Engelli birey kan veremedi: Açıkça sınırlandırıldım
İzmir’de yaşayan görme engelli Yusuf Ak, ilik nakli bekleyen 3,5 yaşındaki Öykü Arin Yazıcı kan bağışında bulunmak istedi. Yakın bir akrabasının şahitliği olmadan kan veremeyeceği söylenen Ak, "Hani 18–65 yaş arası, hasta olmayan herkes kan verebilirdi. O an engelli bireylerle engelsiz bireylerin hiçbir zaman eşit olamayacağını düşündüm" dedi.
İZMİR - İzmir’de yaşayan görme engelli Yusuf Ak geçtiğimiz gün, lösemi teşhisi konulmuş olan ve ilik nakli olmayı bekleyen 3,5 yaşındaki Öykü Arin Yazıcı için Konak'ta bulunan Kızılay’a ait kan bağışı aracına gitti. Görevli tarafından kendisine ailesinden birisinin şahit olması gerektiği, aksi takdirde kan veremeyeceği söylenen Ak, engelli bir birey olarak kan vermesi konusunda kendisine getirilen engeli anlatan bir yazı kaleme aldı.
Kendisine yanında şahit olmadan kan veremeyeceği söylendikten sonra bu kişinin anne, baba ya da bir akrabası olduğunun belgelemesinin de istendiğini belirten Ak, ilik nakli bekleyen Öykü Arin Yazıcı'ya ithaf ettiği yazısında, “Kızgınlık, hüzün, ıstırap, sorgulama ve en nihayetinde gözyaşlarımı tutamayıp banka yığıldım. 27 yıldan bu yana zamanın kalıntılarına hapsedildiğimi yüreğimde duyumsadım. Hani 18 yaşından sonra herkes reşit, hürdü! Hani 18-65 yaş arası, hasta olmayan herkes kan verebilirdi” ifadelerini kullandı.
Ak'ın sosyal medya hesapları üzerinden de bir kısmını paylaştığı yazının tamamı şöyle:
“Merhaba sevgili Öykü, ben Yusuf. Binlerce, hatta on binlerce ağabeyinden biriyim. Seninle ilk olarak sosyal medyada tanıştık. Adı konulmamış bir masalsılıkla çabuk kaynaştık, dost olduk. Öyle ki; bana iki defa rüyamda yumuşacık sesini dinlettin. Anasının kuzusu, babasının gül yüzlüsü; haberini paylaştım, ama bir türlü senin için kan veremedim. Hep üşendim, erteledim. Dost böyle olur mu Öykü: Kötü gününde bu halini seyretmek ahlaki mi? Sonra öğrendim ki kampanyalar genişledi, yurt içi ve dışına yayıldı. Sanatçılardan art arda açıklamalar, Cem Terzi’nin tek ticarileşmeyen şey kandır cümleleri... Hepsi ruhumda bir yankı oldu. Sonra bir oyun videonu izledim. Tıpkı annen ve baban gibi; direngen, isyankar, bir o kadar da inatçı... En sonunda ise kabulleniş. O an ne hissettim biliyor musun? Sana sımsıkı sarılmak, kucaklamak, iliklerime kadar seni hissetmek... O an kanımın hepsinin senin damarlarında akmasını ve can bulmanı istedim. O gülüşün, tebessümün, hastane koridorlarında yankılanan coşkun... İki gün boyunca rüyamdaydın. Karar verdim. Vicdanım bu sözün yükünü daha fazla kaldıramazdı…
Konak tramvay durağında inerken kulaklarımda hafif deniz dalgası, darbuka, klarnet ve insan sesleri, burnuma gevrek kokusu çalınıyordu. Belleğimde ise 3 yaşındaki çocukluğum…
Sevgili Öykü, Türkçe ve Kürtçe ayrı dil ailelerine ve kollarına girer. Fakat 3 yaşında duyduğum ve çocukluğumdan bu yana hiç unutturulmayan, aklıma kazınmış bir kelime vardı: Körlük… 3 yaşındayken kör olduğumu öğrendim. Dışlandım, ayrımcılığın alasını yaşadım, ama yine de umudum beni ayakta tuttu. Engelli çizgisinde ilerliyordum, Kızılay kan aracına gitmek için. Sonra seni düşünürken birden bire kendimi çizginin üstüne park edilmiş arabaya çarpmış buldum. Tıpkı ‘Kırmızı Pazartesi Kitabı’ misali herkes seyrediyordu. Tek yaptıkları şey çarptığımda beni çizgiden alıp tekrar çizgiye koymaları oldu. Fakat bunları düşünüp de moralimi bozamazdım. Bir bakarsın aranan donör benmişim! Adımlarım hızlanırken buldum boyumdan büyük Kızılay aracını. İki kat artan heyecanımı zapt edemeyip bütün saflığımla kan vermek istediğimi söyledim. Ama öyle duygudan yoksun bir cevap verdiler ki kendimden geçtim, ölüm sessizliğine gömüldüm: Kan verebilmem için birinin şahit olması gerekiyormuş...
Sevgili Öykücük, sesim titremeye başladı. Okulda, iş hayatında, sokakta, kamu ve özel kurumlarda benzer çağrışımlar olmuştu, ama bu da neydi! Engellilik bir hastalık mıydı; yoksa engelliler bakıma muhtaç, zavallı kimseler miydi? Arkama dönüp yoldan geçen birisine ‘Kan vermem gerekiyor; bana şahitlik eder misin?’, diye teklifte bulununca hayır deyip sırtını döndü. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Sevgili Öykü, yoksa güçlülerin zayıfları ezdiği bu sistem devam mı edecekti? Gerçekten beden hiyerarşisinde yarım insan mıyız, yoksa canlı ile cansızlık arasına sıkışmış tanımlanamayan birer yaratık mı? Yoksa bu yaşananlar karşısında halen dil, din, mezhep, cinsiyet, engellilik eşitliği naraları atılmaya devam mı edilecekti? Sonunda birisi kabul etti. Tüm bu düşüncelerimden sıyrılarak sevinçle öne atılıp ‘şahidimi buldum' dedim. Cevap yine hezimet... Görevlinin ağzından; anne, baba veya yakın akrabamı belgelendirip şahit olabilecekleri, başıma bir şey gelirse şahidin de başının yanacağı gibi cümleler dökülüyordu. Yasa ve yönetmeliklere dayandırdıkları çürük, kokuşmuş, küflenmiş fikirleri zihnimde bir nakarat gibi dönüp duruyordu. O an ne düşündüm biliyor musun Öykü, içimde fırtınalar koptu. Cenneti beklerken cehennemin derinliklerine yuvarlandığım duygusuna kapıldım. Kızgınlık, hüzün, ıstırap, sorgulama ve en nihayetinde gözyaşlarımı tutamayıp banka yığıldım. 27 yıldan bu yana zamanın kalıntılarına hapsedildiğimi yüreğimde duyumsadım. Hani 18 yaşından sonra herkes reşit, hürdü! Hani 18–65 yaş arası, hasta olmayan herkes kan verebilirdi! Anlamsızlık yine kuşatıyordu her tarafımı... Açıkça sınırlandırıldım. Sonra, 1940’larda Naziler nasıl ki engellileri katlettiyse bugün de yaşamımın bana zindan kılınması, görevliye vacip kılınmıştı. İnancım kayboldu. O an engelli bireylerle engelsiz bireylerin hiçbir zaman eşit olamayacağını düşündüm. Son bir umut ağzımdan usulca ‘Öykü’nün başına bir şey gelirse bunun tek sorumlusu sensin’, dedim. Kendisi de umursamaz bir tavırla ‘Öykü için uğraşıyoruz. Senin başına da bir şey gelirse sorumlusu benim’, dedi.
Sağlamcılık ideolojisinden beslenen, başkalarına köle, korkak; engellilere ise amir olan bu kendini bilen güruh nasıl affedilebilir ki! Kimse sesimi duyar mı bilmem ama tek yaptığım İzmir Barosu’na koşup serbest kürsüde konuşmak oldu.
Sevgili Öykü, Taoizme gönül verenler var ya; asayı havaya kaldırıp ‘Bu bir asa değildir’, derler. ‘Çünkü asa senin zihnindedir, doğada asa diye bir şey yoktur, ahşap vardır’, derler. Bundan hareketle kürsüye çıkar çıkmaz konuşmam bitene kadar özgürlüğün, bağımsızlığın simgesi olan bastonum havada, seni ve yaşadığım hak ihlalini anlatıp destek istedim.
Sevgili Öykü, bana hakkını helal et. Bu toplumda engelli kimliğiyle yaşamak çok zor. En büyük dileğim bir gün senin şarkılarına eşlik edeceğim, oyunlar oynayacağım günlerin gelmesi. Düşlüyorum ve inanıyorum. Seni çok seven, Yusuf”.