” günümüz siyasal iktidarının söyleminde tuttuğu yer, bu tarihsel referanslarla daha anlaşılır olmuyor mu?
HER KÖYE BİR OKUL VE CAMİ POLİTİKASI
Üçüncü olarak Abdülhamid, Batılılaşma hamlesi ile birlikte neredeyse unutulmuş olan İslami kimliğin Osmanlı’yı yeniden birleştirmekte bir çimento işlevi göreceğini umuyordu ki “restorasyon” teriminin değeri özellikle buradadır. Tanzimat’ın eşitlikçi yurttaşlık anlayışının Hıristiyan tebaaya millet-i hakime karşısında sağladığı doğal ekonomik üstünlüğün farkındaydı. Elde kalan ya da feda edilemeyecek (müstemleke değil “vatan” addedilebilecek) Osmanlı toprakları, ancak böyle bir ideolojik yenilenme ile ülke dahilinde tutulabilirdi. Abdülhamid yüzünü Avrupa’dan çekip Ortadoğu’ya çevirdi. Şeriat’ı Osmanlılaştırdı; İslam’ı Sünni/Hanefi temelde standartlaştırdı ve bunu yaymak üzere bir dini görevliler ve Nakşibendi gönüllüler ordusu oluşturarak Anadolu’ya ve Ortadoğu coğrafyasına gönderdi. Bir yandan eğitimi modernleştirip yaygınlaştırırken bir yandan da müfredatı Müslümanlaştırmak Abdülhamid’in alametifarikalarındandı. Her köye bir okul yaparken köyün dinsel ve mezhepsel inancını tamamen göz ardı ederek bir de cami inşa etme ve öğretmen yanında bir de imam atama pratikleri, Abdülhamid’in Şeyhülislamlık müessesesini zaten Diyanet’e çevirmiş olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın benzer pratiklerinin neler olduğunu (örneğin, ortaöğretim kurumlarının neredeyse tümüyle İmam Hatip olarak yeniden yapılandırılması ya da ilkokullar için dört gün okul bir gün cami projesi) düşünmeyi ise size bırakıyorum…
İslamlaşmak çerçevesinde anılması gereken önemli bir hamle de Halifelik unvanının rehabilitasyonudur. Abdülhamid, İslam’ın Halifesi olduğunu gerek Anadolu gerekse de Ortadoğu halklarına vurgulama gereği duymuştu. Böylelikle, en önemlisi yükselmekte olan Arap milliyetçiliği olmak üzere, İslami kimlik içi merkezkaç kuvvetlerle baş ederek imparatorluğu elde tutmayı umuyordu. Halifeliğin bir başka etkisi de Osmanlı dışındaki (özellikle Hindistan ve Kafkaslar) Müslüman halklara önderlik ve himaye sunma durumuydu. Kaybedilme tehlikesi altında olmaktan çok yeniden kazanılma perspektifi vadeden tarihi Osmanlı coğrafyasında, Erdoğan’ın “one minute” vakasından bu yana kendi adı altında Halifelik kurumunu yeniden inşa ve ilan etme projesini görmezden gelmemek gerekiyor.
MUHAFAZAKARLIĞIN ALTIN ÇAĞ MİTİ
Peki bu söylediklerinizden, örneğin Korkut Boratav’ın dediği üzere pazar günkü referandumun Cumhuriyetçi laiklerle İslamcılar arasında bir hesaplaşma olduğu sonucu çıkmıyor mu?
Hem evet hem de hayır. Evet, çünkü 1877-1908 yılları arasında yaşanmış olan bu “son mutlakiyet” dönemi, Türkiye’de muhafazakar/milliyetçi ve mütedeyyin kimlik için halen bir “altın çağ” miti özelliği taşımaktadır. Ama aynı dönemin yine günümüz Türkiye’sinde ittihatçı, cumhuriyetçi, Kemalist, laik ya da batılılaşmacı (nasıl adlandırırsanız) kimlik öbeği için de negatif bir “İstibdat” miti çerçevesinde anlamlandırıldığını unutmamak gerekir. Meseleye klasik “devletin bekası” perspektifiyle bakıyorsak bu cepheleşmeyi vurgulamak doğrudur. Bu durumda devletin ne kadar İslami ne kadar laik bir karaktere sahip olacağı üzerine bir tartışma söz konusudur ve 16 Nisan Pazar günü buna karar verilecektir. Bu, Erdoğanist söylemin bir yüzü. Devlete ve devletin bağlı olduğu uluslararası güç odakları yanında devleti kendi varlığının tek garantisi olarak gören “millete” yönelik güçlü bir mesaj içeriyor. Özetle, devletin İslami niteliğini restore edersek bu toplumsal krizi aşarız ve bunun da yapıcısı benim diyor.
Ama ben, hem Abdülhamid’in hem de Erdoğan’ın yalnızca devlet elitlerine yönelik bir beka projesi sunmadıkları, bundan çok daha güçlü popülist temellerde “millete” bir hayatta kalma yani bir Lebensraum projesi sunabildikleri için güçlü olduklarını düşünüyorum. Başta konuştuğumuz Hitler Almanyası analojisi de bu nedenle önem kazanıyor.
Bunu açıklar mısınız?
Evet, bu nokta üzerinde özellikle durmak gerek. Osmanlı’nın geleneksel Müslüman/Türk çoğunluğu yani millet-i hakime, 19. Yüzyıl sonu itibarıyla bir yok olma ya da bulunduğu topraklardan Asya’ya sürülme fobisi yaşadı. Bu kolektif korkunun kaynağı, Balkanlar’ın kaybedilmesi ve devletin özellikle askeri güçsüzlüğünün görünür hale gelişiydi. Abdülhamid bu korkuya, Anadolu ve Ortadoğu topraklarını İslamlaştırma projesiyle çare üretti. Tabii ki hedefte, o dönemde nüfusun önemli bir kesimini oluşturan devletin gayrı Müslim tebaası vardı. Abdülhamid, özellikle Ermeni nüfusun taleplerine karşı çok sert tutum aldı. Müslüman Kürd aşiretlerin silahlı birliklerinden oluşturulan paramiliter Hamidiye Alayları onun döneminde kurularak isyan bastırma operasyonlarında kullanıldı.
'KIZIL SULTAN' LAKABININ KAYNAĞI
Ermeni soykırımının 1915’te İttihatçılar tarafından gerçekleştirilmiş bir eylemden ibaret olduğunu düşünenler 1890’lı yıllara dikkatli bakmalılar. Yüzbinlerce Ermeni yurttaşın özellikle Tokat ve Merzifon yöresinde devlet eliyle katledildiğini göreceklerdir. İsyan ettiği gerekçesiyle yok edilen nüfusun yerine Müslüman/Türk nüfusun ve Müslüman Kafkas ve Balkan göçmenlerinin yerleştirildiğini de göreceklerdir. Abdülhamid’in Avrupa’daki Kızıl Sultan lakabı, bu katliamlardan kaynaklanır. Yine Ezidi, Süryani, Ermeni, Rum vb. tebaaya Müslümanlığı kabullenmeye yönelik en güçlü çağrının (siz bunu baskı diye okuyun) bu dönemde gerçekleştiğini görüyoruz. Alevileri Sünnileştirmek de bu din siyasetinin bir başka ayağıdır. Bu ayrıntılar şu nedenle önemli: Abdülhamid, Sünni Müslüman/Türk kimliğini milleti hakime olarak (yeniden) kurmuştur. Birer ideoloji olarak İslamcılık ve Türkçülük Osmanlı tebaası arasında onun döneminde somut karşılıklarını bulmuştur. Başka deyişle Abdülhamid’in Türk milli kimliğinin (ya da, aynı anlama gelmek üzere Türk-İslam sentezinin) kurucusu olduğu söylenebilir.
Bu milli kimliğin görünür düşmanı “iç mihraklar” yani gayrimüslim Anadolu halklarını özerklik, bağımsızlık gibi fikirlere kışkırtan odaklardır. Bir de “dış mihraklar” vardır ki bunlar da bu iç mihrakları himaye edip kendi emelleri (Osmanlı’yı parçalama) yönünde teşvik ederler. Milli paranoyamızın Sevres Sendromu ile başladığını sananlara tarih bilgilerini gözden geçirmelerini öneririm. Bu “dış mihrakların” Osmanlı’dan daha güçlü olmaları ve milleti bölüp parçalamak gibi kötü emellere sahip olmaları nedeniyle Türk milli kimliği bir “mazlumluk edebiyatı” üzerine kurulmuştur.
MAZLUMLUK VE MAĞDURLUK SÖYLEMİ
İşte, Müslüman/Türk tebaanın çoğunlukta olduğu (olmadığı yerde katliamlarla çoğunluğun sağlandığı) bir coğrafya olarak “vatan” fikrinin somutlaşmasını da Abdülhamid’e borçlu olduğumuzu teslim etmemiz gerekiyor. Bu vatanın günümüzde karşı karşıya kaldığı “iç tehdit” Kürt hareketidir. Erdoğan, bu tehditle Abdülhamid yöntemleri kullanarak baş etme kararlılığını özellikle 2015 yazından itibaren devreye sokmuştur. “Pekaka tehdidini”, onun işbirlikçileri olarak “Hadepe”yi (bu, Meşrutiyet’in yasal siyasal temsilcileri olan Hınçak ve Taşnak partilerine yönelik söylemin neredeyse birebir kopyasıdır) ve onları himaye eden “dış mihraklar” olarak Avrupa ülkelerine karşı “mazlum fakat gururlu” duruşunu hatırlayalım. Erdoğanist söylemin ve pratiğin bu üç unsura nasıl açık bir savaş açtığı yanında, iktidarının ilk gününden beri dilinden düşürmediği mazlumluk ve mağdurluk demagojisiyle bu savaşı nasıl eklemlediğine bir daha ve dikkatli bakalım.
Özetle Erdoğan, Osmanlı’nın çöküş döneminde ortaya çıkmış olan ve milli kimliğin de Türk-İslam sentezi ideolojisinin de temelini oluşturan kolektif paranoyayı 21. Yüzyıl koşullarında yeniden tetikleme başarısını göstermiştir. Bunu dikkate aldığımızda 16 Nisan referandumunun hem milli hem de dinsel bir ideolojik mesele olarak muhafazakar/mütedeyyin kitlenin kolektif ruhu için önemi anlaşılacaktır. Bu ruhun cephesine İslamcı-Laik bölünmesi ötesinde bir varoluş/yok oluş paniğinin düştüğünü görürsek o zaman örneğin Devlet Bahçeli’nin evet çağrısı yapmasında bir skandal kaset ihtimalinden çok daha köklü nedenlerin olduğunu idrak edebiliriz.
İkinci sorunuza geçelim mi? Özellikle AKP yerine Erdoğan ve yakın çevresi ya da Erdoğanist terimini kullanmanız dikkatimi çekti. İsterseniz buradan başlayalım.
Evet, somut toplumsal ve siyasal koşullarla bu psişik tarihsel referansların ilgisini açıklamamız gerekiyor. Bunun birbirine bağlı iki yönü var: Birincisi AKP’nin ikincisi ise Türkiye toplumunun yeniden yapılandırılması projeleri. AKP, iktidarını konsolide ederken Refah’tan (ya da Milli Görüş) ve Gülen Cemaati’nden (FETÖ) devraldığı sosyal dayanışma ağlarına fazlasıyla yaslandı. Geldiğimiz noktada her ikisini de tasfiye etme zorunluluğu hasıl oldu ki bu pratikte AKP’nin tasfiyesidir. Meselenin yalnızca FETÖ ile ilgili olmadığı açık. Abdullah Gül ve Bülent Arınç olmadan AKP’yi düşünmek neredeyse imkansız çünkü kurucuları bunlar. Kullandığım terimlerin nedeni şu ki günümüzde AKP, Erdoğan ve yakın çevresi tarafından Erdoğanist bir parti olarak yeniden kurulma sürecinde. Buna, bu güne kadar var olmuş olan klientalist ağların güncellenmesi ya da yeniden kuruluşu süreci de diyebiliriz. Erdoğan ve yakın çevresi, bir yandan ideolojik bombardımanın dozajını yükseltirken bir yandan da bu eski ağlardan arta kalanları yeniden yapılandırma çabası içinde. 16 Nisan referandumu, bu konuda da bir karar anlamına gelecek.
Peki, toplumun yeniden yapılanması?
Aynı şey toplumun bütünü için de geçerli. AKP’li çevreler şimdi bu iktidarla yakınlıkları konusunda yeniden test ediliyorlar. Burada, kleptokratik refah birikimi ve bunun klientalist paylaşımı üzerinden bir yeniden yapılanma söz konusu. Yani devletin değerleri etrafında biçimlenen müteahhit çıkar ağlarını, taşeron ihalelerini, oy karşılığı kömür ve yiyecek yardımı dağıtımlarını yeniden yapılandırmak gerekiyor. Bütün bunlar, neden Erdoğan ve yakın çevresi ya da Erdoğanizm terimlerini tercih ettiğimi göstermiyor mu? Çünkü AKP felsefesi, sevelim ya da nefret edelim böyle değildi. Yukarıda sözünü ettiğim Hamidist ideallere daha yakındı. Bu anlamda Erdoğan-Abdülhamid analojisinin sınırları da ortaya çıkıyor sanıyorum. Bir sonuç bölümü oluşturmak istemiyorum. Erdoğan’ın bir “kifayetsiz Abdülhamid” olduğunu vurgulamak yeterlidir sanıyorum ve Marx’ın Hegel’in tekerrür meselesi üzerine şu notuyla bitirmeyi öneriyorum: “Hegel, büyük dünya-tarihsel vakıaların ve şahsiyetlerin sanki iki defa çıktığından bahsetmişti bir yerlerde. Şunu eklemeyi unutmuştur: Bir seferinde trajedi olarak, öteki seferindeyse komedi”.