Bırakın, düzülenler anlatsın!
Anlatamamanın ıstırabı çok ağır... Ama emin olun, anlatmanın ıstırabı daha da ağır... Anlatmanın yolunu ararken çekilen ağrıların, yaşanan çaresizliğin, başını o duvardan duvara vururken kesilen nefesin ıstırabı... Tekrar tekinsiz bir boşlukta uğuldamaya başlayan o pis nefesin... Abis’in yazarını, Taş Uykusu’nun yazarını, Aslı Tohumcu’yu damarımda hissettim, hissediyorum... Çekilin şöyle kenara... Biraz susun artık... Yeter...
Murat Uyurkulak
Bakın ne anlatacağım... 18 yaşında falanım... Balkonda oturuyorum... Alelade bir gün, hava sıcak, İzmir yazı... Aşağı baktım... Saçları üç numaraya vurulmuş, benim yaşlarımda, cılız bir genç geçiyor... Ve birdenbire hatırladım... Ne içki ne başka bir şey... Küp gibi ayığım... Kendimdeyim... Aniden hatırladım... Götürüldüğüm inşaatın duvarlarını, kırmızı tuğlaların arasından taşmış gri sıvaları... Az ötedeki kapısız kapı aralığının dışında yaprakları hafif yaz rüzgârında sallanan ağacı...
Ekşi ter kokusunu... Arkamdaki ılıklığı... Üç numara tıraşlı kafasındaki saçsız yara izini... Yakınlardaki demiryolundan geçen trenin gürültüsünü... Hepsini... Bir anda... Pırıl pırıl, yüksek çözünürlüklü bir film karesi gibi hatırladım...
Öyle olurmuş, nasıl bastırıyorsan artık, unutuyorsan, yıllar sonra birden çıkar gelirmiş... Galiba Ayşe Özmen’in Sen Gülerken romanında da vardı böyle bir an... Çok oldu okuyalı, tam hatırlamıyorum şimdi, belki onu da hatırlamamayı seçmişimdir...
Önce çok tesiri olmadı o hatırlamanın hayatımda, gençliğin boktan dertleriyle oyalanıp durdum, tekrar unuttum... Ama öyle değildi işte, beynimin bir yerine yapışıp kalmıştı, ruhumun bir köşesine takılıp usul usul sallanmaya başlamıştı...
O zamanlar farkındalık nedir, farkında değilim, cehalet diz boyu, sefil bir gençlik hali, bolca kadın muhabbetleri, etraf hormon bombası akranlarla dolu... Bir müddet sonra telaşa kapıldım, bir tuhaf endişe, kendimle, hayatımla, hayatımın geçmişiyle, şimdisiyle ve geleceğiyle alakalı... Böyle sanki, daimi bir gıdıklanma gibi, ama güldürmeyen, titreten, terleten cinsten...
Bir tarafımda, gövdemin tespit edemediğim, etmekten kaçtığım bir tarafında, yakıcı bir boşluk açılmıştı sanki... Oradan, bir ejderha, bir canavar, korkunç bir mahlûk, durmadan sıcak, pis kokulu nefesini üflüyordu... Bir gün sakallı bir adamın peşine takıldım, beni denesin, bana benim kim olduğumu açıklasın diye... Açıklama yoktu, başım döndü, kaçıp gittim... Hiçbir yere kaçtım... Nefes peşimi bırakmıyordu...
Âşık olup duruyordum, en azından adını öyle koyuyordum, kendimi birilerine âşık olmak mecburiyetinde hissediyordum, ama zerre kadar sadakat duygusu gelişmiyordu içimde... Birinde çok kalırsam hemen paniğe kapılıyordum, tamamlanamıyordum, kimse bana beni anlatmıyordu, o boşluğun yaması yoktu, kapağı, örtüsü, tutkalı, bandı yoktu... Galiba iyi ve mazbut bir insan olma fırsatını da böyle kaçırdım... Küfre, hovardalığa, umursamazlığa, inançsızlığa alıştım... Karanlığın, kötülüğün, yamukluğun, bokun püsürün müptelası oldum...
Yıllar geçti, 30’larımı idrak ettim, kadınlara çok kötülük ettim, erkekleri pek merak ettim, ama hiç yekinemedim, yekinir gibi olduğumda korktum, gerisin geri kalktığım yere düştüm... Öyle bir dönem oldu ki, bir acayip anlatma arzusuna kapıldım... Arkadaşlarımı, sevgililerimi, ilk kez tanıyıp yakınlık duyduklarımı hikâyeme maruz bıraktım, apansız, birdenbire, onları kendime, endişeme, boşluğuma boğdum... Şaşkın şaşkın bakarlardı bana, bazısı şefkatle sarıp sarmalamak isterdi, bazısı bir an önce uzaklaşmak... Sonra nefes nefese sustum... Uzun yıllar sustum...
Kurumun birinde onlarca çocuğa tecavüz edildiği haberleriyle çalkalanıyordu memleket... Twitterın başına geçiyordum, elim klavyeye gidiyordu, bas bas bağırmak, anlatmak istiyordum, ama işte, hep etrafından dolanıyordum... “O pis kokulu nefes” diye yazıyordum, “o ekşi ter kokusu” diye yazıyordum, “o ılıklık”... Bir türlü asıl mevzuya giremiyordum... Hani çiğner çiğner çiğner de yutamazsın ya ayvayı, öyle... Ben ayvayı daha altı-yedi yaşındayken, anne-babamın öğretmenlik yaptığı küçük bir kasabada, bir inşaatın tozlu zemininde, çoktan yutmuştum...
Diyorlar ki anlat... Anlatıyorsun, diyorlar ki, öyle değil böyle anlat... Böyle anlatıyorsun, diyorlar ki, böyle değil şöyle anlat... Şöyle anlatıyorsun, diyorlar ki, yine sıçtın, boş ver, anlatma, sus, sapık, gerizekalı, müptezel, dallama, dingil, hain, pislik...
Anlatamamanın ıstırabı çok ağır... Ama emin olun, anlatmanın ıstırabı daha da ağır... Anlatmanın yolunu ararken çekilen ağrıların, yaşanan çaresizliğin, başını o duvardan duvara vururken kesilen nefesin ıstırabı... Tekrar tekinsiz bir boşlukta uğuldamaya başlayan o pis nefesin...
Abis’in yazarını, Taş Uykusu’nun yazarını, Aslı Tohumcu’yu damarımda hissettim, hissediyorum... Çekilin şöyle kenara... Biraz susun artık... Yeter...
Bırakın, düzülenler anlatsın!