Abdulhalim Demir: 47 bine sattıkları ceketin 40 liraya yapıldığı bilinmesin istiyorlar
Kendisi de silikozis hastası olan, Temiz Giysi Kampanyası’nın Türkiye ayağının kurucusu Abdülhalim Demir, dünyaca ünlü markaların tedarik zincirlerini yani taşeron sistemlerini, nerede üretim yaptıklarını açıklamak zorunda olduklarının altını çiziyor. Demir, sendikaların ya da işçilerin kendilerine ulaştıkları takdirde o sorunun çözümü için kampanya gücünü kullandıklarını anlatıyor.
DUVAR - 1989 yılından bu yana sürdürülen Temiz Giysi Kampanyası, küresel tekstil ve spor giysisi endüstrilerinde çalışan işçilerin çalışma koşullarını iyileştirmek için kampanyalar üreten bir network ağı. Abdulhalim Demir kampanyanın Türkiye ayağının kurucusu. Onun bu çabasının en büyük nedeni ise 15 yaşında kot kumlama işinde çalışmaya başlaması ve 2017’de kendisine silikozis teşhisi konması...
Demir, şimdi 37 yaşında. Akciğerinin yüzde 46.2’si yok. Kot kumlama işçileri ve kendisinin verdiği mücadeleler sonucunda 2009’dan beri Türkiye’de kot kumlama yasak. Yine bu mücadeleler sonucunda kot kumlamanın neden olduğu silikozis, 2010’dan bu yana meslek hastalığı olarak kabul ediliyor ve ücretsiz tedavisi yapılıyor. Fakat burada bir not düşüyor: İroniktir, hastalığın tedavisi yok!
Abdülhalim Demir’le hikayesini, Temiz Giysi Kampanyası'nı, dünyaca ünlü markaların tedarik zincirlerini, yaşam ücretinin ne olduğunu, sözün kısası tekstil işçilerinin sorunlarını konuştuk.
Sizin hikayenizden başlayalım. Kot kumlama işçisi olduğunuz dönemi anlatır mısınız?
Bingöl’de yaşıyorduk. 1990’lı yıllara kadar hayvancılıkla geçiniyorduk ve durumumuz iyiydi. Herkesin hayatı gül gülistanlık iken köyümüze koruculuk getirildi. Köyden 86 kişi korucu seçildi. 2 bin 100 nüfuslu bir köyde 86 kişinin, bu kişilerin ailelerini de 10 kişiden sayarsak, yalnızca 860 kişinin istihdamı sağlandı. Herkes yaylaya çıkamadığı için hayvanlarını satmak zorunda kaldı. Geri kalanların ise göç etmekten başka çareleri kalmadı. Bizim de öyle oldu. 1995 yılında İstanbul’a geldim. 15 yaşında çalışmaya başladım. Toplamda 9-10 yıl tekstilde çalıştım. Bunun 5 buçuk yılı kot kumlamadaydı. Güngören’de bir yerde çalışıyordum. 2007 yılında hastalık teşhisi konulduktan sonra neyin ne olduğunu öğrendim. Benim için büyük bir travmaydı. İstanbul’a gelmiştim ve hiç bilmediğim bir yerde, adını duymadığım bir hastalığa yakalanmıştım. Köyümde benim gibi çok fazla silikozis hastası var. Çünkü köyün bütün ekonomisi bu olmuştu.
Şimdi nasılsınız?
Hastalık durağan olabiliyor. Kötüye gittiğinde, 3-4 ayda götürebiliyor. Merdiven çıkamıyorum, koşamıyorum. Şu ana kadar 120 kişi hayatını kaybetti. Bu artacak. Biz mücadeleye başladığımızda 30’du bu sayı. Hayatını kaybedenler arasında yakınlarım da var. Yeğenim, kuzenim… Dediğim gibi, köyün ekonomisi bu olmuştu. Şu an bunun tedavisi ile ilgili de mücadele yürütüyorum. 2 ay önce Paris’te düzenlenen bir kongredeydim. Türk Toraks Derneği beni davet etmişti. Orada söyledim. Ben bir işçi olarak, bu mücadelede şu kadar yol aldım. Siz doktor olarak ne kadar yol aldınız? Maalesef silikozis bir işçi hastalığı ve buradan çok para kazanılmayacağı biliniyor. Bu yüzden bir tedavisi, tedaviyle ilgili bir araştırma süreci yok.
‘ÜCRETSİZ TEDAVİYİ KABUL ETTİRDİK FAKAT TEDAVİ YOK!’
"Ben bir işçi olarak, bu mücadelede şu kadar yol aldım" dediniz. Mücadele nasıl başladı ve neler kazanıldı?
Teşhis konulduktan sonra 5 yıl kot kumlama işçileriyle birlikte mücadele verdik. Bu süreçte Türkiye’de bir çok il gezdik. İnsanlar bilmiyorlardı. İstanbul’da çalışmışlar, hastalanmışlar ve sonra da memleketlerine geri dönüp ölmeyi bekliyorlardı. “Burada bir hukuksuzluk var. Bizim hakkımız gasp edilmiş ve bu hak mücadelesini vermemiz gerekiyor” diye anlatmak gerekiyordu. Silikozis bir meslek hastalığı. Kimse sokakta yürürken bu hastalığa yakalanmıyor. Türkiye 1948’de İLO (The International Labour Organization/ Uluslararası Çalışma Örgütü) ile yapmış olduğu sözleşmede bunu kabul etmiş. Bizim istediğimiz de silikozisin bir meslek hastalığı olduğunun kabul edilmesiydi ve 'zaten siz bunu kabul etmişsiniz' dedik. Bu insanlara iş göremezlik gelirinin de bağlanması gerekiyordu. Gel gör ki, işçiler kayıt dışı çalışıyorlardı, sigortalı değillerdi. SGK’nın sistemi prim üzerinden çalışıyor ve bir işçinin pirimi varsa meslek hastalığı ancak kabul edilebiliyor. Sigortalı için bir problem yoktu ama zaten kot kumlamada çalışan işçilerin büyük bir kısmı kayıt dışı çalışıyordu. Biz de bunun için kampanyalar yaptık. Hukukçuları, sendikaları, STK’ları bir araya getirdik. Mücadelelerimiz sonucunda 2009’da Sağlık Bakanlığı kot kumlamayı yasakladı. 2010’da Bakanlar Kurulu kararıyla silikozis, hıfzıssıhha grubuna bağlı kabul edildi. Yani devletin güvencesi altındaki hastalıklara dahil oldu. Böylece ücretsiz tedavisi sağlandı. İroniktir ama hastalığın tedavisi yok. En son 2011’de dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le de görüşerek silikosiz hastaları için özel bir yasa çıkarttık.
Neydi o yasa?
6111 sayılı torba kanuna ek iki madde eklenerek bütün silikozis hastalarına hastalık oranlarına göre maaş bağlandı. Bu oranlarda silikozis teşhisi alıp, akciğerinden yüzde 15-35 arası kaybeden bir kademe, yüzde 35-54 arasında kaybeden ikinci kademe, yüzde 55 kaybeden de en üst kademeden olmak üzere devletten her ay maaş alıyor. İşçi hayatını kaybederse bu maaş olduğu gibi ailesine geçiyor.
Kot kumlama atölyeleri kimin için çalıştırılıyordu?
Dünyanın en büyük markalarına iş yapan firmalardır bunlar. Bilinçli bir politikadır. Marka kendine bir yer tutuyor, kontrolüne alıyor ve başka yere iş yapmasını engelliyor ama kendi adına değil. Ben sigortalı çalışıyordum. Benim dışımda sigortalı çalışan yoktu çalıştığım yerde. Mücadeleye başladığımda, bana “sen zaten sigortalısın, git evinde otur, maaşın bağlanacak” denilmişti. 10 bin işçiden bahsediyoruz. "Benim maaşımın bağlanmasıyla bu iş çözülmüyor, bu insanlara da haklarının verilmesi gerekiyor" demiştim.
Türkiye’de kot kumlamanın şimdi yasak olduğuna emin miyiz?
Evet. Kumlama Türkiye’de yapılmıyor. Ciddi bir farkındalık yarattık.
'DİL ÖĞRENMEM GEREKİYOR DEDİM, İNGİLİZCE ÖĞRENDİM'
Temiz Giysi Kampanyası nasıl ortaya çıktı?
2010’da uluslararası bir sivil toplum örgütü olan Clean Clothes Campaign (Temiz Giysi Kampanyası) burada bir forum düzenledi. Foruma 66 ülkeden insanlar katıldı. Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi olarak forumun ilk sunumunu biz yaptık. Bir çok ülkeden insan, 'aslında bu iş bizim ülkemizde de yapılıyor' demeye başladı. Sonra dedik ki, globalde de bir şey yapmamız gerekiyor. 2011’de İngiltere’de, “Modanın etkilerini biliyor musunuz?” başlığında moda öğrencilerine bir sempozyum yapmıştım. İşçilikten gelen biriydim sonuçta, İngilizcem yoktu. Türkiye’de yaptığım konuşmalarda insanların gözündeki ışığı oradaki insanlarda görmedim. 'Dil öğrenmem gerekiyor' dedim ve İngilizce öğrendim. Bangladeşli aktivistlerle iletişime geçerek, onların yardımıyla 2012’de Cenevre’de işçilerle buluştuk. Bu buluşmayı Cenevre’de yapmamızın sebebi Dünya Sağlık Örgütü ve İşçi Örgütü’nün Cenevre’de olmasıydı. Her ikisini de davet ettik. Dünya Sağlık Örgütü gelmedi. Bunlarla uğraşırken tekstildeki bir çok sorunu fark ettik. Temiz Giysi Kampanyası bu şekilde doğdu. Temiz Giysi Kampanyası ile tekstilde çalışanların koşullarını iyileştirmeye çalışalım diye karar aldık. 2013’te Temiz Giysi Kampanyası’nın Türkiye ayağını kurduk. Tam Bangladeş’e gitmeye orada bir kampanya yapmaya hazırlanıyorken, Bangladeş’te bir bina yıkıldı. 1138 işçi hayatını kaybetti. Bir sürü marka o binada üretim yapıyordu. Türkiye’den de bir marka vardı.
Sonrasında bir şey yapılabildi mi orada üretim yapan markalara?
Yapıldı. ILO (Dünya Çalışma Örgütü), Bangladeş Sendikaları, Temiz Giysi Kampanyası networku ve Industriall’le (Küresel Sendika) beraber Bangladeş Accord’u (Bangladeş Bina ve Yangın Güvenliği Anlaşması) çıkarıldı. Bu sözleşmeye dahil olmalarını söyledik. Sözleşme şunu söylüyor. Üretim yaptığın iş yerini denetlemekle yükümlüsün, eğer denetlemezsen bu iş yerinde olacak herhangi bir kazadan, sorundan direkt sen sorumlusun. Temiz Giysi Kampanyası networkleri kendi ülkelerindeki markalardan sorumlu oldu. Biz de kendi ülkemizde markalardan sorumlu olduk. Bizden kimler Bangladeş’te üretim yapıyor onu bulduk.
Şimdi bu isimler devam ediyor mu Bangladeş’te üretim yapmaya?
Şu an bu sayı daha fazla. Aynı şekilde yabancı markalar da Türkiye’de üretim yapıyorlar.
Nasıl?
Üretim sayılarını Türkiye’de düşürdüler. Bangladeş’te üretim yapmaya başladılar.
Yerli markalarda, Bangladeş dışında üretim yapılan ülkeler var mı?
Bangladeş’te bir çok yerli marka üretim yapıyor. Tabi, orayla da kalmadık. Doğu Avrupa, örneğin Gürcistan’ı sömüren ülkeler arasındayız. Orada yapılıyor, “Made in Turkey” etiketi koyuluyor. Türkiye’de yapılmış gibi.
'SORUNU ÇÖZMEK İÇİN KAMPANYANIN GÜCÜNÜ KULLANIYORUZ'
Temiz Giysi Kampanyası’nın, sendikadan farklı işlevi ne?
Sendika değiliz. İşçinin legal temsilcisi sendikadır. Biz işçileri örgütlemiyoruz. Sendika bir sorunu fark ettiğinde ya da işçi bir sorununu bize bildirdiğinde o sorunu çözmek için kampanyanın gücünü kullanıyoruz. Sorunun mağdurunu koruyarak önce markaya bu sorunu bildiriyoruz. Sorunu çözmezse tüketicilere markaya karşı kampanyaya katılmaları yönünde çağrı yapıyoruz. Biz, Temiz Giysi Kampanyası'nın network üyesiyiz. Bu network yaklaşık 250 örgütün içinde olduğu bir merkez.
Niçin network kurulma ihtiyacı duyulmuş?
Tekstil globaldir. Sadece burada bir markaya karşı mücadele ettiğinde kazanamazsın. Marka alır ürününü, başka ülkeye gider.
‘47 BİN LİRAYA SATTIĞI CEKETİN 40 LİRAYA YAPILDIĞINI TÜKETİCİ BİLSİN İSTEMİYOR’
Markalara ulaştığınızda tutumları ne oluyor?
Önce atlatmaya çalışıyorlar. Markadan markaya da değişiyor tabi. Marka var, kendi tüketicisine ulaşacağımızı biliyor. Kimi marka da benim tüketicim high level (yüksek gelirli), hiçbir şekilde ulaşamaz diyor ya da benden alan en ucuzunu alıyor, dolayısıyla bu tür sorunlar onları aşar diyor.
Orta sınıf üstüne hitap eden markalar umursamıyor yani…
Evet. Cevap vermiyorlar ya da “çözüyoruz” deyip harekete geçmiyorlar. Bizden çok fazla korkmuyorlar ama onlara karşı da boş durmuyoruz. 47 bin liraya sattığı ceketin, 40 liraya yapıldığını tüketici bilsin istemiyor.
Ne demek 'Şeffaflık kampanyası'? Marka buna imza attığında neyi imzalamış oluyor?
Marka bunu imzaladığında bütün tedarik zincirini açıklamak zorunda. Bir markanın birden fazla ülkede tedarik zinciri var. Yani taşeronlarını, nerede üretim yaptığını anlatmak zorunda. … Örnek gösterirsek, bir çok ülkede üretim yeri var. (Marka adı veriliyor) Sri Lanka, Kamboçya, Hindistan, Türkiye, Bangladeş, Çin, Gürcistan... 100’den fazla marka, şeffaflık kampanyasına imza attı. Tedarik zincirini açıkladı. Kimileri de zaman veriyor, ben bu süre içinde açıklarım diye.
Şeffaflık kampanyası şartlarını örneğin hangi markalar kabul etti?
Şeffaflık kampanyasını kabul eden markalar bu listede bulunabilir.
Misal, 47 bin liralık ceketi yapanlar ne kadar maaş alıyor?
Bangladeş’te şu an asgari ücret 67 dolar. Asgari ücretin altında maaş veriliyor. Sorunuzla ilgili olarak, “Yaşam ücreti kampanyamız” var bir de. Markalara, “çalışanlarınıza yaşanılacak bir ücret verin” diyoruz. Bizim ülkemizde yasal ücret dediğimiz asgari ücretle yaşamak mümkün değil. Bin 603 lira asgari ücret. Türk-İş’in araştırmasına göre açlık sınırı bin 918 lira, yoksulluk sınırı ise 5 bin 900 lira. Bizim yaptığımız bir araştırmada 4 kişilik bir işçi ailesinin aylık masrafı 6 bin 300 lira. Biz markalardan bunu istiyoruz. Diyoruz ki, “çalıştırdığınız işçilere bir yaşam ücreti ödeyin”. Türkiye’de yaşam ücretini istemenin bir hak olduğu bilinmiyor. Karşı taraf razıdır ve iş bitmiştir diye bakılıyor. Oysa birden fazla seçenek sunulmuyor. İşçi tabii ki tek seçeneği almak zorunda çünkü başka seçeneği yok. Yaşam ücretinin verilmemesi bir çok sorunu beraberinde getiriyor. İş sağlığı, iş güvencesi bunlardan sadece biri.
İş sağlığı ve güvencesini nasıl etkiliyor?
Genelde tekstilde işçiler, 10 saat çalıştırılır. İşçi 10 saat çalışarak bin 600 alıyor ve geçinemiyor. Ne yapıyor? Fazla mesai yapıyor. Fazla mesai yapınca yoruluyor, dikkati dağılıyor ve iş kazası geçiriyor. Bizim memleketimizde çocuk işçiliği yıllardır çözülemiyor. Çocuk işçilerle ilgili projeler yapılıyor, çocuk işçiliğini nasıl bitirelim deniliyor. Hiç kimse şunu düşünmüyor. Bir aile geçinemiyorsa, çocuk otomatikman bir misyon yüklenir. Dolayısıyla siz aileye geçinecek bir ücret sağladığınızda sorunu kökten çözmüş olacaksınız.
‘İŞÇİLER BİR SABAH GELDİ, FABRİKANIN KAPISI AÇIK VE İÇERİDE HİÇ BİR ŞEY YOK’
Şu an H&M’ye karşı yürüttüğünüz bir kampanya var.
Evet. H&M, 2013’te Brüksel’de ciddi bir tanıtım, reklam çalışması yaptı. Beş yıl içinde kendi tedarik zincirindeki 850 bin işçiye yaşam ücreti vereceğini söyledi, söylemekle de kalmadı. Web sitelerinde bununla ilgili bir yol haritası yayınladı. The Guardian dahil her yerde haber oldu. 5 yıl doldu. Yıl oldu 2018. Verilen sözlerin hepsini kendi sitelerinden sildiler. Bu yıl, 4 ülkede, Türkiye, Bulgaristan, Kamboçya ve Hindistan’da araştırma yaptık. Türkiye’de çalışan işçilerin aldığı ücret asgari ücret. Bulgaristan’da asgari ücretten bile daha düşük. Biz bu sonuçları markaya sorduk. Siz bu sözleri verdiniz ama bakın ne oldu? Marka bahaneler üretti.
Markalar dünyada üretim yerlerini açarken nasıl bir yöntem izliyorlar?
Markalar tedarik yapacağı ülkelerde bir tedarikçi ile anlaşarak ürünü ondan alır. Ama ürünün bütün bölümleri orada yapılmaz. Alt taşeronlarda kullanılır. Anlaşma yaptığı yeri Tier 1, diğer taşeronları tier2, tier3 diye adlandırır. Yani aslında Zeytinburnu’nda gördüğünüz bir atölye çok ünlü bir markanın tier2 veya tier3’ü olabilir.
Türkiye’deki işçilerin bir markaya karşı hak arayışına girdiği oldu mu?
Geçen yıl Bayrampaşa’da Zara'nın aralarında olduğu 3 markaya üretim yapan bir fabrikada işçiler, son 3 aydır maaşlarını alamıyorlardı. Fabrikanın zor günlerden geçirdiği ve 'sabretmeleri' söyleniyordu. Markanın denetimcisi her gün orada. Sonuçta marka milyarlık işini bir yere emanet edip “hadi sen bunu yap, getir bana” demiyor. Oradaki bütün kuralları, ücret politikalarını dahi marka belirliyor. İşçiler bir sabah geliyor, fabrikanın kapısı açık ve içeride hiçbir şey yok. Oysa bir gün önce Zara ürünleri var. Aslında batacağını biliyor ve kendi ürünlerini kurtarıyor.
‘KAMPANYAMIZ DÜNYADA YAKLAŞIK 100 MİLYON İNSANA ULAŞTI’
İşçiler ne yaptı?
Sendikaya müracaat ettiler ama işçiler sendikalı değil. Sendika, 'tamam çözeriz' diyor. Sendika, markaya üretim yapan Bravo hazır giyime dava açıyor. Davanın sonucunda hiçbir şey alamıyor çünkü Bravo batmış. Alacak bir şey yok. Bize müracaat ediyorlar. Biz dedik, hangi markalara bunu yapıyordunuz diye. Yüzde 75’i Zara'ya, yüzde 10’unu şuraya, yüzde 15’ini şuraya yapıyorduk dediler. Bu üç markaya mektup gönderdik. Dedik ki, böyle böyle… Kendi tedarik zincirinizdeki bir fabrika battı. İşçilerin ise şu kadar alacakları var. Şöyle bir dönüş oldu: “Biz oradan satın alıyoruz ürünleri, yasal olarak bir sorumluluğumuz yok.” Global sözleşmeye göre, tedarik zincirindeki bütün işçilerden sorumlu olunduğu daha önce açıklanmış. Tamam, denildi. “Sözleşmeyi imzaladığım global sendika bize liderlik etsin, ben bu ödemeyi yaparım.” Global sendika Industriall geldiğinde bahaneler bulmaya çalıştılar. Bir senelik lobicilik sonuç vermeyince kampanya yaptık. Zara'nın ürünlerine etiket basarak, “bu ürünleri ben ürettim ama paramı alamadım” deyip tüketiciden destek istedik. Kampanyamız dünyada yaklaşık 100 milyon insana ulaştı.
Nereden akla geldi bu eylem?
Bir hapishane notundan esinlendim. Çin’deki bir hapishanede üretim yapan birinin notunu okumuştum. Yaptığı bir ürüne not koyuyor ve dışarıdaki insanlara ulaşıyor. "Falan hapishanede bir mahkumum" diyor. Normalde bir mahkumun uluslararası bir markaya ürün yapması yasak. Bundan esinlendim. Bir de bu ülkede ne yaparsan yap insanları hareket geçirmeniz zor. Duygusal bir şey yapmamız lazımdı.
Mağazalara işçiler mi girdi? AVM’ler muhit muhit bölüşüldü mü?
Çok detay vermeyeyim. İçimizdeki bilgi. Amacımız zarar vermek değildi. Koyduğumuz notun yapıştırıcı olmamasına dahi dikkat ettik. Kart koyduk. Mağazada bunu gören bir çok tüketici bize ulaştı.
‘ÜRÜNLER AÇLIK SINIRININ ALTINDA KÖLE GİBİ ÇALIŞTIRILAN İNSANLARA YAPTIRILIYOR’
Dava nasıl sonuçlandı?
Marka açıklama yapmak zorunda kaldı. 'Yardım mekanizması kurup, parayı ödeyeceğim' dedi ama bir yandan da global sendika ile birlikte yerel sendikaya işçilerin bir önceki teklifi kabul etmeleri için baskı yaptı. İşçiler kabul etmedi. Kendi aralarında temsilci seçtiler. Sendika ise markaya “işçiler ikna edildi” dedi. Müdüre verilen para, Whatsapp grubunda paylaşılınca işçiler bizim paramız müdürlere veriliyor sandı ve teklifi kabul ettiler. Dava kapatıldı. İlk kez bir marka kendi tedarik zincirindeki işçinin parasını ödedi. Sonuç bizim açımızdan başarılı olsa da diğer tarafların işçiye baskı yaparak teklifi kabul ettirmesi alınan parayı sınırlı kıldı. 565 bin Avro alacak varken, 210 bin Avro alındı.
Son olarak tekstil işçilerine ve tüketicilere bir notunuz var mı?
İlkin tekstil işçilerine… Yalnız değiller. Yaşadıkları sorunları bizimle paylaşırlarsa birlikte çözüme kavuşturabiliriz. Markalardan da tedarik zincirlerindeki sorumluluğu üstlenmelerini, işçi sağlığını ve iş güvenliğini garantilemelerini ve işçilere yaşanacak bir ücret vermelerini istiyoruz.
Tüketicilerden beklentimiz sorumlu davranmaları. Onların sorumlu davranışı işçiler için hayati önemde. Aldıkları ürünlerin nasıl üretildiğini merak etsinler. Markanın işçinin sorumluluğunu üzerine almasının, kendi ellerinde olduğunu bilsinler. Markaların tuzakları olur, olacak… Bunlardan biri Şahane Cuma (Black Friday). Bu kadar ucuz oyunlara gelmesinler. Üzerinde işçilerin kanı olan ürünlerden kendilerine hayır gelmeyeceğini bilsinler. Zira bu indirimde olan ürünler açlık sınırlarının altında köle gibi çalıştırılan insanlara yaptırılıyor.