Dört Ayaklı Minare'nin rüyası

Silahlı onca insanın arasında vurulup asırlık bir çınar ağacı gibi devrilmeden hemen önce elinde 'İnsanlığın mirasıyım' yazan bir döviz vardı. Sözleri Diyarbakır sokaklarında beyaz güvercinlere dönüşmüş kanat çırpmaktaydı. Doksanlarda herkesin gözü önünde işlenmesine rağmen faili meçhul kalan cinayetler gibi, tüm ülkenin gözü olacak onlarca kameranın önünde öldürülmüştü. Her şeyi herkes ama en iyi Dört Ayaklı Minare görmüştü.

Google Haberlere Abone ol

Miraz Rusipi 

Üşüyorum. Taşlar üşümez sanılır. İçim buz kesiyor. Çok uzun zamandan beri buradayım. Artık ayaklanmam, yürümem, koşmam lazım… Hiç böyle hissetmemiştim. Ben ona gidemeyince onu çağırdım. Özledim, dedim. Ne olursun gel, dedim. Sarıl, dedim.

Taşlar, ayakları olan taştan minareler konuşur mu insanlarla? Taşlar üşümezler de değil mi? Diyarbakır baştan sona taş, Diyarbakır üşüyor. Rüya bu ya koca yürekli adamın, Tahir Elçi’nin yeniden şehre geldiğini görüyorum. O herkes gibi değil. Taşları dahi duyabiliyor, üşüdüklerini hissediyor.

.

Üç yıl oldu. Taşlara kandan çentikler açılarak geçmiş üç koca yıl. Bunca zaman geçti, artık taşlar dahil herkes ismini unutsun istiyorlar. Hangi tarafa sorsan hem masumlar hem de katilin ensesinde birer dedektifler. Yine de sokaklardan ve parklardan ismini siliyorlar. Çünkü o korkunç bir şey yaptı. Ölümü, savaşırken ölmeyi öldürmeye kalkıştı. Savaşırken ölmek oysa ki yiğitlik sayılır. Hem bilirsiniz savaşırken ölmüşseniz buralarda cenazenizde hep aynı şey söylenir; şehitler ölmez. Aslında ölür, öldüğünü herkes bilir. Ateş düştüğü yeri yakıp kavurursa da "şehitler ölmez" denir çünkü telkinin duygusal, düşünsel tesirinin beyinde hem elektriksel hem de biyokimyasal karşılığı vardır, der psikoloji ilmi. Halk "kırk defa bir şeyi tekrar ederseniz" diye açıklar; politika için söylem önemlidir. Politikacılara göre "şehitler ölmez" diye bir söylem üretilmişse her gün toprağa gömdüğümüz kişiler aslında ölmemiş olabilir ki bu sözün oy sandığında somut karşılığı da vardır.

“Ölür” dedi. Tahir Elçi. Cizre’de doğmuş, doksanlarda Diyarbakır’da avukatlık yapmıştı. Savaşın zihinleri nasıl dondurduğunu ve öldürdüğünü iyi biliyordu. Her ölümde evlere düşen ateş onu da kavurmuştu. Barışa sahip çıkılması, barış için mücadele edilmesi gerektiğini savunuyordu. Her şey olup bittikten, yani biri öldükten sonra sözlerin hiçbir anlamı kalmayacaktı. O savaşın bir tür kıyamet olduğunu biliyordu. Sokağa çıkma yasaklarının ardından Silvan’da yaptığı inceleme esnasında çekilmiş videosunda yerdeki boş kovanları eline alıyor arkasını okumaya çalışıyor, yıkılan evleri tek tek inceliyordu. Minibüsün birinin önünde kocaman bir delik var. Daha iyi görmek için eğiliyor alttan bakıyor. Şaşkınlıkla “Yani bu Top mermisinin giriş deliği” diyor. Belki de o an zihninde eşi Türkan Elçi'ye söylediği sözler şekilleniyor.

“Toplum felakete gidiyor. Buna dur demenin zamanı geldi.” Şehirler barut fıçısı gibiydi. Çocuklar yine ölmeye başlamıştı. Top mermisinin ya da bir bombanın hangi araca, eve, tarihi esere veya canlıya isabet edeceği belli değildi. Toplum felakete gidiyordu. Göz göre göre gelen felakete dur demenin zamanı gelmişti. "Şehitler ölmez" diye çığlıklar atan toplum, partisi, ülkesi, lideri için sokaklara dökülen toplum, gerektiğinde savaşmak için her an hazır olan toplum, göz göre göre gelen bu felakete karşı yeterli refleksi gösteremedi. Elbette ki bu sessizlikte 20 Temmuz'da Suruç'ta, 10 Ekim'de Ankara Garı'nda barış taraftarlarına verilen gözdağının da rolü vardı. Leyla Zana 10 Eylül’de İdil’de yaptığı konuşmada" Ölümleri durdurmazsak ben ölüm orucuna yatacağım, kimseye gücüm yetmezse nefsime yeter. Beni tanıyanlar bilir söz ağzımdan çıktı mı, kellem uçsa arkasında dururum" diye barışın sesini yükseltmişti. Taraflardan bağımsız duruşuyla illa barış demişti. Leyla Zana’nın inatçı duruşu Ankara Katliamı'ndan önce felakete karşı umut vadetti. Sonra nedendir bilinmez kitlelerin alkış sesleri arasında sözü ağızdan çıktığı an arkasında duracağını ilan eden Leyla Zana da sustu.

Tahir Elçi birçok avukat gibi mesleğini bir sıfat gibi kullanıp rahat bir yaşam sürebilirdi. Oysa o gerçekten avukattı; yani himaye ve yardım eden, kendine başvuranlara sığınak, muhami kişiydi. Taşların dahi sesini duyabiliyordu ya onların dahi hakkını korumak zorundaydı. Silahlar şehrin simgelerinden birine dahi doğrultulmuşsa sonrasında olacakları kestirmek zordu. Dört Ayaklı Minare'yi mafyavari bir tavırla ayaklarından vurmuşlardı. Konuşmak lazımdı, toplum felakete gitmeden önce barışı anlatmanın bir yolunu bulmak. Taşlar dahi barışın değerini anlasınlar diye basın açıklamasını yaparken Dört Ayaklı Minare'nin diliyle konuştu. “Beni ayağımdan vurdular. Ne savaşlar ne felaketler gördüm. Ama böyle ihanet görmedim.”

Silahlı onca insanın arasında vurulup asırlık bir çınar ağacı gibi devrilmeden hemen önce elinde 'İnsanlığın mirasıyım' yazan bir döviz vardı. Sözleri Diyarbakır sokaklarında beyaz güvercinlere dönüşmüş kanat çırpmaktaydı. Doksanlarda herkesin gözü önünde işlenmesine rağmen faili meçhul kalan cinayetler gibi, tüm ülkenin gözü olacak onlarca kameranın önünde öldürülmüştü. Her şeyi herkes ama en iyi Dört Ayaklı Minare görmüştü. Taş üşüyordu. Rüyaların kâbuslarla hançerlendiği coğrafyada Kara Amid ona utançla sesleniyordu. “Üşüyorum, sen orada yattıkça, failin belli olmadıkça, çatışmalar devam ettikçe”. O avukattı, gerçek bir avukat, himaye ve yardım eden, üşüyorum diyenlere sığınak. Diyarbakır’ın taşı, evi, nehri, küçeleri (sokak-Kürtçe) bir oldu ayaklandı. Kent titredi, yeniden üşüyorum, dedi. Tahir Elçi özlemle kollarını açtı. Gözlerinin dolduğu anlaşılmasın diye gözlerini kapattı. Kolları upuzun uzadı, kocaman şehri sardı…