Selçuk Kozağaçlı: Artık elimizde yargı yok

Cezaevinde açlık grevinde olan avukat Selçuk Kozağaçlı: Yargının hali her zaman berbattı ama geleneksel bir doku içerisinde ite-kaka işini görüyordu. Artık elimizde yargı yok...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Cezaevinde 5 arkadaşıyla birlikte açlık grevinde olan KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği'nin (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, aylardır tek başına bir hücrede tutuluyor. Kozağaçlı yaşadıkları durumu, "Yargının hali her zaman berbattı ama geleneksel bir doku içerisinde ite-kaka işini görüyordu. Artık elimizde yargı yok."

'MÜCADELE KÜLTÜRÜNÜN PARÇASI...'

Kozağaçlı cezaevinden Cumhuriyet'ten Hilal Köse'nin sorularını yanıtladı:

Açlık grevine başlamanız yargıdan ya da adaletten umudu kestiğiniz anlamına mı geliyor?

Adaletten asla umudu kesmem ama onun hukuk ve yargı ile ilişkisi konusundaki karamsarlığımızın bir sonucu diyebiliriz herhalde. Süreli, süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları bu ülkenin siyasal geleneğinin ve mücadele kültürünün bir parçası. Protesto etmek için, teşhir etmek için, somut taleplerle, dayanışma için, politik taleplerle yani çok zengin bir amaç çeşitliliği ile yapıldı bugüne kadar. Yapılmaya da devam edecek. Biz bu sefer ‘Yargı süsü verilmiş’ ağır bir saldırıyı görünür hale getirmek, duyurmak, dayanışma ihtiyacını hatırlatmak için açız. Ve elbette asla yargılanıyormuş gibi yapmayı kabullenmeyeceğimizi anlatmak, uyarmak için.

Yıllarca kamusal pek çok davada avukatlık yaptınız. Yargılandığınız dava mı zor, avukatlığını yaptığınız davalar mı?

Aslında üç farklı konum tarif edilebilir. Sanık avukatlığı, mağdur avukatlığı ve avukatın bizzat bir davanın konusu olması. Son yıllarda kamuoyunun dikkatle takip ettiği davaların büyük çoğunluğunda “mağdur” avukatıydık. İş cinayetlerinde, çevre felaketlerinde, kolluk şiddeti karşısında zarar görmüş insanların ve ailelerinin avukatlığını yaparken gördünüz bizi. En zorunun bu olduğunu söyleyebilirim. Soma’da, Cizre’de, Berkin’de olduğu gibi. Her zaman büyük bir acı yakınınızda oluyor. kincisi daha kolay. Yeni devlet tarafından genellikle tamamen hukuk dışı yöntemler ve iddialarla yargılanan sanıkların savunulması. Başarı oranlarınız çok yüksek olmasa bile bu davaların zayıf, çürük doğası size birçok malzeme veriyor. Acıdan çok öfke öne çıkıyor gibi bu davalarda. Son olarak bugün olduğu gibi avukatın, avukatlığın dava konusu olduğu durum var. Bedel ödemek, acı, öfke, mesleki teknik çaba, politik ve hukuksal strateji belirlemek tek öznede birleşiyor ve genellikle de hapiste oluyoruz. Bence en kolayı bu. Kendimizi tanıyoruz. Yaptığımız işi biliyoruz, seviyoruz. Avukatlık bütün imkanları ve sınırlarıyla elle tutulur hale geliyor bu davalarda. Eve iş getirmek gibi diyebilirim.

'YARGININ HALİ HER ZAMAN BERBATTI'

Genel bir değerlendirme yapacak olsanız, Türkiye’de avukatlığın en zor yanı nedir sizce?

Temel zorluk avukatın rolünü kabullenip, onunla sağlıklı ilişki kurabilecek bir yargısal kültürün hiçbir zaman yaratılmamış olması. Yargının hali her zaman berbattı ama geleneksel bir doku içerisinde ite-kaka işini görüyordu. Artık elimizde “yargı yok.” Avukat bu gerçeğin ilk farkına varan kişi tabiyatıyla. Bunu belli de ediyor. Anayasa’ya, sözleşmelere, bunların kurduğu yüksek yargı yerlerinin bağlayıcı kararlarına, beğenmediği için uymayacağını ilan edip, siyasal iktidar tarafından sırtları sıvazlanan bir adliye bürokrasisinden ibaret yargının enkazı. Zorluk, kendisine meslek olarak tarif edilmiş ve kuralları öğretilmiş işi, hiçbir kural tanımayan, vasıfsız ve saldırgan bir adliye bürokrasisi önünde yürütmeye çalışmak. J. Berger’in dediği gibi “Gerçeklik zarar verirse inkar, zarar veren şeye yani gerçekliğe değil onu gösterene, hatırlatana saldırır.” Avukatların bu kadar ağır bir saldırı altında olmalarının nedeni basitçe bu.

'YENİDEN TUTUKLANACAĞIMIZI BEKLİYORDUK'

Tahliye edilir edilmez tutuklandınız. Bekliyor muydunuz böyle bir gelişme?

Aklın kötümserliğinden söz etmiştim. Elbette bekliyorduk ama bu kadar beceriksizce ve telefonla verilmiş talimatların bile ortaya düşeceği şekilde yapmak zorunda kalmaları ilginç tabii. Aslında ne bizim hukukumuzda ne de dahil olmaya çalıştığımız Avrupa hukukunda kovuşturma aşamasında yani dava açıldıktan sonra yargıç tarafından yapılmış tahliyelere itiraz yolu var. Dava açıldıktan sonra tutuklama ihtiyacı olup olmayacağına karar verebilecek tek kişi o dosyanın yargıcıdır. Yani esas hakkında hüküm kuracak ve belki de sanığı beraat ettirecek bir yargıca nasıl “senin ne kadar tutuklu tutulacağına biz karar veriririz” diyebilirsiniz? Cemaatin tasfiyesinden sonra hiçbir sağcı birbirine sırtını dönmeye cesaret edemediği için icat edilmiş, OHAL kararnameleriyle hukuka sokulmuş, ahmakça muhakeme işlemleri bunlar. Kendilerine güvenleri artsa bu soytarılıkları bırakır daha normal işleyişe dönerler ama elbette umudumuz onlar kaygılarından kurtulmadan biz bu dönemin bütün sahiplerinden ve onların çürütücü etkisinden kurtulalım.

'TUTUKLAMA HER İKTİDARIN GÖZDESİ'

AİHM kararlarına rağmen mahkemeler neden tutuksuz yargılamaya yanaşmıyor?

Yaygın tutukluluğun aslında pek fark edilmeyen temel bir nedeni var. Özellikle siyasi ceza davası hükümlerinin ömrü en fazla arkasındaki siyasi iradenin ömrü kadardır. Bazen o kadar bile sürmez. Yani siyasi bir müebbet hapis cezası aldıysanız, söz konusu olan sizin biyolojik yaşamınız değil, kararı veren yargıcın sırtını yasladığı istidarın siyasal yaşamıdır. Her an zayıf düşmekten, iktidarı paylaşmak veya kaybetmekten korkuyorlar. Bunun için de hayal ettikleri cezayı uzun tutuklama yoluyla bir an önce tamamlatma derdindeler. İçlerinden biraz kafası çalışan herkes bu itibarların iade edileceğinin, tazminatlar ödeneceğinin, hesaplar sorulacağının farkında. Hiç değilse, elimizden geldiği kadar yatıralım diyorlar. Siyasi tutukluluğun yarattığı imkanlar da cabası. Yani başarabilirseniz insanları yıldırmak, korkutmak, ibret vermek, başaramazsanız kapasitesizleştirip size muhalefet etme imkanlarını sınırlamak gibi... Tutuklama her iktidarın gözdesidir. Hukuksal bir temelden çok daha fazla suç politikası tercihlerine yani siyasete dayanır.

Ben yetişkin yaşamım boyunca hep sosyalist oldum. Ama devrimci siyaseti müvekkillerim öğretti. Onların avukatlığıyla geçen çeyrek yüzyılda devrimci mücadelenin, yoksulların kaderini etkileyecek tek gerçek siyasal çizgi olduğunu kavradım. Şimdi ve gelecekte de bu sıfata layık olabilmek için gayret edeceğim.

Babanızın cenazesinde olanlara dair ne söylersiniz?

Aslında daha önce bu konuda bir şeyler yazdım. Ölenin yakınlarına hatta ölünün bedenine şiddet uygulamak, saygısızlık etmek çürümüş bir ahlak. Bir tür egemen kibiri ve saldırganlığı.Ne halk inanışlarına ne de seküler toplumsal terbiyeye ait değil. Babamla çok yakındık. Olup bitenler, onu kaybettiğim sırada yanında olamamak beni üzdü. Ama saldırganlığın kişisel olmadığının da farkındayım. Birgün babamla ilişkimi de uzun uzun anlatmak isterim. Herhalde vakte ihtiyaç var.

En başa dönseniz yine avukat olur muydunuz?

Çok romantik durmadığının farkındayım ama hukuk aslında son tercihimdi. Heves ettiğim öbür okulları kazanamadığım için hukuk fakültesine kayıt yaptırdım. Korkarım avukatlık da öyle. Siyaset bilimi yüksek lisansımın bitmesine yakın, doktora ve akademide kalma hayalleri kurarken Betül (eşi), ‘siyaset bilimi mi yapmak istiyorsun?’ diye sordu. Aklımda yavaşça şekillenen akademik kariyerden söz ettim. “Bırak bilimini başkası yapsın, biz siyaset yapalım” deyince ikna oldum herhalde. Bazen takılıyorum ona, gülüyoruz. “Doktoru olacaktım, hastası oldum senin yüzünden siyasetin” diyorum.

Hiç yargıç olmayı düşündünüz mü?

Çocukluğum kaymakam lojmanında yargıçların, savcıların, jandarma komutanlarının, emniyet müdürlerinin arasında geçti. Makus talihlerine ve mesleki trajedilerine ilişkin yeterince kişisel deneyime sahibim. Aklımdan bile geçmedi. İyi de geçmemiş. Bana sorarsanız bütün bu işler, yapacak daha düzgün bir iş bulamamış olanlara geçim kapısı olabilecek, kısıtlı ve vasat uğraşlar. Avukatlıkla kıyaslanmaları mümkün bile değil.

Haberin tamamı