Sabuktay: Muhalefet, AK Parti-MHP ittifakını Nash Dengesi'ni gözeterek yenebilir
1999 yerel seçimlerinden beri çok sayıda siyasi kampanyada görev alan İzmir Büyükşehir Belediyesi Danışmanı Ali Sabuktay, AK Parti ve MHP ittifakında asıl kârlı çıkacak ismin Bahçeli olacağını söylüyor. Erdoğan'ın kutuplaştırma siyasetiyle asla oy alamayacağı bir kesim yarattığını belirten Sabuktay, muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 'Nash Dengesi'ni gözeterek sonuca ulaşabileceğini belirtiyor.
İZMİR - AK Parti ve MHP seçimlere 'Cumhur İttifakı' ile girmeye hazırlanıyor. İki parti böyle bir ittifaka neden ihtiyaç duydu? İki partinin oyları seçimde yüzde 50'nin üzerine çıkabilecek mi? AK Parti ve MHP yerel seçimlere de ittifak halinde giderse sonuç ne olur? Bunları ve daha pek çok soruyu 1999 yerel seçimlerinden beri çok sayıda siyasi kampanyada görev alan ve halen İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde danışman olarak çalışan şehir plancısı ve siyasal iletişimci Ali Sabuktay'a sorduk.
'ERDOĞAN 'SENİ BAŞKAN YAPTIRMAYACAĞIZ' SÖZÜNÜN KARŞILIĞI OLDUĞUNU GÖRDÜ'
AK Parti ve MHP neden ittifak yapmaya ihtiyaç duydu?
Olan biten çok belirgin aslında, hepimizin gözü önünde yaşandı her şey. Erdoğan, 'Seni başkan yaptırmayacağız' sözünün karşılığı olduğunu gördükten sonra çözüm sürecini askıya aldı ama bu tornistan yetmedi. Ve 8 Haziran sabahına bir kabusla uyandı. O sabah kabus görenler arasında Devlet Bahçeli de vardı. Meclis'teki milletvekili sayısı HDP’nin çok altında kalmış, dördüncü parti haline gelmiş bir MHP’de dalgalanma ve sonucunda başkanlığı kaybetme neredeyse kaçınılmazdı. Muhalefet tutuk kalınca, 7 Haziran’ın iki looserı, neredeyse kafa kafaya verip bu günleri hazırlayabildiler. Yani ittifak, Erdoğan’ın başkan olabilmesi ve Bahçeli’nin partisinin başında kalabilmesi için bir zorunluluktu. Ama bu ortaklığın asıl mimarı kuşkusuz ki Bahçeli’dir. En dara düştüğü zamanlarda Erdoğan’ı oyuna sokarak kendi pazarlık gücünü arttırdı. Erdoğan da onu mahkeme köşelerinde sürünmekten kurtararak yeniden makam odasına kavuşturdu. Bahçeli 'Fiili durumu hukukileştirelim' dediği zamanlarda, onu çok yakından tanıyan bir MHP ile konuşmuştum. Herkesin merak ettiği 'bu işin içinde gizemli bir yan var mı' sorusunu kibarca sordum. Yanıt, Bahçeli’nin her kararı tek başına aldığı ve en yakınındakilerin bile şaşkınlık içinde kaldığıydı.
Bugün ittifaka baktığımızda Bahçeli’nin şimdilik daha karlı çıkan taraf olduğunu görüyoruz. Hem parti içi muhalefeti bertaraf etti hem de baraj tehlikesinden kurtuldu. Gerek iktidardan MHP’ye düşen payın dağılımı, gerekse milletvekili seçme gücü onun elinde. Artık partinin tartışmasız sahibi.
'ARAŞTIRMALARA GÖRE BAHÇELİ'NİN TABANDAKİ İTİBARI DÜŞÜYOR'
Bahsettiğiniz parti içi iktidarın siyasal alana yansıması ne peki?
Çok az derim. Bunu iki anlamda söylüyorum; hem 'Cumhur İttifakı'na MHP’den gelecek oy hem de Bahçeli’nin seçmen nezdindeki itibarı anlamında. Şöyle bakabiliriz; MHP’nin 7 Haziran sonrası muhalefet bloğundan iktidar bloğuna geçişi ve Erdoğan’ın çözümden çatışmaya geçişiyle birlikte, AKP, 1 Kasım’da MHP’den alabileceği oyu zaten aldı. MHP ise esas olarak batıdaki seçmenden oy alarak barajı aştı. Durum referandumda da farklı değildi. MHP’nin muhafazakar tabanı evet verirken, çoğu merkez sağdan devşirilmiş seküler taban ise hayır dedi. Şu anda ittifakın MHP’den alabileceği yeni oy çok az. Bu oylarda Afrin gibi konjonktürel etkilerin yanı sıra MHP’nin iktidar nimetlerinden faydalanma ihtimali de rol oynuyor. Kaldı ki, genel seçimde ittifak için oy kullanacak seçmenin, başkanlık seçiminde de öyle davranacağının garantisi de yok. Erdoğan’ın ittifaktan istediği sonucu alamadığını görüyoruz. O nedenle 'Milliyetçi Cephe'yi güçlendirecek arayışların yanı sıra oyla yapamadığını başka yollarla yapmanın da arayışı içinde. Bir de Bahçeli’nin MHP seçmeni nezdindeki haline de değinmek lazım. Araştırmalara göre, Bahçeli’nin parti içindeki hakimiyeti artarken tabanındaki itibarı düşüyor.
OHAL koşullarında ve Suriye’de savaş durumuyla birlikte Erdoğan'ın iktidarını perçinlediği' yorumları yapılırken böyle bir ittifaka neden ihtiyaç duyuluyor?
Sık sık 'Bu son seçim olabilir' sözünü duymuşuzdur. İktidarın tek kişide yoğunlaştığı, keyfileştiği bariz bir gerçek. Üstelik demokrasiyi 'uygun istasyonda ineceği' bir araç olarak gördüğü de malum. Bu ve benzer verilerden Erdoğan’ın artık seçimlere ihtiyacı kalmadığı sonucu da çıkartılabilir. Fakat seçimleri kazanmaya verdiği önem dikkate alınırsa Erdoğan için durum öyle değil. Seçimi yarıdan bir fazla oy almak olarak görse bile, şu anda içeride-dışarıda başka bir meşruluk kaynağı yok. O oyu almak zorunda. Böylece 'milli irade' denilen şey tecelli edecek. Erdoğan’ın söylemi en baştan itibaren iktidarın kaynağı olarak milletin iradesini işaret etti. Bu anlamda kendini bağladı. Hiç bir seçim sonucuna saygı duymayan bir anlayış, paradoksal biçimde kendi seçimini önemsiyor. Bir de işin öznel yönü var. Mutlak iktidar, mutlak yalnızlık gibi bir 'dram' yaratır. Ne denetleyeniniz ne eşitiniz var. Yola çıktığınız herkesi harcadıktan sonra kime güvenebilirsiniz ki? İttifak yaptığınız partinin başkanı en az sizin kadar 'büyük dönüşlerde' uzman. İş arkadaşlarınız yok, aparatçikleriniz var. Her efendi, çevresinde 'köle ahlakı' biriktirir. 'Milli irade' fantazisinin yönetimsel olduğu kadar, 'ruhsal' bir işlevi de var. Düşme fobisi ortaya çıktığında bir teselli ve yüceltme kaynağı olarak iş görüyor. 7 Haziran öncesi muhtarlar, Gezi’deki evde tutulan yüzde 50 ya da 15 Temmuz’da sokağa çağrılanlar gibi.
'ERDOĞAN HEM MUHAFAZAKAR KÜRT SEÇMENİ HEM DE MİLLİ GÖRÜŞÇÜLERİ ÜRKÜTÜYOR'
AK Parti ve MHP ittifakı yüzde 50'yi aşacak bir ittifak mıdır? Eğer böyleyse neden Saadet Partisi ikna edilmeye çalışılılıyor?
Teknik olarak düşündüğümüzde, yüzde 50’yi aşıp aşamayacağı belli olmayan bir ittifaktır diyebiliriz. 15 Kasım’daki yüzde 49’un ve 16 Nisan’daki YSK (Yüksek Seçim Kurulu) marifetiyle elde edilmiş yüzde 51’in üzerine koyabildikleri pek bir şey yok. Erdoğan kendini tuhaf bir havuz probleminin içine hapsetti. Her yeni su basma girişiminde yeni kaçaklar oluşturuyor. Türkiye’de siyaset yapmak belli pozisyonlarda durmak anlamına gelmeye başladı. Her konum değiştirme yeni sorunları beraberinde getiriyor. CHP muhafazakar aday göstermekle genişleyemediği gibi, Erdoğan’da bozkurt işareti yapmakla zaten kendisine gelmiş oylar dışında MHP seçmeninden ilave oy alamıyor. Üstelik de hem toplam oyunun yüzde 15-20’sini aldığı muhafazakar Kürt seçmeni hem de Türkçülükle kan uyuşmazlığı olan Milli Görüşçü seçmeni ürkütüyor. Aynı şekilde, 'güncelleme', 'Atatürk’ün keşfi' gibi hamleler laik seçmende karşılık bulmazken kendi çekirdek tabanında homurtu yaratıyor. İnsanların hayatını derinden etkileyebilecek ekonomik kriz olasılığı da iktidarı kısıtlayan bir faktör.
Bu noktada Saadet Partisi kendi hacmini aşan kritik bir rol oynamaya başladı. Erdoğan için, Saadet’in ittifaka katılımı, sağlayacağı oydan daha fazla bir önem taşıyor. İlk hedef, Erbakan mirasını temsil eden bir partinin katılımıyla milliyetçi cephenin tamamlanacak olması. Böylece kolektif bilinçdışındaki Türk sağının ideal tablosuna ulaşılacak. İkincisi ise, 2015 sonrası girdiği yeni yolda sorunsuz ilerlemek istemesi. Çünkü Saadet olduğu sürece Milli Görüş’ün hayaleti hep orada duracak ve tökezlediği anda AKP içinde tasfiye edilenleri de yanına alarak, çelmeyi takacak. Temel Karamollaoğlu’da kendi çizgisine atfedilen bu önemin farkında, keyfini çıkartıyor. Bir anlamda Demirtaş’ın yaptığı işi başarıyor; kendinden ödün vermeden yeni bir pozisyondan herkese seslenebiliyor. Erdoğan’ın Saadet’e muhtaç olarak görünmesi ittifakın karizmasını çiziyor; yarattıkları vehim kadar güçlü olmadıklarını gösteriyor. Saadet’in üçüncü bir pozisyonda olması Erdoğan’ın temel kutuplaştırma kurgusunu da bozuyor. Saadet’e de 'dinsiz, yabancı işbirlikçisi' diyecek hali yok. İyi Parti ile yapılacak bir ittifak hem yerel seçimlerde hem genel seçimlerde Saadet’i kurumsal siyasete taşır. Baraj tehdidinin ortadan kalkması seçmeni serbest bıraktığı gibi, AKP içinde uygun zamanı bekleyen kadroları da hareketlendirecektir. Çözüm sürecinden beri duygusal olarak AKP’den uzaklaşan ama HDP’ ye de yanaşamayacak olan İslamcı Kürt seçmen de yeni bir temsil olanağı bulabilir Saadet ile. Erdoğan, bu tehlikeyi bertaraf etmek için elinden geleni yapacaktır kuşkusuz.
'ERDOĞAN KURT İŞARETİ YAPARKEN, AKŞENER EL SALLAMAYI TERCİH EDİYOR'
İYİ Parti’nin çıkışından itibaren özellikle MHP tabanında ciddi bölünmelere neden olduğu söyleniyordu. Ancak 'Cumhur İttifakı' ile MHP’nin hem milletvekili, hem yerel seçimlerde iktidardan ciddi pay alma ihtimali ile birlikte İYİ Parti'ye akışın ve geçişin durduğu iddia ediliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu konuda Cumhur İttifakı’ndan daha çok, İYİ Parti’nin ontolojik sorunları etkili diye düşünüyorum. İYİ Parti, MHP içinde partiyi dönüştürecek bir güce ulaşmış kişilerin, oradan kopmak zorunda kalmasıyla kuruldu. Ve ilk andan itibaren ikinci bir MHP olmayacağını, merkez sağda olduğu varsayılan bir alana oturacağını belli etti. Tabiri caizse, bu durum ciddi bir epistemolojik kopuş anlamına gelmektedir. Yıllarca dokuz ışık, ocak-bucak geleneğiyle var olmuş kadrolar kendilerini yeni bir söylem içinde buldu. Bu konuma uyum sağlamak, kendileri alışmamışken, yeni dille siyaset yapmak başlı başına bir sorun. Öyle ki Erdoğan kurt işaretini gayet rahat yaparken, Akşener riski en az olan el sallamayı tercih ediyor. İkinci sorun, İYİ Parti’nin kendi dışındaki muhalif kesimlerde büyük bir beklenti yaratarak doğması. Kuruluş öncesi ve sonrasında 'AKP’yi sarsacak dalga' gibi algılanan İYİ Parti bu gaza gelmemek için aşırı itidalli bir tutum aldı. Gösterebileceği muhalefet potansiyelinin altında davranmak zorunda kaldı. Tabii bu temkinlilikte bir anda 'FETÖ'cü' damgası yeme riski de rol oynadı. Bu da partinin profilini silikleştirdi. İYİ Parti ideolojik olarak milliyetçiğe sarılabilirdi. İktidarın Suriye ve Batı politikası bu kozu da kullandırtmadı. Merkez sağ siyasetlerin kapsayıcı olması için yüksek enerji yansıtması lazım; Akşener’in böyle ışıklı bir vaadi de yok. Bütün bunlara medyadaki aforoz da eklenince, şimdilik İYİ Parti bir 'potansiyel' partisi olarak kaldı. Saadet ile ittifak bu potansiyelin önemli bir bölümünü kinetiğe dönüştürebilir. Oy oranı olarak baraj çevresinde olduğunu sanıyorum. İzmir’de potansiyelinin üçte birine ulaşabildiğini söyleyebilirim.
'EYY KANDİL, FETÖ, HDP, CHP KOLAJI TUTMADI'
Görünen o ki Erdoğan Cumhur İttifakı ile birlikte AK Parti ve MHP’nin alacağı oy oranından daha çok muhalefetin ortak çıkarlar etrafında bir araya gelememesine güveniyor. Bu bağlamda HDP’nin herhangi bir muhalefet ittifakında her halükarda dışarıda bırakılması sanki garanti altına alınmış gibi görünüyor. Ne dersiniz?
Olağan Şüpheliler’de, 'Şeytanın yaptığı en müthiş numara; dünyayı asla var olmadığına inandırmasıdır' diye bir replik vardı. Bugün iktidarın yapabileceği en büyük numara; muhalefeti ittifak yapmaları gerektirdiğine inandırmasıdır. İktidarın muhalefeti tanımlamasına izin vermemek gerek. 16 Nisan öncesi ittifaka çok zorladı, muhalefet bu yemi yutmadı. O nedenle 'Eyy Kandil, FETÖ, HDP, CHP' kolajı tutmadı.7 Haziran’ın teması 'Seni başkan yaptırmayacağız', referandumun ise 'hayır' oldu. 7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan referandumu muhalefetin bir tema etrafında birleştiği ama ayrı durduğu durumda daha güçlü olduğunu kanıtladı. Her zaman işine yarayan 'kutuplaştırma' bu haliyle Erdoğan’ı sınırlandırıyor, kimliklere hapsolmuş seçmen bloklarından yeni oy elde etmesini zorlaştırıyor. Ava gidenin avlanmasına benzer bir durum söz konusu.
'MUHAFAZAKAR KÜRTLERİ KAZANMANIN YOLLARINI ARAYACAKLAR'
İttifak tartışmaları milletvekilli ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinde yoğunlaşırken yerellerdeki seçimlerde ne gibi sonuçlar doğuracağı konusunda çok az yorum yapılıyor. Eğer AK Parti ve MHP yerel seçimlerde de ittifak halinde girerse bu dengeleri değiştirebilir mi?
Birbirini etkileyecek üç ayrı seçim var. Her biri hem kendi içinde hem de bütünsellik içinde düşünülmeli. İYİ Parti ile Saadet Partisi ittifakının doğuracağı olumlu etki aşikar. CHP, kendisini sarsmayacak kadar az miktarda oyu İYİ Parti’ye kaptırabilir ama ana gövdesini koruyacaktır. Yerel seçimlerde kadın hareketi, meslek odaları, HDP bileşenleri dışında kalan sol partilerle bir nevi ittifak da yapabilir CHP. Bu sayede yitirdiği oyu telafi ederken, sosyalistlerin yaratıcı aktivizmini ve Gezi’nin anısını seçimlere taşımış olur. Özellikle büyük şehirlerde muhalefet, resmi ittifak olmasa bile, sandık ittifakı gerçekleştirecektir. Ankara’nın ne olacağını MHP faktöründen dolayı tahmin etmek zor ama İstanbul, doğru bir aday ve doğru bir kampanyayla CHP’nin eline geçebilir. Yerel seçim büyük ölçüde yerel koşullarla ilgili. O nedenle sürprizlere gebe. HDP’nin yerel seçimlerde ilk hedefi kayyumlarla elinden alınan belediyeleri yeniden kazanmak olacaktır. Öncelikle büyük travmalar yaşayan Kürt seçmenin 'pozitif sublimasyon' yapmasını sağlayacak bir politik hat oluşturacaklardır. İkinci adım olarak, AKP’den uzaklaşmaya başlayan muhafazakar Kürtleri kazanmanın yolunu arayacaklardır diye düşünüyorum.
Tabii yerel seçimlerin kendi değerinden öte bir anlamı var. 'Nihai çatışmaya', başkanlık seçimine giden yolda bir ara etap. Bu yönüyle muhalefet için ciddi imkanlar sunuyor. İktidar açısından ise başkanlığa yönelik tüm hazırlığını prova edebildiği bir laboratuvar olacak. İktidarın bazı hevesleri yerel seçimlerde kırılabilir. Yaklaşık bir ay boyunca belediye başkanlığı veya meclis üyeliği için binlerce kişi seferber oluyor. Genel seçimlerde göremeyeceğimiz muazzam bir politik enerji ortaya çıkıyor. Muhalefet, bu süreci sadece birilerinin seçildiği bir yarış olmaktan çıkartabilirse, başkanlık seçimini iktidarın hiç ummadığı bir noktaya taşıyabilir. Alışılmış seçim bildirgelerinin dışında yeni bir demokrasi, kamusallık, özgürlük alanı vaat eden bir alternatif yaratabilir. Ve sandık güvenliği meselesini hukuki bir tartışma olmaktan çıkartarak siyasi alana aktarabilir.
Daha önceki yerel seçimlerde, İzmir yerelinde MHP ve AK Parti oylarını topladığımızda ve İYİ Parti faktörünü de göz önüne aldığımızda İzmir’de neler olabilir?
Büyükşehir Belediyesi’ni soruyorsanız, 'önceden ne olmuşsa benzeri olur' derim. 2014 seçimlerinde Aziz Kocaoğlu’nun oyu yüzde 50 idi. Binali Yıldırım yüzde 36, MHP ise yüzde 8 oy almıştı. HDP de yüzde 3.5 civarındaydı. AKP’nin oyunu koruduğunu ve MHP oylarının tümünün AKP’ye gittiğini varsaysak bile, yine de Cumhur’un oyu yüzde 44 ediyor. Kaldı ki durum böyle değil. Referandum İzmir’de yüzde 69’a yüzde 31 olarak sonuçlandı. İri laflar etmeyi pek sevmem ama İzmir seçmen yapısını ve yerel seçim hikayelerini yakından bilen birisi olarak şunu söyleyebilirim: Eğer Aziz Kocaoğlu yeniden aday olursa, büyükşehir seçimi iki kutuplu bir hale dönüşebilir. Bu takdirde 2009 seçimlerinde yüzde 57 ile ulaştığı rekoru kırabilir. Aziz Kocaoğlu’nun İzmir’deki kırsal seçmenle ve diğer parti seçmenleriyle kurduğu ciddi bir gönül bağı ve güven ilişkisi mevcut. 2009’daki gibi bir rüzgar yaratılırsa ilçelerin tümü de kazanılabilir. Metropoldeki kıyı ilçelerde CHP ortalama bir aday çıkarttığı takdirde belediye başkanlığını açık ara alır. Buca, Bornova gibi Balkan göçmenlerinin yoğun olduğu ilçeler, sorunuzdaki 'İYİ Parti' faktörünün daha çok devrede olacağı yerleşimler. AKP’nin aradan sıyrılması teorik olarak mümkün. Ödemiş, Tire, Bergama gibi metropol dışı büyük kırsal yerleşimler ise tamamen belirsiz. Bu ilçelerde AKP’nin görece yüksek oyu var ve MHP üçüncü parti. MHP oylarının İYİ Parti’ye mi yoksa MHP’ye mi yöneleceğinden başlayarak yerel dinamiklere ilişkin bir dizi belirsiz parametre sayabiliriz.
'ERDOĞAN KARŞITLIĞI BÜTÜN GRUPLARI BİRBİRİNE DİKİŞLİYOR'
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sizce muhalefet, HDP’nin de destekleyebileceği ortak aday çıkarma potansiyeline sahip mi? Bu anlamda HDP politikaları nasıl bir sonuç doğurur?
Başkanlık seçiminde görünen o ki, muhalefetteki her parti kendi adayını çıkartacak ve asıl yarışın ikinci turda olacağını umacak. Cumhur ittifakı ise, muhalefetin ikinci turda alacağı oyu daraltmaya çalışacak. İsterseniz önce mevcut duruma göz atalım. Şu anki denge başkanlık seçimi açısından 50’ye 50 gözüküyor. İktidarın elinde bu oranı değiştirebilecek yetkinlikte araç yok. Beka kaygısı, milliyetçilik, korku gibi silahlar muhalif seçmenin kararını etkileyemiyor. Ancak kendi seçmenini tutmaya yarıyor. Erdoğan Türkiye’nin sosyolojik özelliklerini iyi kullanarak toplumu bölmeyi başardı. Fakat kutuplaştırma kutuplaştıranı da sınırlandıran bir şey. Ağzıyla kuş tutsa etkileyemeyeceği, menzil dışına çıkmış seçmen blokları yarattı. Biraz farklı adım atsa, örneğin Kürtlerin yüzüne azıcık gülse, yanındaki 'küçük enişte' ayar vermeye başlayacak. Çünkü o da seçmenini Erdoğan’ın kendi çizgisine geldiğine inandırmaya çalışıyor. Kısacası, ittifak, yeni oy kazanamayacağı gibi evdeki bulgurdan da olma tehlikesi yaşıyor. Kendisi de bu durumun farkında elbette. Zaten o yüzden, bütün bu seçim yasası, ittifaklar, Saadet’e duyulan iştiyak vs…
Muhalefete gelirsek…
Muhalefette tek bir kutup yok. İrili ufaklı oy bloklarından oluşan kutupçuklar var. Erdoğan 'yerli ve milli' kutbunu yaratmak için o kadar çok topluluğu dışladı ki, 'Erdoğan karşıtlığı' artık bütün bu grupları birbirine dikişliyor. 8 Haziran sabahı milletçe duyulan 'huzur', '16 Nisan ruhu' filan hep bu durumun semptomları. Cumhur İttifakı, muhalefetin bu ruh durumunu bozmak için her türlü taktiği kullanacak, birbirine düşürmeye çalışacaktır. Bu seçimde kritik mesele, Erdoğan karşıtlığı gibi güçlü ve haklı bir bağla oluşan bu ortak muhalefet alanına kimin, nasıl sesleneceğidir.
Bu meseleye oyun teorisindeki 'Nash Dengesi' açısından bakmak yararlı olabilir. Okuyucuların çoğu bu popüler modeli biliyordur, en azından 'Akıl Oyunları' filmindeki meşhur bar sahnesinden hatırlarlar. Ama yine de özetleyeyim: John Nash, öznelerin yaptığı seçimlerde grubun etkileşim alanındaki bireyleri ve diğer parametreleri gözeterek davranması gerektiğini söylüyor. Böylece herkes kendi 'en iyisine' olmasa bile, olabilecek 'en iyiye' ulaşabilir; bu denge noktasında grubun toplam başarısı en yüksek düzeye çıkartılabilir.
Şu anki koşullarda her muhalefet odağının başarısı, kendi liderinin seçilmesi değil, Erdoğan dışındaki bir adayın seçilmesidir. Dolayısıyla bu stratejiye en uygun hamlelerin yapılması gerekir. Şimdi başkanlık seçimlerinde tek tek partilerin muhtemel stratejilerini ele alalım. Diyelim ki HDP’nin çıkartabileceği en güçlü aday Demirtaş tahliye edildi, aday oldu. İlk turda hem kendi seçmeninden oy alabilir hem de bir parça AKP ve diğer partilerden. İkinci tura kalamaz ama İttifak’ın yüzde 50’yi aşamamasında pay sahibi olur. Meral Akşener adaylığını açıkladı. Verili koşullar içinde en iyi olasılıkla üçüncü olur. O da ikinci tura kalamaz. Seçimin ikinci tura kalmasına katkıda bulunur. CHP adayı ilk tur sonrasında çekilirse, Akşener ikinci tura katılabilir. O takdirde ise Çiller hükümetinin içişleri bakanı ve MHP’li olması HDP seçmeninin oy vermesini engelleyecektir. Böylece, Erdoğan ikinci turda yeni oy alamasa bile muhalefetin oyları azaldığı için rahatça seçilir. Benzer bir senaryoyu Saadet Partisi’nin Abdullah Gül’ün adaylığını desteklediği durum için de düşünebiliriz. Bu sefer oy verme isteksizliğini CHP seçmeninin önemli bir bölümü gösterecektir. CHP genel başkanının aday olduğu durumda da başka barajlar devreye girecektir. Yani bu dört seçenekte de kendi partisinin 'en iyisi' olabilecek adaylar, toplam muhalefet alanının 'en iyisi' olamamaktadır. O zaman muhalefet partilerinin stratejilerini kendi 'en iyileri' üzerine değil, grubun tümüne seslenebilecek 'en iyi ikinci' üzerine kurmaları doğru olacaktır. Biraz karışık oldu ama bu Nash’ın kabahati değil; durum karışık. Her biri diğerinin hamlesinden etkilenecek çok aktörlü bir seçim söz konusu. İlk tur için düşündüğümüzde Saadet’in, İYİ Parti’nin ve HDP’nin adayları aslında hem kendi tabanlarını mobilize ederek hem de AKP ve MHP’den oy alarak grubun toplam çıkarına hizmet ediyor. Burada belirleyici CHP’nin adayı olacak. Çünkü bu bağ koşulları içinde düşündüğümüzde ikinci tura o kalacak. Dolayısıyla CHP’nin grubun toplam oyunu maksimize edecek bir adayı önermesi gerekecek. Bu adayın her oy blokundan oy alacak nitelikte ve yeterlilikte olası lazım. Çok teknik düzeyde, adeta bir matematik problemi gibi bir şeyler söylediğimin farkındayım. Ama bazen basitleştirmek iyidir. Adayın üstünde fazla durmamın nedeni seçimin arkasındaki büyük meseleleri ihmal etmem değil. Onları ayrıca ve uzun uzun tartışmak gerekir. Fakat nihayetinde bu bir başkanlık seçimi. İkinci turda iki aday ortaya çıkacak ve seçmenler bu iki kişiden birine oy verecek.
'SEÇİM' DEDİĞİMİZ ŞEY YENİ BİR SİSTEMİN KURULUŞ OYLAMASI'
Bu konuda dünyada ve Türkiye’de benzer örnekler var mı?
Herkese hitap etmeyi başararak seçilen Macron örneği güncel; ama Fransa’nın koşulları bambaşka. İçerden de bir deneyimi paylaşabilirim. Bu stratejinin bir örneği 2009 İzmir Büyükşehir Belediye seçimlerinde yaşandı. Çok değil on bir yıl önce, 2007 genel seçimlerinde, İzmir’de CHP’nin oyu sadece yüzde 35 idi. AKP onu yüzde 30 ile takip ediyordu. Karşıyaka, Alsancak, Göztepe gibi yerlerde yüksek oy alan CHP, gecekondulardan ve kırsal bölgelerden düşük oy alıyordu. 2009 yerel seçimlerinde yeniden aday olan Aziz Kocaoğlu, partisinin bu zaaflarının üstüne gitti. Yerel seçimde AKP’ye oy verme eğilimi olan gecekondu alanlarındaki Kürt seçmeni, kırsal yerleşimlerdeki seçmeni, dağılan GP ve DP seçmenini, hatta MHP seçmeninin bir bölümünü kendisinin oy verilecek aday olduğuna ikna etti. CHP, iki yıl önce yüzde 35 olan oyunu yüzde 56’ya çıkarttı. 'CHP’nin kalesi İzmir' öyküsü biraz da böyle başladı.
'İzmir'de evet bloğu oylarının yüzde 18'ini kaybetti'
Seçim güvenliği konusunda, adil bir seçim noktasında bunca kuşku ve şaibe beklentisi varken muhalefetin meşru görmediği bir seçime girmesi sizce ne kadar doğru?
Türkiye’de uzunca bir süredir seçim adaleti yoktu, sandık güvenliği de şaibeliydi. 16 Nisan’da şaibe de kalktı, her şey alenileşti. Meclis'te 26 maddelik yasa onaylandı, Doğan Medya satıldı. Birçok şey konuştuk ama galiba bu seçimin asıl meselesi bu. Konuştuğumuz konular eksik-gedik bir 'demokratik seçim' varsayımına dayanıyordu. Oysa başka kelime bulamadığımız için 'seçim' demeye devam ettiğimiz şeyin, yeni bir sistemin kuruluş oylaması olarak kurgulandığı açık. Sorun sadece basitçe bir seçim güvenliği sorunu da değil. Üzerinde iyi kötü durduğumuz bütün bir alanın değiştirilmesi. Her şey bir gecede olmadı tabii. Bugüne nasıl gelindiğine bakmakta yarar var: 2009’da “Trafoya kedi girdi” dediler, muhalifler kedili capslar paylaştı. Hukuk sisteminin yerle bir edildiği 2010 Referandumu’nda “Ölüler oy kullansın” denildi, liberaller “12 Eylül yargılanacak, vesayet kalkıyor” dedi. Hükümeti kurma görevinin ikinci partiye verilmesi gerekirken verilmedi, sessiz kalındı. Milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı, “Anayasa’ya aykırı ama ne yapalım” dendi. HDP’li belediyelere kayyum atandı, “Hukukun gereği yapılsın” dendi. 16 Nisan akşamı “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dendi, YSK’ın önünde Ümit Özdağ’dan başka kimseyi göremedik. Yani, bugünlere alan kaybede kaybede geldik. İktidarın yöntemi üç aşağı beş yukarı belli: Bir bölgeye akıncıları gönderiyor, yeterli direnişle karşılaşmazsa fethediyor, talan ediyor ve asimile ederek o alanı kendisine benzetiyor. Eğer, “Gezi”de, “zina yasasında” olduğu gibi güçlü mukamevetle karşılaşırsa taktik olarak geri çekilip uygun zamanı kolluyor. İktidar-muhalefet ilişkisi biraz “akreple kurbağa” meselini andırmaya başladı. Muhalefetle kastettiğim sadece parlamento içi değil. Muhalefet saflık derecesinde iyi niyetli davransa da iktidar iktidarlığını yapmaktan vazgeçmiyor. En fazla, 2010 Referandumu’ndan sonra olduğu gibi DSİP’e teşekkür ediyor. Bu açıdan bakınca, sorun iktidar sorunu olmaktan çıkıyor; muhalefetin ne yapması gerektiği sorununa dönüşüyor.
Seçim adaleti, seçim güvenliği, hatta seçimin kendisiyle ilgili bütün kaygılar haklıdır ve doğrudur. Ama muhalefetin bunu sirayet eden bir korkuya dönüştürmemesi lazım. Çünkü iktidar bu alanı tanzim ederken sadece sandık anını değil, öncesini de belirlemeyi amaçlıyor. “Bu seçim kazanılmaz” duygusunu empoze ederek erken bir “zafer” hedefliyor. 2014 seçimlerini hatırlarsak, Erdoğan’ın karşısına rakip olarak İhsanoğlu çıktığında kaybedilmedi seçim. “Erdoğan yüzde 57 ile kazanacak” algısı yerleştiğinde, “erken kaybedenler” sandığa gitmediğinde kaybedildi. İktidarın bugün harekete geçirebileceği tek insani duygu korku. Korkunun siyasal iletişimde önemli bir yeri olduğunu biliyorum ama Türkiye’de korku eşiğinin aşılmaya başlandığını da görüyorum. Herkesin çok cesur olmaya başlaması anlamında değil tabii. Korku aygıtları giderek yalama oldu. Dolayısıyla, muhalefet seçim güvenliği meselesini panik havasına dönüştürmeden akılcı biçimde tartışmalı. Ve umut gibi, korkudan çok daha güçlü bir duyguya seslenebileceğini de unutmamalı. Seçim adaleti ve güvenliği başta olmak üzere, seçimle ilgili tüm meseleleri siyasal mücadelenin bir alanı haline getirmenin yol ve araçlarını aramalı. Bu sorunun siyasi partileri aşan boyutları var. Mevcut partiler, kadranında 300 km gösteren ama hız sınırlayıcı mekanizmaları olan güvenlik konseptli arabaları andırıyor. Hızlanması gereken yerde, gaza bassanız da gitmiyor. Bu seçimdeki ufuk, “sandıklara sahip çıkacağız"ın çok ötesinde özveri gerektiriyor. OHAL altında mı seçime gideceğiz? Hadi batı illerindeki sandıklara sahip çıktınız diyelim; kriminalize edilen HDP dışında hiçbir muhalif partinin olmadığı Mardin’de, Hakkari’ de ne yapacaksınız? Tecrübelerim bütün etkileyici muhalefet biçimlerinin “yeni toplumsal hareketler” denen alandan geldiği gösteriyor. O nedenle muhalefet yeniden tanımlanmalı, yeni araçlar yaratılmalı, belki eskileri de modifiye edilmeli.
Boykotun ise ne amaçla istendiğini, ne fayda umulduğunu anlamadığımı belirtmeliyim. Yalnızca Cumhur İttifakı’nın işine yarayacaktır. 2014’deki gibi ilk turda kazanmalarını garantiler. Türkiye’de seçimlere katılım oranı çok yüksek. İnsanlar hala sandıkta hayatın değişebileceğini umuyor, belki ellerindeki tek ve son araç bu. Dolayısıyla güçlü bir boykot, hele OHAL koşullarında, çok zor. Zayıf bir boykot ise traji-komik olur. Yüzde 85 yerine yüzde 70 ile bir seçim yapılsa iktidarın bundan rahatsız olacağını düşünemeyiz. Başkan, balkona çıkar, seçime katılan herkese teşekkür eder, katılmayanlara da “gayri millisiniz” der ve yola devam eder. İçinden boykotçulara da teşekkür eder. Mısır’da Mursi yüzde 50’nin az üstünde bir katılımla iktidara gelmişti. İlk bir yılda yaptığı anti demokratik uygulamaların haddi hesabı yok. Bambaşka bir kültürün insanı olan politikacılardan “püriten” ahlak beklenemez. Üç seçim var önümüzde, birinde boykot uygulayıp diğerinde uygulamamak olmaz. Yerel seçimlerdeki boykot, AKP’ye rüyasında göremeyeceği illerin teslim edilmesi anlamına gelir. İzmir’de, Muğla’da AKP’li bir yönetimin iş başında olmasının kime, ne hayrı dokunur? Yeni alanları teslim etmek bir yana, iktidarın teslim aldıkları alanları kazanmak olmalı muhalefetin işi. Sonuç yenilgi de olsa, “racona” uygun, haysiyetli olmalı o da…
'ŞAHİN POLİTİKALARI VE AFRİN BEKA KAYGISINI YATIŞTIRDI'
Savaş-oy ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hamit Bozarslan'ın söylediği gibi seçmen özellikle AKP seçmeni artık şuursuz ve hafızasız bir hale mi geldi?
Savaş-oy konusunda bazı anlık kabarmalar dışında bir regresyon şimdilik gözükmüyor. Değişim büyük değil. Referandum, İzmir’de bugün yapılsa, yüzde 31 olan evet oyları en fazla bir-iki puan artar, yüzde 33 civarında olur. Onun da konjonktürel olduğunu ve bu tür yükselmelerin ancak kısa vadede etkili olduğunu biliyoruz. İstatistikte ortalamaya dönüş olgusu vardır. Bazı değerler kısa zaman aralıklarında, olağandan farklılık gösterebilir ama sapma, ortalamaya döner. Aradaki küçük fark, İYİ Parti ile MHP arasındaki geçişlilikten geliyor. Unutmayalım ki, batı illerinde başkanlık sistemine hayır denmesinde seküler endişelerin yanı sıra, çözüm sürecine duyulan öfke de etkili olmuştu. Şahin politikalar ve Afrin “beka” kaygısını bir ölçüde yatıştırdı. Yani savaş siyaseti, milli duygularda doğrudan bir şahlanma yaratarak olmasa da, Erdoğan’ın çözüm sicilini bazı belleklerde kapatarak biraz işe yaradı. Bu imkanın oya dönüşmesi ise ayrı bir çaba gerektiriyor.
Sorunuzun ikinci kısmı daha karışık ve ciddi bir teorik tartışmayı gerektiriyor. Bir söyleşide olabileceği kadar cevaplamaya çalışayım. Hamit Bozarslan Gazete Duvar’da yayınlanan söyleşisinde, Türkiye’de toplumun belki bir daha kurulamayacak şekilde dağıldığını, devlet rasyonalitesinin, toplumsallığı oluşturan tutamak noktalarının, ortadan kalktığını, giderek toplumsal hafızanın silindiğini söylüyor. 1984’ü andıran bir durum yaşadığımızı belirtiyor. Bozarslan’ın bu söylediklerine katılmamak mümkün değil. Her gün yaşadığımız, giderek farkına varmamaya başladığımız olgulardan ve yol açtığı sonuçlardan söz ediyor. AKP tabanının şuursuz ve hafızasız hale gelmesi sorusunu ise, toplum ne kadar hafızasız hale geldiyse, o da o kadar geldi diye cevaplayabilirim. Ama sorulması gereken asıl soru; acaba AKP seçmeni şuurlu ve hafızalı mı olmak istiyor, yoksa şu an olduğu gibi mi olmak istiyor? Masumiyet-mağduriyet perspektifinden bakıldığında, “kadroları tasfiye edilen”, “şok dalgalarıyla” bilinçleri bulandırılan bir taban görüntüsü ortaya çıkıyor. Bu tür analizlerin tabanı-kitleleri bir anlamda masumlaştırdığını, oradaki “nevrotik güç istemini” anlamamızı zorlaştırdığını düşünüyorum. Yirmi yıl önce başörtüsü nedeniyle üniversiteye giremeyen “mağdur” genç kızın, insanları azarlayan bakana nasıl dönüştüğü gibi sorular, bu yaklaşımda boşlukta kalıyor. Burada konuyu Hamit Bozarslan’ dan çıkartarak daha genel bir şey söylemek istiyorum. Bazı sol aydınlar, siyasal İslamcı tabanda kendi ölçütlerine göre bir tutarlılık aradı, bulamayınca onlara masumiyet atfederek işin içinden çıkmaya çalıştı. Oysa Mekke’de mağdur, Medine’de fütuhatçı olabilen bir ideolojinin “çağırma” mekanizmaları açısından bakıldığında, hem mazlum hem zalim olabilmek de pekala mümkün ve tutarlıdır. O nedenle, Erdoğan’ın en güçlü olduğu dönemlerde dahi “mağduriyet”ini ilan etmesi basit bir popülizmin ötesinde, içinden geldiği tabanın özelliklerini bilen bir liderin söylemidir. AKP seçmeninin “şuursuzluğuna” dönecek olursak; parti tabanının Türk-İslam sentezi etkisindeki kesiminin aradığı şeyin şuur olmadığını, vecd ile karışmış bir keyif yaşadıklarını düşünüyorum. Toplumun önemli bir bölümü için distopya olan bugünkü durum; onlar için çektikleri “çile”nin karşılığında gelen bir haz “ütopyası”dır. Bu bağlamda, “reis” ile aralarındaki ilişki de tencere-kapak ilişkisidir.