Annem de kefenini hazırladı ama sadece kendisi için
Benim annem de kefenini hazırladı, ama sadece kendisi için. İnancı doğrultusunda tefekkür içinde zamanının dolmasını bekliyor. Seçilmiş de olsa bir liderin sadece kendisi için kefen giymediğini, o kefenin bütün topluma giydirildiğini bilmesi gerekir. Bu toplum adına, insanlık adına yıkım demektir.
Vedat Zencir
Savaş karşıtlığı, vicdani ret ve antimilitarizm, en temelde, insanın "öldürmeme”yi seçmesidir. Bu, insan evladının en önemli varoluşsal sorunudur. İster dini ister salt ahlaki bir buyruk olarak görülsün, "öldürmeyeceksin" buyruğunun anlamı, idrak eden için ağırdır. Çünkü bu, insana ait ölümle eşdeğer anlam sorunudur. İnsanın iradesinin ve özgürlüğünün sınandığı en son nokta ölüm karşısında aldığı tavırdır. Anlamın başladığı ve bittiği yerdir. Her türden militarizm ölümü kutsar ve yaşamı hiçleştirir; bireyin içgüdüsel ve varoluşsal korkularını kullanarak herkesi esir alır.
Bugünlerde savaşla birlikte tırmandırılan ölüm fetişizmi boşuna değil. Denklem şu: Önce ölümle korkutuluyor, sonra öldürmeye razı ediliyoruz. Psikolojinin diliyle söylersek, iktidar ölüm iç güdüsünün hakimiyeti altında, bize sürekli o karanlıktan sesleniyor. Boşuna değil bu tür dönemlerde liderlerin silah kuşanması, çocukların bile ölüm fetişizmine kurban edilmesi, kefen giyip halkın karşısına çıkılması. Sürekli olarak şehitlikten söz edilmesi...
Benim annem de kefenini hazırladı, ama sadece kendisi için. İnancı doğrultusunda tefekkür içinde zamanının dolmasını bekliyor. Seçilmiş de olsa bir liderin sadece kendisi için kefen giymediğini, o kefenin bütün topluma giydirildiğini bilmesi gerekir. Bu toplum adına, insanlık adına yıkım demektir. İktidar, kim olursa olsun herkes için ateşten bir gömlektir; insan evladının ''kadir-i mutlak'' olmaya yeltendiği, tanrısallığa özendiği en aldatıcı yerdir. Kudret büyüdükçe ölüm korkusu ile ölümü göze alma birbirine karışır. Ve sonuçta iktidarı kaybetme korkusu ile ölüm korkusu aynılaşır. Mutlak iktidar sahiplerinin kendi ölüm korkularını ve yok etme güdülerini bütün topluma yüklemeleri bundandır. Bundandır korku, kahramanlık, çaresizlik, güç ve hiçlik duygularının birbirine girmesi…
Yaşam hakkı normalde devir edilebilen bir şey değildir. Devlete ve onun şiddet tekeline rıza gösterilmesinin tek akli nedeni; insanın sınır tanımayan gücünü ortak akılla denetleme isteğidir. Yani cumhura dayandığını iddia eden her rejim yaşam hakkını sözde koşulsuz devir almaz. Birey de biricik yaşam hakkını sözde koşulsuz devir etmez.
Güç merkezleşmesinin olduğu dönemlerde, tabiri caiz ise devlet de toplum da aklını yitirir. Yani insanın korktuğu ve sakınmak istediği şey başına gelir. Önce denge denetleme ve güç dağılımını sağlayan bütün kurumlar yok edilir. O kurumlar yok olurken aynı hızla yurttaş da tebaaya dönüşür. Tebaa karışık tehditler zinciri içinde hayatta kalmak için mümkün olabildiği oranda merkeze yakın durmaya çalışır. Güçten pay almaya çalışırken kahraman muamelesi görür ama asıl kurbanın kendisi olduğunu fark etmez.
Gücün kristalize olduğu bu dönemlerde iktidar için savaş kaçınılmaz bir zorunluluk halini alır. Dolayısıyla silahlı çatışma koşullarının ağırlaştığı her dönemde doğal olarak ''Savaş Karşıtlığı'' tartışma konusu haline getirilir.
Öncelikle savaş karşıtlığı, en genel ve soyut haliyle dahi suç sayılır. Yetmez savaş karşıtları için; pasiflik, bencillik, kendini koruma, işe yaramazlık, çözüm üretememe ve hainlik noktasında ortak bir kanaat oluşturulmaya çalışılır. Önce savaşın zorunluluğu ve kaçınılmazlığı üzerine kadir-i mutlak gibi gösterilen tezler masaya konur, sonra da savaş karşıtlarından çözüm bulması beklenir.
Oysaki savaş karşıtlarının savaş koşullarının oluşmasına kadar söylediği, yaptığı, uyardığı çok şey var..
Savaş karşıtlığı anlayışını antimilitarizm ve vicdani ret kavramlarından ayrıştırarak yapılan her tartışma ve akıl yürütme bizi önce militarizmin, sonra da savaşın zorunluluğuna götürür. Ki öyle de oluyor zaten. Sonra da savaş karşıtlarından savaşın yıkımlarına karşı bir çırpıda çözüm bulması beklenir. Yani önce değirmene su taşıyıp, sonra da değirmenin neden döndüğü soruluyor.
Savaşın koşullarının bu kadar ağırlaştığı bir dönemde savaş karşıtlarından ve vicdani retçilerden ne yapması bekleniyor? Eline silah alıp o ya da bu cepheye gitmesi mi? Yoksa militarizmin ve savaşın insan kaynaklarını kendinden başlayarak kurutma mücadelesi mi? Ya da politik alana en geniş kitleleri de dahil ederek savaşın yıkıcı, yok edici, lanet gücüne karşı toplumsal direnci örgütlemesi mi?
İlk olarak savaşın insan kaynaklarını kurutma noktasında Türkiye’de her bir vicdani retçi, 1990 yılından bu yana üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi ve getirmeye de devam ediyor. Ödenen bedelleri söylemeyi ve karşılaştırmayı bunca acının ve ölümün yaşatıldığı topraklarda ayıp sayarım. Ama şu kadarını söylemek isterim ki bu ülkede ne vicdani retçilerin, ne de genel anlamda savaş karşıtlarının tuzu kuru değil. Bu bilinsin...
İkinci olarak, savaş karşıtları ve vicdani retçilerin, savaş karşıtı toplumsal bir direnci yaratamama konusundaki sorumluluğunu kendi adıma sonuna kadar aldığımı söylemek isterim. Bir dizi başka toplumsal parametrelere de bağlı olarak ne yazık ki bunu başaramadık. Bunu başaramadığımız içindir ki Sivas’ta canlarımız yakıldı. Bunu başaramadığımız için dünyanın en güzel insanlarından Hrant’ı, Tahir Elçi’yi kaybettik. Yine bunu yapamadığımız için Taksim'de, Sur’da, Suruç’ta, Cizre’de, Ankara’da, 15 Temmuz’da ve son olarak Afrin’de korkularımızın esiri olduk. Bunun için asker, polis, gerilla, sivil ve çocuklarımızın ölmesine, öldürmesine izin verdik.
Toplum olarak suçlamaktan vazgeçip kendi günahlarımızı üstlenmeye başladığımızda bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Bu bir günah çıkarma değil, kefareti üstlenme...