Güvercin gömleği
Ateşti o yıllar, güpegündüz işlenen faili meçhul kalacak cinayetler, işkenceler, yakılan köyler, koruculuk baskısı, zorunlu göçler, mülteci hayatlar, DGM, cezaevi kapıları gece gündüz, bayram seyran demeden seni bekliyordu, ben de pencere önünde senin sağ salim eve gelmeni. Siz gittikten (ölüm diyemiyorum) sonra da seni beklerken yakaladım kendimi kaç kere.
Hülya Özevin
Sevmenin bilgelik olduğuna inanıyorduk, hep inandım. 8 yıl önce bugün son konuşmalarımız, sevgiye dair ve hasrete. Hayattayken de özlerdim seni, yanımdayken bile. Özlemiştik, gelecektin yarın. Yarına ne çok vardı? Dayanacaktık sevda ile, düş ile. Gece yarısı çalan telefonun sesini, ne diyeceğimi bilemiyorum mesajlarını duymak istemedim, sormadım ne olduğunu, aklım yüreğim inkar ederek katlanırdı bu acıya ancak. Arabada en son Erkan Oğur’un albümü vardı. Yangın söndürmeye giderken hangi türküyü dinliyordunuz? “Hakkı göstermeye delil oluruz, fakat kör olanlar görmez bu hali…” Bunu yakıştırdım. En son neye güldünüz? “Sadi olmasa hiç güleceğimiz yoktu, zor zamanlardı,” demişti bir eski arkadaş, gülüyordunuz mutlaka, vardı, yanındaydı.
“Yetiş namazın kılmaya / Seni seven öldü gel gel” düştü benim payıma da. Geldim; ağaçlar, güller, şu tepeler. Hepsi vardı (gücendim onlara da). Siz yoktunuz, sen yoktun. Ocakta küllenmiş közler vardı, evde iki bardak, yarına neşeyle hazırlanmış bir valiz; sen yoktun. Çok öfkelendim şu Raman tepelerine. Herkese sevgi, şefkat, güven pay ederek, derviş gibi haklar özgürlükler mücadelesinde zulümlerin karşısında dimdik duran insana kahpe faklar mı sakladınız bağrınızda? Kır çiçekleri derleyip, çorağında ağaçlar yeşillendirip göğünde uçurtmalar uçurduğumuz şu toprağı niye altımızdan çektiniz? Mayın dediler, savaş dediler. Attığı kurşundan utanırdı insan, arkaik zamanlarda kalmış gibi düşündüğümüz mayındı, kurşundan daha da alçağı. Özgürlük ve sevda türküleri söylediğimiz , “sadece siyasiler giremez” dediğiniz vadideki bahçenin karşı tarafından vedasız, ecelsiz söküp alan savaşların ahlaksız, sinsi, robot askerleri. Sigara içmeyin Hülya dediler, sağlığınız dediler. Neredeyse 2-3 paket içerdin sen. Paketi gösterdim, uyarılar vardı, genç yaşta ölürsünüzdü. Parçalayıp öldüren mayınların, adı konmamış savaşların karşısında bütün barış çağrılarına, Newroz barış baharı olsun imzalarına, barış meclislerine imzalayıp yazdığın adın bir mezar taşındaydı şimdi. Uyarmamıştı kimse mayın var, Raman tepeleri yollarına tuzaklanmış ölüm var diye.
Yangınlarda, en önce yangını söndürmeye koşanlar ölürdü, savaşlarda güvercinler. Âşık ve derviş pervaneye ateşe gitme denmezdi, demedim hiç. Ateşti o yıllar, güpegündüz işlenen faili meçhul kalacak cinayetler, işkenceler, yakılan köyler, koruculuk baskısı, zorunlu göçler, mülteci hayatlar, DGM, cezaevi kapıları gece gündüz, bayram seyran demeden seni bekliyordu, ben de pencere önünde senin sağ salim eve gelmeni. Siz gittikten (ölüm diyemiyorum) sonra da seni beklerken yakaladım kendimi kaç kere. Dertleşecektik, ne çok acı vardı yine çocuklarımız büyürken, ah Tahir de vurulmuştu operasyonlar çatışmalar dursun derken, dört ayaklı minareye siper edip kendini. Hrant gibi güvercin kanatlarından.
Tanıştığımız zamanlar kahverengi takım elbiseyle giydiğin beyaz gömleklerin vardı. Güvercin gömleği beyazından. Bir kabus görmüştüm, vurulmuştun beyaz güvercin gömleğinden, öylece yerde, karanfil kırmızısı büyüyordu göğsünde. Kurtulamadım etkisinden, yokluğun cehennemin öbür adıydı hep. Demek ki yıllar sonra, temmuz ağustosa bağlanamadan, bir de kavuşmazlıkta sınanacaktı sevdamız. O uzun gece, bitmeyen gece. Muvakkitlerin şeb-i yelda dedikleri gün doğmuşsun, 21 Aralık'ta. Gittiğin gece şeb-i yeldamız oldu artık. Evrenin saati hatırlatıyor: “Müptela-i gama sor kim geceler kaç saat?” Doğum gününde yazmış Facebook arkadaşların, dün gördüm: İyi ki doğdun Sedat, huzurla uyu Sedat Abê diye. İyi ki yaşadın ve benim de bu dünyaya gelişim bir mana buldu iyi ki.
8 yıl oldu, olmuş 7 baharın yeşili, güneşi, 7 yazın denizi teselli etmeye çalıştı beni. Sen geleceksin diye güzel bir elbise almıştım, siyahtı nedense, umutlu pullarla boncuklarla işlenmişti ama. Hiç giymedim, coğrafyanın kaderinden biçilmiş uzun hüzünler giyindim sonra. Güllere gülmeyi başardım yine de, zerrece tamah etmediğimiz dünya malı kimin olursa olsun, sevdaluklar bize kalsın diye.
Seni anlattım iyi çocuklara, çocuklarımıza. Çok küçüktü Musti, hep oyuncak ayısına sarılıp uyudu senden sonra, uzaktan göz kırpan yıldızlara iyi geceler demeyi unutmadı hiç. Masal diye masal gibi seni anlattım. Bir türlü alamadığın “Küçük Prens”i de aldım, okuduk birlikte. Şiirlere, şarkılara çarpa çarpa silikleşen hatıralara tutunup, gri şehrin mevsimlerini göğsünde açan çiçeklerle uğurladık. Gözyaşıyla, duayla, razılıkla ziyaretine gelenleri anlatırım sonra sana.
Çocuklar okula gidince oturuyorum çayımı alıp farkında olmadan doldurduğum çay bardağının yanına. Bir an şaşırıyorum, oysa öyle eminim ki yalnız olmadığıma. “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” Diğer çay senin. Soğuyunca tazeliyorum. Çoğunlukla dinlerdin zaten, artık sessizce anlatıyorum. Dinle sevgili.