Şerif Mardin neden büyük bir isimdir?
Ölümü bizleri hüzne boğsa da sosyal bilimin nasıl yapılması gerektiğine dair bıraktığı zihni mirasın değerini bilmemize, korumamıza ve geliştirmemize dair önemli bir uyarı olarak kabul edilmelidir.
Ali Yaşar Sarıbay
Türkiye’de sosyal bilimcilerin çoğu, Şerif Mardin’in rahle-i tedrisinden dolaylı veya dolaysız geçmiştir. Kendi akademik hayatlarını inşa etmede birçok sosyal bilimci (özellikle sosyologlar ve siyaset bilimciler) Hoca’nın etkisini, yol göstericiliğini inkâr edemez. Böyle önemli bir etki nereden kaynaklanmaktadır? Başka bir deyişle, Hoca’yı sosyal bilim camiasında idol haline getiren faktörler nelerdir? Bu soruları Hoca’nın rahle-i tedrisinden dolaylı geçmiş, onun fikirlerini, yaklaşımını benimsemiş biri olarak cevaplamak durumundayım. İnanıyorum ki, cevabım “öznel” (sübjektif) veya “şahsi” sayılmayacaktır, çünkü aşağıda belirteceğim noktalar, tanıdığım birçok meslektaşımın paylaştığını bildiğim kanılarını da temsil kabiliyetine sahiptir.
Doktora yıllarımda din olgusunu çalışmak istiyordum. Modernleşme teorilerinin hâkim olduğu bir dönemdi ve o teorilere göre bir toplum modernleştikçe ortaya çıkacak en önemli sonuç, “dinin gerilemesi” idi. Oysa, Türkiye’de durum bu iddianın tersini gösteriyordu: 1970’de Milli Nizam Partisi kurulmuş, halefi Milli Selamet Partisi 1973’te CHP ile koalisyon ortağı olmuştu. Dolayısıyla, din gerilememiş, parti politikası şeklinde yükselmişti. Neden böyle olduğunu anlamak üzere, genelde din, özelde İslam üzerine yapılan çalışmaları okumaya yoğunlaştım. Şerif Hocanın Din ve İdeoloji kitabı (1968’teki ilk baskısı) bu esnada karşıma çıktı. Bir çırpıda okudum, tabiri caizse, çarpıldım! Çarpıldım, çünkü o dönemler Türkiyesinde din konusu gericilik-ilericilik kıskacına sıkıştırılmış bir kör döğüşü gibiydi. Nitekim, daha herhangi bir akademik ehliyete sahip değilken, Toplum ve Bilim dergisinin 3. sayısında çok tanınmış bir profesörün din konusundaki kitabını eleştirdim. Kitap, Şerif Hoca’nın haklı olarak küçümseyici bir dille nitelediği, dine “ayağı kokmuş imam” yaklaşımının tipik örneğiydi. Din ve İdeoloji’yi bir daha okudum ve kendi doğrultumun yönünü tayin etmeye giriştim. Okudukça, Hoca’nın diğer çalışmalarına yöneldim ve bir bütün olarak o çalışmaların birçok meseleyi tahlil yanında, esasen nasıl sosyal bilim yapılır telkinini de işlediğini anladım.
Kendisi açıkça ifade etmese de Şerif Hoca’dan alınabilecek telkinler (dersler) şunlardı:
1. “Sosyal Bilim” yapmak, her şeyden önce, yaklaşılan olguyla araya bir mesafe koymayı gerektirir. Bu bir olguyu “anlamak” için önemli bir koşuldur.
2. O mesafeyi berrak hale getiren, sadece mensup olduğumuz disipline mutaassıp şekilde bağlı kalmak değil; bakışımızı diğer disiplinlere, hatta “akademik” olmayan alanlara doğru esnetebilmektir. Nitekim, Hoca’nın bütün çalışmaları bu anlayışın tipik örnekleridir. Mesela, Din ve İdeoloji’de bu çok belirgindir: Sosyolojiden psikolojiye, siyaset biliminden dilbilime, vs. uzanan bir zemin karşımıza çıkar o kitapta.
3. Toplumsal/siyasal olanın köklerini sosyal ve kültürel yapıda aramak, bulgularımızın şaşırtıcı etkisine mahkum olmamak, söz konusu etkiyi öncelikle “anlamaya” çalışmak. Zaten, olgular karşısında baştan oluşturduğumuz mesafe de onları “anlamak” içindir. Bununla beraber, anlamak, anlayış göstermeyi zorunlu kılmaz ki, bu da, sosyal bilimciden beklenen bir tavır olmalıdır.
4. Sosyal bilimin toplumun ve o toplumun tarihinin kendi içinden geçen bir şekilde icra edilmesi: Topluma dışarıdan değil, içeriden bakmayı bilme gereği. Hoca’nın Bediüzzaman Said Nursi Olayı çalışması bu anlayışın bir örneğidir. Böyle bir olayı Hoca, “anlama” ekseninde ele almıştır. Fakat, bazı çevreler bu yüzden Hoca’yı “Nurcu” olarak yaftalamış, bazıları da Nurculuk hakkında göstermesi gereken anlayışı kıt bulmuştur! Oysa, Hoca, dinî bir figürün ve onun yön verdiği hareketin tahlilinin nasıl yapılması gerektiğine dair bir çerçeve ortaya koymuştur. En anlaşılmaz olanı da bu olmuştur; TÜBA üyeliğinin reddi bu hususta çok açık ve acıklı bir kanıttır.
5. Şerif Hoca, sosyal bilim dilini kullanmada ve olguları tahlil etmede edebiyattan da yararlanılmasını öğretmiştir. O kadar ki, büyük bir samimiyetle şunları söyleyebilmiştir: “Ahmet Haşim’in bir dizesi, benim kitaplarca anlatmak istediğimden daha izah edici güce sahiptir.” (Mealen aktarıyorum). Bu bağlamda, sembolik ifadeye verdiği önem, metafor kullanma hassasiyeti açık şekilde kendini gösterir. “Mahalle Baskısı”, “Sivil Toplum: Bir Batı Rüyası” Hoca’nın bu anlayışının nişaneleridir.
6. Batılı sosyal bilim literatürüne şüphesiz çok hakim olan Hoca, Batı’da geliştirilen kavramların odağından kendi toplumumuza baktığımızda nasıl bir manzara görebileceğimizi kendisine mesele edinmişti. “Sivil Toplum” bunlardan birisiydi. Şerif Hoca için, tıpatıp bu kavramın anlattığı olguya tekabül etmese de hangi yapıların benzer bir mekanizma olduğunu araştırdığında, tarikatları gündeme getirmiştir. Belli bir süre sosyal bilimcilerimizin çoğuna bu tespit cazip gelmiştir. Buna karşılık, tarikatların kendi tarihselliğinde incelendiğinde “secondary structures” (İkincil Yapılar) mahiyetini taşımadığına dair eleştiriler, Hoca’nın kavramı yeniden ele almasına yol açmıştır. Nitekim, daha sonraları İngilizce yazdığı bir makalesinde sivil toplumu, bir “Batı Rüyası” olarak nitelemiş; bir anlamda tarikatlara ilişkin benzetmenin eleştirisini yapmıştır. Varılan noktada, Şerif Mardin, evrensel sayılan ile yerel olanın çarpıştırılmasının gerekliğini ima eden bir yönü işaret etmiştir.
Bu noktalar elbette çoğaltılabilir. Sıcağı sıcağına acı bir kayıp, daha ayrıntılı düşünmeyi ister istemez engelliyor. Ölümü bizleri hüzne boğsa da sosyal bilimin nasıl yapılması gerektiğine dair bıraktığı zihni mirasın değerini bilmemize, korumamıza ve geliştirmemize dair önemli bir uyarı olarak kabul edilmelidir.