Tabuttaki adalet!
Tahir Elçi’nin öldürülmesi, Kürtler için yeniden karanlık günlerin başlayacağına işaretti. Nitekim öyle de oldu. Tıpkı Vedat Aydın’ın öldürüldüğü 1990’lı yıllar gibi…
Gönül Morkoç
Onu tanıdığımda henüz 20’li yaşlardaydım ve Dicle Haber Ajansı’nın Diyarbakır bürosunda gazeteciliğe yeni başlamıştım. Pek tanıma da sayılmaz aslında… Sadece kısa bir karşılaşma… Gazeteci bir arkadaşımla çalışma ofisimizin karşısındaki bürosuna gitmiştik. O zaman meslekte yeni olduğum için sadece onları dinlemiştim. Saçlarına henüz aklar düşmemiş bu genç avukat hararetli bir şekilde faili meçhul cinayetlerden, JİTEM’den, devletteki dirençten söz ediyordu.
Sonraki yıllarda benzer konularda yollarımız çokça keşişti. Bazen bir basın açıklamasında, bazen bir ziyarette, bazen bir röportajda… Biz sorduk, o anlattı dili döndüğünce… Tahir Elçi’den söz ediyorum. Gazetecilikte, bir olay ya da konu ile ilgili ‘uzman görüşü’ alma geleneği vardır. Hatta, mesleki bir tabirdir. Hukukla ilgili bir konuda “uzman görüşüne” ne zaman ihtiyacımız olsa telefonun diğer ucunda Tahir Elçi hep vardı. O naif tavrı ve nezaketiyle, “Bila be, kerem bikin werin” (Olur, buyurun gelin) derdi hep.
Sanırım bütün gazeteci arkadaşlar bu konuda hemfikirdir, Tahir Elçi hiçbir gazeteciyi geri çevirmedi, çevirmezdi.
Röportaj için biz baroya gider, kameramızı kurardık. Tahir Elçi cebinden çıkardığı minik bir tarakla saçını düzelte düzelte gelir, yüzünden eksiltmediği tebessümle kameranın karşısına geçerdi.
2015 yılı onlarca Kürt kentinin yerle bir edildiği, yüzlerce insanın öldürüldüğü, korkunç hak ihlallerine sahne olan kapkara bir yıldı. 2015 yazının son demleriydi, Sur, Cizre, Nusaybin yeni yeni hareketleniyordu. Cizre’de sekiz günlük bir sokağa çıkma yasağı uygulanmış ve kaldırılmıştı. Günlerce internet, elektrik kesintisi yaşanmış, ilçeden haber alınamamıştı. Tam da Cemile Çağırga’nın cesedinin buzdolabında bekletildiği günlerdi. Tahir Elçi, ne yapmış etmiş Cizre’ye ulaşmış ve 52 sayfalık bir Cizre raporu hazırlamıştı. 21 Eylül’de Cizreli ailelerle birlikte Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nde basın toplantısı düzenlemiş ve tıpkı 28 Kasım’da olduğu gibi taraflara çağrı yapmıştı. “Çatışmalara, operasyonlara son verin!” Ama olmadı, ‘elçi’nin bu çağrısına kulaklar tıkandı ve ok yaydan çıktı.
Bu açıklamadan sadece iki ay sonra, bir telefon mesajı ben gibi birçok muhabiri, kameramanı Sur’daki tarihi Dört Ayaklı Minare'ye götürdü. Tahir Elçi, tarihin kurşunların hedefi olmasına kayıtsız kalamamış ve Dört Ayaklı Minare'nin önünde açıklama yapacaktı. Sonbaharın son günleri olmasına rağmen güneşli bir cumartesi sabahıydı. Tahir Elçi, nezaket ve kararlılıkla yine son sözünü söyledi. “Çatışmalar, operasyonlar bu tarihi bölgeden uzak olsun!”
Birkaç dakika sonra önce silik silik, sonra belirgin silah sesleri… Ve tarihi Dört Ayaklı Minare'nin sokağı bir anda silah sesleri ile inledi. Ortalık cehenneme dönmüştü. Biz olay yerindeki gazeteciler can havliyle bir arabanın arkasına çömelmiştik. Tahir Elçi ise bir metre ötemizde yüzükoyun yere kapaklanmıştı. Kırlaşmış saçlarının arasından ince bir kan sızıyordu. Kulakları sağır eden silah sesleri arasında, sadece “Ambulans çağırın, yardım edin, yerdeki Tahir Elçi” diyebildik. Ancak, silah sesleri yardım çığlıklarımızı bastırdı. Biz bile sesimize sağır olmuştuk. Tahir Elçi, bir metre ötemizdeydi, elimizi uzatsak çekip alabilirdik, ancak uzanamadık. Ardımızda, Dört Ayaklı Minare'nin sol iki ayağının altında, Tahir Elçi’yi bırakarak bölgeden çıkarıldık. Birkaç saat sonra Sur ilçesinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sonrası ise ölümler, patlamalar, yıkımlar, infazlar, ‘bodrumlar’ ve isimsiz mezar taşlarıydı. Tahir Elçi’nin öldürülmesi, Kürtler için yeniden karanlık günlerin başlayacağına işaretti. Nitekim öyle de oldu. Tıpkı Vedat Aydın’ın öldürüldüğü 1990’lı yıllar gibi…
Cinayetin üzerinden üç yıl geçti. Cinayet anında orada olan gazetecilerle görüşerek bir belgesel hazırladım. Dokuz gazeteci ile röportaj yaptım. Gördüm ki Tahir Elçi ile gazeteciler arasında, “haber kaynağı-gazeteci” ilişkisini aşan bir bağ vardı. Yılların gazetecisinin “Tahir Elçi öldürüldü” haberini yazdığını anlatırken, nasıl gözyaşlarına boğulduğuna da tanık oldum. Yıllarını çatışmalı bölgelerde haber takibinde geçiren ve onlarca ölüme tanıklık eden bir gazetecinin pişmanlıklarını kayda aldım. Dört Ayaklı Minare'nin kurşunladığı haberini o hazırlamıştı. Haber ulusal basında ses getirince Tahir Elçi buna kayıtsız kalamamış ve oraya giderek basın açıklaması yapmıştı.
“Keşke Dört Ayaklı Minare'nin kurşunlandığı haberini yapmasaydım, Tahir Elçi o haberden sonra orada basın açıklaması yapma gereği duymasaydı. İkinci pişmanlığım ise, en son yarım metre ötemdeydi. Kurşun seslerinin geldiği Gazi Caddesi’ne doğru bakıyordu. Keşke kolundan tutup ‘Başkan yanımıza gel’ deseydim.”
Peki hukuk okuyan genç bir gazetecinin şu cümlesi, yaşananların özeti değil mi? “Tahir Elçi’nin cenaze töreninde, onlarca cübbeli avukat öldürülen bir baro başkanının tabutunu omuzlamıştı. Benim için orada omuzlanan bir baro başkanının tabutu değil, hak, hukuk ve adaletti. Benim için o an HAK, HAKK’IN RAHMETİNE KAVUŞMUŞTU.”