Oktay Etiman: Biz oraya Karşıyaka deriz

Oktay Abi söze bazen şöyle başlamayı severdi: “Hayatta kalmış bir THKP-C militanı olarak ben şöyle düşünüyorum…” O, bağlandığı arkadaşların ve kendisinin tarihsel doğruluğuna son nefesine kadar inanarak yaşadı. Yeri geldiğinde, yürekten bir söyleyişle “iyi ki isyan etmişiz be!” derdi.

Google Haberlere Abone ol

Mahmut Temizyürek

Onu 10 Şubat 2017’de gördüm son kez. SBF önünde, o kara günde. Yüzünde hastalığın zorunlu kıldığı o maske. Görür görmez ne diyeceğimi bilemezken öfkelendim: “Nasıl gelirsin bugün buraya bu halinle?!!!?” Yanında Nuran var. Onun için yaşadığı kaygı, telaş apaçık okunuyor Nuran’da. Birden biber gazıyla beraber plastik mermi yağmaya başladı. Kaçışan kalabalık arasında İsmail Beşikçi ile Fatin Kanat’ı gördüm. Hemen buluştuk, hep birlikte korunaklı bir kafeye taşındık. Çalışanlar, Sâri Hoce’yle Etiman’ı görür görmez bize çok şefkatli davrandılar ama şöyle düşünmüş de olabilirler: Hadi bunları boş verin, o hallerindeyken Oktay Etiman ile İsmail Beşikçi, o gün, o ceberut yüzün böyle azacağını bilmiyorlar mıydı? Ama ikisinin yaşamını sonsuza kadar belirleyen bir yer olduğunu Mülkiye’nin, kim bilmiyordu ki. Evleri yıkım felaketine uğrayan yoksullar gibiydiler. Kalp, koah, kanser, yaşlılık; o ortamda bir anda gelir götürür ölüm. Umurlarında değildi?

Oktay Etiman’ı ve arkadaşlarını 16 yaşımdan bu yana biliyorum. O yaşlarda nasıl olduysa bizi bulan o meşhur bildirilerini el yazımızla çoğaltıp dağıtmıştık arkadaşlarımla. Sonra, aynı çizgide olmasam da aynı nihai ideali paylaştığım bu kahramanların her ne ettilerse kalbime düşürdükleri ışık, etkisini daha söndürmedi. Paris Komünarları’na benzetirdim onları. O kuşağın devrimcilik anlayışında öne çıkan diğerkâm ruha hayrandım en çok; kolektif davranış yeteneklerine, iş bölümü dışında bir hiyerarşi, bir tafra tanımamalarına. Ertuğrul Kürkçü’nün deyişiyle teorik heyecanlarına pratik akıllarına hayrandım; Nâzım’ın deyişiyle yürekte çarpan akıllarına. Tarih onlar gibiler yüzünden güzeldir olsa olsa.

.

Etimanlar’ın devrimciliği seçtiği yıllarda biraz okuyup da devrimci olmamak imkânsızmış meğer. Oktay Abi şöyle anlatmıştı: “O yıllar insanlar arası ilişkilerin daha sıcak, daha dayanışmacı, daha hakiki, daha iyi olduğu yıllardı. Neye göre iyi? Aradan geçen 45-50 yıl içinde insanların toplum içindeki duruşlarında, diğer insanlarla olan ilişkilerinde önemli bir değişiklik oldu. Bence daha önce var olan moleküler ya da organik yapının yerini atom altı düzeyde (…) bireyler aldı. Bu organik yapının içinde (…) bireyselliğine daha çok önem veren, yani başkaları için fedakârlık yapma eğilimleri çok daha az olan bir insan kitlesi aldı.”

Yetişme yıllarında çoğu genç gibi Oktay Etiman’ı da devrimci yapan, çocukluğundan gençliğine kadar Adana’da gördüğü zenginlik ve fakirlik uçurumuna tanıklığıdır. İşte, onun yaşadığı bir şeyde, anlık bir sahnede, çarpıcı bir ayrıntıyı paylaşmak istedim. O sahnenin öyküsü şöyle: “Bir nüfus sayımı sırasında (1965 sayımı olmalı. MT) sayım görevlisi olarak Seyhan Nehri'nin karşı tarafına gitmiştim. Biz oraya Karşıyaka deriz. … gecekonduların olduğu, doğu ve güneydoğudan Adana’ya gelenlerin yaşadığı bir yerdi. İç göç merkeziydi o zaman Çukurova ve Adana. Karşıyaka’da yerleşirlerdi genellikle. Gecekondular vardı böyle topraktan yapılmıştı. Onlara gidip sayım yapmaya çalışmıştım. Sokakları güç bela buluyorduk. Bazı evlerde elektrik yoktu. Sefalet, yoksulluk içinde yaşıyordu insanlar. Yıkadıkları çamaşırları astıkları iplerde gördüğüm zaman, bunlar da içinde bulundukları yoksulluğun derecesi hakkında bir şey söylüyordu bana. … Sayım görevini bitirip evden çıktıktan sonra evin içindeki o yoksulluk, sefalet, bakımsızlık, ihmal edilmiş insanlar, belleğimde iz bıraktığı için, ben nasıl bir yerden uzaklaşıyorum diye döndüm baktım. Evde anne, baba, küçük çocuklar, bir de genç bir kız vardı. Bir lise öğrencisi olarak elimde sayım defteri işimi yaptım uzaklaşıyorum, son bir kez dönüp baktığımda o genç kız evin kapısında uzaktan bana bakıyordu. Hiç unutmadım onu. Çok da hoş bir kızdı. Bir daha hiç görmedim ama ben daha sonraki devrimci mücadele içinde o genç kızı yoksulluktan sefaletten belki de simge olarak onu seçip onu kurtarmak istedim.

.

O “bir an dönüp geriye bakma” öyküsünün odağında Don Kişot’un 50’sinde delirirken gördüğü o “ilahi yüz”, Oktay Etiman 17 yaşında, dünyayı düşünürken (“ben nasıl bir yerden uzaklaşıyorum”) dönüp gördüğü, aynı yüz. Uğruna hayat feda edilecek olan. Don Kişot’taki Dulsinya’nın Etiman’da henüz adı filan yok, bir an gördüğü “o genç kız”. Ama 66 yaşındayken bile o yüzü unutmamakta. Tıpkı Don Kişot’daki Dulsinya gibi; ona kavuşmak, dünyayı altın çağdaki berekete kavuşturarak o kadına layık olmak. En eskiden bu güne kahramanlık hikâyelerinin kuruculuğunu taşır bu motif. Böyle şeyler üzerine sohbeti severdik ikimiz de. Aramızdaki anlamıyla, "asıl ama gizlenmiş gerçekler üzerine".

Oktay Abi bir konu açacak, bir olay anlatacak olsa, iki ayak üzerine duruşumuzdan bugüne gelecek ama şükür didaktik dilden nefret ettiği için bunun yerine kısa fakat işaretleri sıkı bir “ülke- dünya tahlili” yaparak başlardı. Tarihselliğe inanmıştı; ona göre her toplumsal olay, her birey, her bir eylem ancak tarihselliği içinde anlamlıydı. Söze bazen şöyle başlamayı severdi: “Hayatta kalmış bir THKP-C militanı olarak ben şöyle düşünüyorum…” O, bağlandığı arkadaşların ve kendisinin tarihsel doğruluğuna son nefesine kadar inanarak yaşadı. Yeri geldiğinde, yürekten bir söyleyişle “iyi ki isyan etmişiz be!” derdi. Bazen de ağlaşırdık, birinde Aydın Çubukçu da vardı.

Yargılarında her şeye kendi hakkını vermek, öne çıkmamaya gayret ederek olabildiğince nesnel olmaya çalışmak, özendiği besbelli tutumlardı. Devrimci nezaketin, adabın, samimiyetin, cömertliğin, o kendine has gururun yanında, engin bir gönül biçimlendirmişti karakterini. Şiirde Ahmed Arif'e, sinemada Yılmaz Güney’e, İsmail Beşikçi’de bilim tutkusuna, romanda şehre gelmiş İnce Memed’e (kendisi de çok severdi), hikâyelerdeyse Sabahattin Ali’den Orhan Kemal’e… Onlardaki iyilik dolu karakterlere benzerdi. Ölen arkadaşlar adına da yaşıyor gibiydi. Bir buluşmamızda, “Sanki biz konuşurken birden Hüseyin Cevahir çıkıp gelecek, bunu çok sık yaşıyorum” demişti.

Ben de bu mekâna her gelişimde gür kaşlarının altında gülümseyen gözleriyle karşılaşacağım duygusunu yaşıyorum, tam bir yıldır.

.