'İzmir stressiz günlerine geri dönecek'

İzmir'de Ahmet Priştina ve Aziz Kocaoğlu dönemlerinde başkan danışmanlığı görevini yürüten siyasal iletişimci Ali Sabuktay'a göre Ankara ve İstanbul’u muhalefetin kazanmasıyla İzmir 'öncü' rolünü tamamlayacak ve bundan sonraki gidişatta ikincil rol oynayarak, stressiz hayatına dönecek.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - 31 Mart seçimlerini takiben girilen kritik süreç nereye doğru evriliyor? Bu seçimlerin konuşulmayan sonuçları neler? İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerin kaybedilmesi AKP için ne anlama geliyor? Ve tabii, İzmir: “CHP’nin Kalesi”nde seçim sonuçları nasıl değerlendirilmeli? İzmir’in Türkiye siyasetine etkisi nedir?

1999 yerel seçimlerinden beri çok sayıda siyasi kampanyada görev alan, Ahmet Priştina ve Aziz Kocaoğlu dönemlerinde başkan danışmanlığı görevini yürüten siyasal iletişimci Ali Sabuktay sorularımızı cevapladı.

İZMİR İKTİDAR İÇİN BAŞA ÇIKAMADIĞI BİR KÖTÜLÜK OLARAK GÖRÜLDÜ

İzmir tarihi boyunca farklılıkları absorbe eden, şu ya da bu şekilde bütün kesimleri içinde barındıran, sığınılan bir kent oldu. Seküler demokrat kesim için de aynı zamanda ‘’yıkılmayan bir kale’’ vazifesi gören İzmir’in yerel seçimlerle birlikte Türkiye siyasetine etkisi nedir?

İzmir’in ülke siyasetinde muhalefetin erken habercisi rolünü oynadığı çok örnek vardır. Mesela, 1930’da Serbest Fırka’ya kucak açması, 50’lerde Menderes’e el vermesi ya da 1980 sonrasındaki aykırı duruşu gibi. AKP döneminde de İzmir benzer bir role soyundu. Seçim gecelerinde doğu, güneydoğu hariç Türkiye’nin tamamı haritada sarıya dönerken, yanındaki birkaç kentle birlikte ısrarla kırmızıda kaldı. Yani iktidarın karşısındaki kesimler için başka bir ufku gösteren deniz feneri olarak fonksiyon gördü. İzmir, bu nitelikleriyle seküler kesimler için bir alternatif olarak yüceltilip bir övünç kaynağına dönüştü. İktidar için başa çıkamadığı bir kötülük, bir tekinsizlik olarak görüldü. Tabii İzmir’in bu pozisyonunun tarihsel, kültürel, demografik nedenleri var, bunlar da başlı başına ayrı bir söyleşinin konusu.,

Sorunuza dönecek olursak; öyle görünüyor ki, Ankara ve İstanbul’u muhalefetin kazanmasıyla İzmir öncü rolünü tamamlayacak ve bundan sonraki gidişatta ikincil rol oynayacak, stressiz hayatına dönecektir. Ta ki yeniden durumdan vazife çıkartacak şartlar oluşana dek.

SEKÜLERLER MAHCUP BİÇİMDE HDP’Yİ DESTEKLEDİ

31 Mart seçimlerinin pek konuşulmayan sonuçları neler sizce?

Ankara ve İstanbul zaferi bu seçimdeki bazı ilginç eğilimleri gölgede bıraktı. Bunlardan birisi büyük kentlerdeki ve Doğu, Güneydoğu’daki HDP’nin durumu. HDP politikaları, metropollerde son derece başarılı ama kayyumlu belediyelerin çoğunu geri alırken bazı yerleşimleri de kaybettiler. Kuşkusuz bu sonuçta devlet uygulamalarının, sandık oyunlarının payı büyük ama diğer yandan işin seçmen tavrı boyutu da var. Gerek Ertuğrul Kürkçü Duvar’daki yazısında, gerekse Ayhan Bilgen çeşitli mülakatlarında bu meselenin örtbas edilmeyeceğini, parti içinde bir özeleştiri sürecinin yaşanacağını belirtti.

Bir başka eğilim, milliyetçi-muhafazakâr seçmenin AKP’den MHP’ye doğru yön değiştirmesi. 7 Haziran’da başlayan bu durum 1 Kasım’da geçici olarak geri döndürüldü. Fakat sürecin hızlanarak devam ettiğini 31 Mart sonuçlarından gördük. Bekir Ağardır’ın sekülerler, muhafazakârlar ve Kürtlerden oluşan üç Türkiye tanımına büyük oranda katılıyorum. Bu seçim, üç Türkiye’nin altında oluşmakta olan yeni fay hatlarını ve birleşmeleri de gösterdi bize. AKP ve MHP’nin blok oluşturması bu akımların iki ayrı ideolojik kökenden geldiğini unutturuyor. Öyle görülüyor ki, milliyetçilikten İslamcılık’a yaklaşan muhafazakârlık, tekrar milliyetçilikle buluşuyor. MHP ve AKP arasında blok içi kayma dediğimiz eğilim, aslında göründüğünden daha karmaşık sosyal ve siyasi sonuçlar oluşturma potansiyeli taşıyor.

İkinci titreşim ise Kürtlerin yoğun yaşadığı büyükşehirlerde hissedildi. Birkaç seçimdir bazen sekülerler mahcup biçimde HDP’yi destekledi, bazen Kürtler seküler adaylara oy verdi. 31 Mart’ta ise, bu adı konmamış ittifak rasyonel bir araç olmanın ötesine geçerek sosyal bir ittifak halini almaya başladı.

İZMİR’DE KISMİ BİR KAYIP SÖZKONUSU

Yakın dönemdeki diğer seçimlere göre İzmir’de AKP’nin oylarında ve sandığa gitmeme oranlarında ciddi bir artış söz konusu. Bu artışın nedenlerini neye bağlıyorsunuz? CHP tarafından baktığımızda İzmir’deki yerel seçim sonuçları başarılı mı?

Bu seçimin hemen görülemeyen ilginç bir sonucu da İzmir’de yaşandı. Başarı nereden bakıldığına bağlı. Millet İttifakı, Büyükşehir’i aldı, 8 olan iktidardaki ilçe sayısını 5’e düşürdü, mecliste çoğunluğunu sağladı. Kazanılan belediye sayısı açısından bakıldığında, Millet İttifakı İzmir’de başarılı oldu denilebilir. Seçmen blokları açısından bakıldığında başka bir tablo oluştu. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde İhsanoğlu ve Demirtaş’ın toplam oyu yüzde 66.6 idi. Referandumda hayır oyları yüzde 68.8’e ulaşmıştı. 24 Haziran başkanlık seçiminde bugünkü ittifakı oluşturan üç partinin adaylarının toplam oyu yüzde 66.35 idi. Buna karşılık Cumhur ittifakının adayı Erdoğan yüzde 33 oy almıştı. Yani trende bakarsak, İzmir’deki referandum tarzı oylamalarda kabaca 66’ya 34 gibi bir oy dengesi oturmuştu. Seçim öncesinde iktidarın yıpranmışlığı, kendi seçmenini sevk edememesi, beka söyleminin muhalif seçmeni hareketlendirmesi, ekonomik kriz gibi çok sayıda faktörden söz edildi. Bu etkenlerin hangi sonuçlara yol açtığını diğer büyükşehirlerdeki seçimlerde gördük. İstanbul’da muhalefet, 2017 hayır oylarına yakın bir oyu toparlarken, Ankara’da bu oranın da üstüne çıktı. Bu koşullarda İzmir’de Millet İttifakı oyunun yüzde 65 civarında olması olağan, referandumdaki orana yaklaşması ise başarı sayılabilirdi. ÜstelikCumhur İttifakı bulabileceği en kötü adayla sahnedeydi. Büyükşehir’de Millet İttifakı adayı Tunç Soyer yüzde 58.1 oy alırken, rakibi Zeybekçi yüzde 38.7’e ulaştı. Haydi, iki puanın küçük partilere gittiğini varsayalım, HDP’nin açık desteğini alan Millet İttifakı yaklaşık 5 puanlık bir gerileme yaşadı. Buna karşılık Cumhur İttifakı oyunu 4.5 puan kadar arttırdı. Büyükşehir oyları ilçelere göre daha yüksek, yani adayın kim olduğundan bağımsız olarak oy oranında bir düşüş var. Cumhur İttifakı’nda ise belirgin bir yükselme var. Sayılar üzerinden bakacak olursak, dokuz ay önce İnce 1 milyon 527 bin, Akşener 178 bin, Demirtaş 170 bin oy almıştı. Bu seçimde Soyer’in oyu 1 milyon 549 bin. Başka bir deyişle, seçmen artışını kattığımız zaman İnce’nin oyuna eşit. Akşener ve Demirtaş’ın toplamı kadar bir oyun Millet İttifakı’na gelmediği anlaşılıyor. Buna karşılık Zeybekçi 1 milyon 32 bin oy alarak, Erdoğan’ın 930 binlik oyunun üstüne çıkıyor. Dolayısıyla oy bazında Millet İttifakı’nın reel bir kaybının, Cumhur İttifakı’nın ise kazanımının olduğu açık.

Peki, İzmir’de bahsettiğiniz azalmanın nedenleri ne olabilir?

Sandığa gitmeme oranı 24 Haziran’da yüzde 11’e yakınken bu seçimde yüzde 16’ya ulaşıyor. Merkezdeki büyük ilçelerde oran daha yüksek. Mesela Konak’ta yüzde 20’ye yakın. Bu ilçeler CHP seçmeninin fazla olduğu yerler. Cumhur İttifakı’nın merkeze göre daha güçlü olduğu kırsal ilçelerde ise yüzde 13’ün altında. Öyle anlaşılıyor ki, önceki seçimlerde muhalefet blokuna oy veren bir kesim seçmen oy kullanmamış, bir bölümü de iktidara yönelmiş. Bu sonuçta en az payı olanın HDP seçmeni olduğunu da belirtmeliyim. İlçeler için yapılan çok sayıda kamuoyu araştırması HDP tabanının yüzde 95 oranında CHP lehine kararlı olduğunu gösteriyordu. HDP’nin güçlü olduğu Menemen, Karabağlar gibi ilçelerdeki seçim sonuçları, araştırma bulgularıyla tutarlılık gösteriyor. Sonuç olarak iktidarın gerileyip, muhalefetin yükseldiği genel durumun aksine, İzmir’de kısmi bir kayıp söz konusu. Bu duruma yol açan çok sayıda neden sıralanabilir: İlçe adaylarının belirlenmesindeki özensizlikler. Seçmenin nasılsa CHP’nin kazanacağına inanması, yani rekabet olmaması. Seçmen yorgunluğu. Muhalefetin kampanyayı en düşük düzeyde tutan stratejisinin İzmir özelinde ters tepmesi, dolayısıyla seçmenin heyecanlanmaması. İktidarın Tunç Soyer hakkında her türlü kara propagandayı sınırsızca kullanması, İyi Parti tabanının motive olamaması, CHP adaylarının geç açıklanması gibi… 31 Mart seçimlerinde İzmir seçmen davranışını anlamak için mahalle ve sandık sonuçlarını ayrıntılı analiz etmek gerekiyor. Burada kestirmeden şunu söyleyebiliriz, bir grup merkez ve merkez sağ seçmen muhtelif nedenlerle sandığa gitmemiş, CHP’ye oy vermemiş, bir bölümü de iktidara yönelmiş.

BAHÇELİ ERDOĞAN’I BEKAYA DOĞRU İTEKLEDİ

Devlet Bahçeli, kesin olmayan sonuçların belli olmasının ardından yaptığı açıklamada ‘’Herkesin kazandığını söylemesi Türkiye için bir kazançtır. Demek siyasi olarak kaybeden yok bu ülkede’’ dedi. Bahçeli bu sözlerle ne demek istedi? Gerçekten ortada böyle bir tablo görüyor musunuz?

Bahçeli o konuşmada ortağı ile kafa buluyor sanki. İstanbul gitmiş, Ankara gitmiş. Kendi partisi 2015 Kasım’ında AKP’ye kaptırdığı milliyetçi-muhafazakâr seçmeni geri almakla kalmamış, AKP ile yarıştığı hemen hemen her il belediyesini kazanmış.

7 Haziran 2015’ten bu yana MHP ile girdiği fiili ittifak ve sonrasındaki reel ittifakta beka stratejisini kullandı Erdoğan. 24 Haziran’da bu stratejinin tükenmiş olduğunu sezdi aslında. Hatırlarsınız, yerel seçim stratejisini geçmiş belediyeciliğin yükünden kendini kurtararak, yeni bir yerel yönetim anlayışının savunuculuğu üstünden kurmayı hedefledi önce. Geçmiş günahları için af dilediği dönüşlerine sıkça tanık olduk Erdoğan’ın. Bu sefer de bir tornistanla durumu kurtarmayı düşündü muhtemelen. Ama “yatay mimari”, “ekolojik kent” söylemi şaka gibi algılandı. Bu noktada ittifakın önce dağılması, sonra yeniden kurulmasıyla Bahçeli, Erdoğan’ı bekaya doğru itekledi. Herhalde beka derken akıllarında bir Mümbüç veya Şengal seferi ya da en azından Süleyman Şah türbesini yerine koymak vardı. Bu fütuhat havası içinde seçimi varlık-yokluk meselesine dönüştürebileceklerini, en azından kendi tabanlarını kemikleştirebileceklerini umdular. Uluslararası dengeler Suriye’de bir şov zaferine bile izin vermeyince beka ellerinde patladı. Dış düşman olmayınca içe yöneldiler. Kendilerinden olmayan herkesi aynı sepete koyup düşmanlaştırmaya dayanan beka stratejisi, ekonomik krizle birlikte grotesk boyutlara ulaştı. Öyle ki, haldeki kabzımal bile terörle gayet rahat ilişkilendirildi. Öte yandan kendi seçmenlerine “aman gözünüzü seveyim dersi sonra verin” diyecek kadar da aciz bir görüntü çizdiler. Bu yolun çıkmaz sokak olduğunu kavrayacak kadar siyasi sezgisi olan Erdoğan belki bu kadar abartmayacaktı ama Bahçeli ve Soylu sürekli el yükseltti. Ülkenin ve devletin tehdit altında olduğuna herhalde bir tek milliyetçi-muhafazakâr seçmen inandı. Karadeniz ve İç Anadolu’da iki partinin yarıştığı yerlerin sonuçlarına baktığımızda, onların da gidip MHP’ye oy verdiklerini görüyoruz. Türk-İslam sentezi ideolojisinde beka kavramı biri dini, diğeri milli olmak üzere iki kayıp korkusuna gönderme yapar. 2015’ten beri iktidar politikaları milli bekayı öne çıkarttıkça MHP zemini güçlendi. Tabii sadece beka değil, ekonomi de bu blok içi geçişte etkili oldu. Neticede Erdoğan kaybetti, Bahçeli kazandı.

HER ŞEYİN KENDİSİYLE KAİM OLDUĞU MESAJINI VERMEYE ÇALIŞTI

Erdoğan balkon konuşmasına neden tek başına çıktı? Sizce sembolik anlamı neydi?

Kayıp karşısında yas tutabilmek de bir olgunluk ister. Ben, balkonda dağılmış parçalarını bir arada tutmaya çalışan birisini gördüm. Altmış küsur yıllık kendi anlatısını o imgede çerçevelemeye çalıştı Erdoğan. Seçim sonrası balkon konuşmalarında etrafında başarının diğer mimarları da yer alırdı hep. Bu sefer başarı olarak anlatılacak bir şey olmadığını bildiğinden, kendini başarısızlardan ayrıştırarak yüceltme yollarını aradı. Bahsettiğiniz gibi sembolik bir an balkonda tek başına pozu. Dolayısıyla çok katmanlı okumaya uygun bir gösterge. İslam mitolojisinde bu sahneye ilişkin çok sayıda anlatı bulunabilir. Bu açıdan, acı çeken, zorluklarla boğuşan ama kavminin selameti için tek başına dik duran peygamber figürüne bir gönderme içeriyor. Kitlesine yönelik olarak da her şeyin kendisiyle kaim olduğu, asıl enerji kaynağının kendisi olduğu mesajını vermeye çalıştı. Bir başka açıdan partisine ve yanındakilere bir had bildirme, onların birer aparatçık olduğunu hatırlatma var. Lider, havarileri olmadan da liderdir gibi bir anlam... Birkaç gün önce bir televizyon kanalında İstanbul adaylarını yan yana dizmesi de benzer bir tasarımdı aslında. Bu kurgularla iç içe ama daha temel bir anlam da Erdoğan’ın psikolojisi açısından okunabilir. Bu resim narsistik öznenin travmasıyla başa çıkma çabası, kendine yönelik telkini olarak da görülebilir. Gezi’den, 17-25’ten, 7 Haziran’dan Erdoğan’ın yenilgiyle karşılaştığında, korktuğunda yalnızlaştığını, içine çekildiğini, buradan güç alarak karşı atağa geçtiğini bilecek kadar onu tanıyoruz.

31 MART YENİLGİSİ BİR FREN VAZİFESİ GÖRDÜ

Peki, Erdoğan’ın milli iradeye saygılı olacağını söyleyerek ‘’aksi takdirde faşizm olur’’ demesi demokrasiye bir dönüşün sinyali mi, yoksa otoriter tablo eskisi gibi sürdürülecek mi? Sizce bundan sonra nasıl bir yol çizecekler?

Beka stratejisini oluştururken bunu sadece seçim kazanmaya yönelik bir hamle olarak değil, 31 Mart sonrasının bir yönetim tekniği olarak da gördüklerini sanıyorum. 7 Haziran’dan, hatta Gezi’den itibaren fiilen yürürlüğe koydukları dost-düşman ayrımını kampanya söyleminde iyice genişlettiler. Ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında yaşanılan krizlerin de etkisiyle toplumu daha da sıkıştırarak ilerleyeceklerdi. Seçim kampanyasındaki terör tanımına uygun olarak, öteki gördüklerini demir ökçeyle ezmeye dayanan bir plan ya da eskiz vardı kafalarında. 31 Mart yenilgisi bu plan içinde bir fren vazifesi gördü.

Demokrasinin bir tren olduğunu, amaca vardıklarında o trenden ineceklerini söylemişti, hatırlarsanız Erdoğan. Bu söz, pragmatizmini yansıtması açısından ilginç ama ben demokrasinin değil de Erdoğan’ın bir hat üzerinde ilerlemek zorunda olan bir trene benzetilebileceğini düşünüyorum. Çoğulculuğa ve çoklu düşünmeye uygun olmayan bir kimyası var. Hoşgörü, diyalog, ikna gibi kavramlar ona çok yabancı. Hem ideolojik tedrisatı hem bireysel öyküsü, ona hayatın bir ayakta kalma savaşı olduğunu öğretmiş. Bu savaşın araçları güç ve kurnazlık. Zaman zaman kamuoyunun yumuşama, politika dönüşümü olarak yorumladığı manevralar, onun için trenin makas değiştirmesi, yeni kömür alması gibi taktik adımlardan ibaret. Örneğin, Avrupa Birliği’ne yanaşması, kendi yolundaki engelleri kaldırmanın bir aracı, Çözüm Süreci “seni başkan yaptırmayacağız”a kadar ömrü olan bir ittifak. Böyle çok örnek verebiliriz… Dolayısıyla, Erdoğan’dan yaptıklarının dışında bir eylem ummak nafile bir entelektüel fantezisi. Zaten bu beş günlük pratik neyin ne olduğunu herkese gösterdi. İktidar önce 2017 referandumundaki gibi, seçim günü bir oldubitti yaratmaya çalıştı. Muhalefetin özeni ve ısrarı bu yolu kapattı. Şimdi, Bahçeli’nin de desteğiyle muhalefeti yorgun düşürerek, yıpratarak 7 Haziran sonrası senaryoyu yeniden devreye almak istiyorlar. Asıl kritik soru herhalde önceki günkü Medyascope yayınında Ruşen Çakır’ın sorduğu soru: “Erdoğan ne yapacak?” değil, “Erdoğan ne yapabilir?”.

SEÇMEN EBEDİ YENİLGİ PSİKOLOJİSİNİ ÜZERİNDEN ATTI

O zaman öyle soralım: Erdoğan ne yapabilir?

Açık ve bariz bir yenilginin ardından Erdoğan ne yapabilir? Yumuşayabilir, sertleşebilir veya her şeyi bugünkü haliyle devam ettirmek isteyebilir ya da bütün seçeneklerin kombinasyonlarından bir tutum üretmeye çalışabilir.

7 Haziran’da da yıkıcı bir mağlubiyetle karşılaşmıştı. O tarihte karşısında basireti bağlanmış bir muhalefet ve elinde yeni bir politika üretebilecek manevra alanı vardı. Bu sayede bir yıpratma savaşına girerek siyasi yenilginin sonuçlarını kontrol edebildi. Deminki meseleyi bir daha vurgulayayım. Ortalama yurttaş ve dolayısıyla onları temsil eden siyasetçiler “yok artık bu kadarı da olmaz” gibi bir düşünceyle yaklaşıyorlar ve Erdoğan’ın yapabileceklerinin sınırını kavrayamıyorlar. Bu da Erdoğan’a büyük bir sürpriz hamle yapma imkânı veriyor ya da veriyordu. Kaybı kazanca çevirme hikâyelerine bakarsanız, hep atı alanın Üsküdar’ı böyle geçtiği bir sahne görürsünüz. Şu anda ise, muhalif seçmen yeterince deneyimli ve kararlı olduğunu gösterdi. Her şeyden önce ebedi yenilgi psikolojisini üzerinden attı. Her ne kadar Kılıçdaroğlu atamış olsa da İmamoğlu, CHP ortalamasını fersah fersah aşan bir dirayet sergiledi. Ayrıca, iktidarın müdahale kapasitesi de bu birkaç yıl içinde iyice daraldı. Artık kendi çekirdek tabanını bile ikna edemez halde. Yani kolayca geri çevrilecek bir yenilgiyle değil, toplumsal koşulların değişmesi ve iktidarın rıza üretme aygıtlarının tükenmesiyle karşı karşıyayız. Toplum, ülkenin çıkarıyla, yönetenlerin çıkarının ayrı çizgiler olduğunun iyice farkında. Dolayısıyla, iktidar alıştığı yöntemlerle bugünkü krizine çözüm üretemeyecek durumda.

ERDOĞAN’IN KIRA DÖKE GİRDİĞİ PATİKA ONU KENDİNE BAĞIMLI KILDI

Bahsettiğiniz seçenekleri biraz açalım mı?

Sesli düşünelim. Yumuşarsa ne yapacak? Fazıl Say gibi birkaç “muhalif” sanatçıyı daha ziyaret etme veya eleştiriler için daha az dava açma dışında pek malzemesi yok sanki. Bu tür içeriksiz jestler belki beş yıl önce bir karşılık bulabilirdi ama şimdi kimsenin ilgileneceğini sanmıyorum. Bugün toplumsal muhalefeti tatmin edecek yumuşama ancak geniş bir mutabakat temelinde olabilir. Lakin ne Erdoğan’ın fıtratı buna müsait ne de tek adamın otoriter yönetimine göre oluşturulan yeni rejim. Ayrıca böyle bir uzlaşma kısa sürede iktidarın dağılmasına da yol açabilir. Yani beka kâbusu gerçek olur. Bir kez bir yola girer ve yeterince ilerlerseniz geri dönüş olanağınız kalmayabilir. O yolun gereklerine uygun düşünürsünüz ve sizi hedefe ulaştırmasını umarsınız. Bu duruma ekonomi kuramında “patika bağımlılığı” deniyor. Erdoğan’ın kıra döke girdiği patika artık onu kendine bağımlı kıldı. Bambaşka bir yol deneme olanağı kalmadı.

Sertleşirse, bugüne kadar yaptıklarından fazla ne yapabilir? Seçimlerde açık bir yenilgi almasaydı muhtemelen toplumsal ve ekonomik krizle başa çıkmanın yolunu sertleşmede arayacaktı. Oysa seçim sonuçları bu alanı daralttı. Kendi seçmenlerinden hatırı sayılır bir bölüm sandığa gitmedi veya Ankara ve İstanbul’da olduğu gibi muhalefete oy attı. İktidara karşı verilen oylar nobranlığa, hoyratlığa, kibre karşı da verildi. 31 Mart’ta sadece belediyeleri değil, dokuz yıldır kurmaya çalıştığı milliyetçi-muhafazakâr evrenin sarsılmaz lideri imgesini de kaybetti Erdoğan. İçinde olduğu patika onu her şeye rağmen sertleşmeye sevk edebilir ama bu tercih, Marx’ın deyimiyle 'salto mortale' olacaktır.

Her şeyi olduğu gibi sürdürme seçeneği ise, yenilgiye yol açan uygulamaların onayı anlamına geleceği için en zayıf ihtimal. Böyle bir durum kitlesinin gözünde Erdoğan’ı kaybın yegâne müsebbibi olarak gösterecektir. Her şeyden önce bu yükün altında ezilmek istemeyecek, “reis bir şeyler yapıyor” algısına oynayacaktır.

Dördüncü seçenek olan sert ve yumuşak politikaların bir arada kullanılması en güçlü senaryo galiba. 7 Haziran’dan bu yana karşısında bir muhalif blok oluştu ve giderek büyüdü, konsolide oldu. Kendi lehine denge korunabilseydi bu durum rahatsızlık yaratmazdı. Ama bir yandan muhalefet büyük şehirlerde yekpare davranıp genişledi. Diğer yandan HDP’nin seçmeniyle olan bağı devam etti. İktidar bloku nekroz halindeyken, muhalefet bloku canlı ve büyüme eğiliminde. Üstelik korku duvarı da aşıldı. İyi Parti, CHP ve Saadet’i HDP’nin yanında göstermek ve hepsini terör üst başlığında toplamak derdine derman olmadı. Bu cepheyi dağıtması ve MHP’deki kendi aleyhine büyümeyi durdurması gerek. Bunun şu an için yegâne yolu, seküler seçmenle Kürt seçmeni birbirinden ayırmaktan geçiyor. Bir gruba daha yumuşak davranırken diğer kesime daha sert davranması ve bunları yaparken birbirlerine düşmelerini sağlayacak sinir uçlarıyla oynaması muhtemel. Böylece düşüş hızını yavaşlatmaya çalışacaktır.

İSTANBUL ERDOĞAN’IN ÖYKÜSÜYLE ÖZDEŞ

İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerin kaybedilmesinin AKP için ne anlama geldiği konusunda değerlendirmeniz nedir?

Yazılan, söylenen çoğu tespite katılıyorum. Öncelikle AKP’yi bugünlere getiren büyük bir rant kapısı kapanıyor. Bu sadece basit bir para-kaynak meselesi değil. Medya, eğitim, vakıflar, kültür gibi ideolojik aygıtlara, özellikle Fethullah’la ayrıştıktan sonra, çok yatırım yaptılar. Bütün bu kurumlar iki belediyenin sırtından var oluyorlardı. Şimdi o proje baltalanıyor. İktidarın çeperinde oluşan yeni sermaye ağı Çevre ve Şehircilik, Ulaştırma Bakanlıkları ve İstanbul Belediyesi etrafında yapılanmıştı. Hazinenin tamtakır olduğu bu dönemde rant yaratma kapasitesiyle en verimli ayak olan İstanbul Belediyesi elden gidiyor. Politik anlamı zaten çok açık, Erdoğan’ın öyküsüyle özdeş. Oradan geldiğini biliyor ve oradan gideceğini görüyor. Ayrıca İstanbul’un İslamcı siyasal anlatıda kurucu bir anlamı var. Muhafazakâr tarih açısından, “kâfire” karşı yapılan en büyük cihat İstanbul’un alınması. Bu fetih 1994 seçimleriyle ikinci kere gerçekleşti. O dönemi yaşayanlar hatırlayacaktır, Erdoğan’ın belediye başkanlığı İstanbul’un yeniden fethi olarak dile getiriliyordu Milli Görüş çevresinde. AKP iktidara geldiğinde fetih kutlamalarını sürekli Cumhuriyet kutlamalarıyla yarıştırdı. Şimdi bu sembol çatırdıyor.

ŞU ANDA İSTANBUL İÇİN BİR YIPRATMA SAVAŞI VERİYORLAR

Son olarak; Yerel seçimler öncesi toplumda AKP için kaybetseler de gitmezler diye genel bir argüman vardı. Şimdi İstanbul ve Ankara üzerinden seçimle giderler mi gitmezler mi tartışması yeniden alevlenmeye başladı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Onlara kalsa elbette gitmezler. Oy almak için on dört yaşında öldürülmüş bir çocuğun annesini yuhalatan, insanlık suçu bir katliamı on binlerce kişiye izleten bir anlayışın, seçimi kaybettiğini gördüğünde “eyvallah” diyeceğini düşünemeyiz. 7 Haziran’da muhalefetin pısırıklığı sayesinde gitmediklerini gördük. Sadece gücü gönüllü devretmek değil, gücü ucundan kıyısından paylaşmak bile siyasal İslama uygun değil. Onu da Gezi’de gördük. Şu anda İstanbul için Erdoğan’ın geride durduğu, uygun koşulları bulduğunda öne çıkacağı bir yıpratma savaşı veriyorlar. Neyse ki gitme kararı sadece onlara kalmıyor. Modern toplumda siyaset iyi kötü kuralları belirlenmiş özneler arası bir alan. Zamanı gelmişse istemeden de gidersin. “Kaybetseler de gitmezler” argümanının istenci, özneyi dışlayan pasif nihilist bir yanı var. Bu güçsüzlük hissinin tuzağına düşmeden, gitmeleri için elden geleni yapmak gerekir. İki seçimdir Demirtaş’ın kısıtlı koşullarına rağmen yarattığı muazzam siyasi etki herkes için iyi bir örnek oluşturuyor.