Barbarca laflar edemezsin…
“Kardeşiz” demeye gerek yok, en çok dile getirenin dahi hayatında karşılığı olmadığı sevgi sözcükleriyle anlatmaya da gerek yok. Kabul etmek gerekiyor; kapitalist düzen kusursuz iyilikler için kimseye imkan vermiyor, vermeyecek de. Fakat göz göre göre barbarca laflar edemezsin.
“Şehrin büyük meydanlarından birine gittiğinizi düşünün. Artık yalnız olmazdınız: Mekan insanlarla dolu olurdu. Ama yalnızlık hissederdiniz -muhtemelen şiddetli yalnızlık. (…) Yalnızlığın son bulması için diğer insanların yanı sıra bir şeye daha ihtiyacınız var, her iki taraf için de anlam taşıyan bir şeyi paylaştığınızı hissetmeye. Her iki tarafın da anlam ve değer atfettiği herhangi bir şeyi birlikte yaşamanız gerekiyor.”
(Johann Hari, Kaybolan Bağlar)
“Yabancı” kavram olarak yeni bir icat değil. Kültürle şekillenmeye başlayan binlerce yıl öncesindeki ilkel insan için de yaşadığı bölgenin birkaç kilometre ötesinde yaşayan insanlar yabancıydı. Doğada karşılaştıklarında aynı bugün gibi yabancı ve hatta düşman olarak gördüler birbirlerini. “Sınırları biz çizmedik” denilir. Esasında pek öyle değil… Sen, ben değil belki ama evveliyatı var.
Burdan bakınca mesafeli olmak, bilmediğine yanaşmamak, hemen öyle sıcak ilişki kurmamak antropolojik bir gerçeklik. Irkçılık, faşizm sonra sonra kartopu misali buralara geldi. Doğada birbirine baltayla saldıran ilkel insana karşılık gaz odaları, atom bombası icat edildi.
İDEALE YAKIN KAMU HAYATINI KURMA YÜKÜMLÜLÜĞÜNDEYİZ
Benzer mukayeselerle bugünün dünyası, düne göre daha kötü ya da daha iyi diyemeyiz. Fakat ilkel insanın zihnindeki kısacık geçmişten çok daha uzun bir geçmiş bilgimiz var, adına “Tarih” dediğimiz. Baltasıyla saldıran ilkel insan bu işin sonunun nereye varacağını bilmiyordu. Biz biliyoruz. Bu yüzden ideale yakın kamu hayatını ve toplumu kurma yükümlülüğümüz var. Bunca geçmiş bilgisiyle, akıl melekelerini yitirmeyen her birey için bu aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), 2018 yılı itibarıyla dünyada 70 milyon 800 bin kişinin yerinden edildiğini kaydetmiş. UNHCR'a göre 2018 yılı için bu rakamın artmasının nedenleri, Etiyopya'daki etnik çatışma ve Venezuela'daki ekonomik çöküş. 2016 yılı başından beri Venezuela'dan 3,3 milyon kişinin kaçtığı düşünülüyor.
Ülkeler içinde en çok yer değiştirenler, 9 yıla yakın iç savaşın sürdüğü Suriye ve uyuştucu temelli şiddetin görüldüğü Kolombiya.
Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Göçmen Hakları Bölümü Başkanı Elora Mukherjee, ABD- Meksika sınırında, 12 yıldır devletin gözetim kamplarında tutulan göçmen aileler ve çocuklar için şunu söylüyor: "Şu ana kadar hiç Teksas'ta gördüğüm kadar insanlık dışı ve alçaltıcı koşullar görmemiştim.” ( https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48774410 )
VARLIĞINI HİSSETTİRMEDEN VAR OLMAYA ÇALIŞAN MÜLTECİLER
Varlığını hissettirmeden var olmaya çalışan mülteciler, sığınmacılar dünyada bir yerlerde tutunmaya çalışıyor. Yer belirsiz, yarın belirsiz, bir ömrün tecrübe edeceği en kötü şeylerden biri yersiz yurtsuzluk. Akdeniz sularında kaybolan, Avrupa’ya varmak için dağlarda donarak ölen, sayıları 90 bini bulan kaybedilen Suriyeliler istatistiklerde yerini aldı. Dünya böyleyken, istatistiklere girmeyen hikayeler aslında hepimizin tahmin edebileceği şeyler. Kadınların, çocukların bilmediği ülkelerin şehirlerinde neler yaşadığını düşünmek bile can yakıcı.
Çetelerin birbirine karıştığı, kimin ne olduğunun tam anlaşılamadığı bir coğrafyada savaşmak istemeyen kimseyi savaşa gönderemezsin. Talan edilmiş, medeniyetin sıfırlandığı, her bir evin viraneye döndüğü bir ülkeye git diyemezsin. Çoluk çocuk insanları çöl ortamından hallice kuş uçmaz, kervan geçmez “Güvenli bölgeler” adıyla kurulmuş kamplara gönderemezsin. “Savaş bitti” deniliyor. Daha yeni birkaç ay önce İdlib'den, Suriye-Rusya bombardımanından kaçan 36 bin kişi Türkiye sınırındaki kamplara akın etmişti. Sınırlara yığılan insanları ölüme terk edemezsin.
“Kardeşiz” demeye gerek yok, en çok dile getirenin dahi hayatında karşılığı olmadığı sevgi sözcükleriyle anlatmaya da gerek yok. Kabul etmek gerekiyor; kapitalist düzen kusursuz iyilikler için kimseye imkan vermiyor, vermeyecek de. Fakat göz göre göre barbarca laflar edemezsin.
HAYATI YAŞANABİLİR KILAN JESTLER
Evet, tüm bunların yanında düşünülmesi gereken başka konular var. İnsan seli şeklinde yer değiştirmelerin yakın gelecekte dünyayı nasıl değiştireceğini öngörmemiz mümkün değil. Ülkelerin adları bile değişebilir. Mültecilerin, sığınmacıların, yerinden edilenlerin tüm dünyaya yayıldığı, resmi sınırlar dışında küçük başka sınırların yaratıldığı, kozmopolit sözcüğünün anlatmaya yetmediği günümüz dünyasında, olası kurulabilecek bağlar için şeffaf perdelere ihtiyaç olduğu da aşikar. Alışkanlıkların, tecrübelerin, kültürel kodların farklı olmasından korkulmadan fakat nezaket sınırları ihlal edilmeden, özenle alınmış mesafelerle kurulacak bir ilişki biçiminden bahsediyorum.
Farklı alışkanlıklar, farklı hayat tecrübelerinden gelen insanların tez elden kaynaşmasını beklemek, o çok zikredilen sözcük “entegre” olabilmelerini sağlayabilmek; en az dünyanın iyi bir yere doğru gittiğini düşünmek kadar gerçekdışı olabilir. Kastım, bir arada yaşanamayacağını söylemek değil. Tabiki de yaşanabilir. Kaldı ki, gelinen noktada zaten bu zorunlu olan.
HENÜZ ÇÖZÜMLER ÜZERİNDE KONUŞULMUYOR
Sevilay Çelenk, bir kaç gün öncesindeki yazısında ( https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/07/25/ahlakli-bir-hayatin-resmini-cizebilir-misin/ ) “Ahlâk karşılıksızdır. ‘Ahlâk, hakkında hiçbir şey soramayacağımız bir jestle başlar.’ Bu, su gibi duru ve güzel cümleyi, Ágnes Heller söylüyor” demişti ve eklemişti: “… bir gün biz de sığınmacı, göçmen, mülteci olacağımız için, böyle bir ihtimal bulunduğu için değil, karşılıksız bir biçimde ‘yersiz yurtsuz kılınmış’ herkes için, kimse yersiz yurtsuz kalmasın diye sorumluluk almak zorundayız. Bu varoluşsal nitelikte ahlâki bir seçimdir.”
Devlet politikalarını aşan bir hayatı inşa etmek bir hayli zor. Yine de hayatı yaşanabilir kılan jestleri ihmal etmeden yaşamak herkes için şifa. “Günaydın” demek, “yabancının” yemeklerini merak etmek, zanaatlerini incelemek, Arapça bir kaç kelime öğrenmek- telaffuz etmeye çalışmak, sıradan şeylerden konuşmak… Böyle böyle tanımaya başlamak zor olmamalı. Anılar biriktirilmeli. Yazının girişinde söylenildiği gibi; “Anlam ve değer atfedilen herhangi bir şeyi birlikte yaşamak gerekiyor.”
Holdingleşmiş medyanın dışında kalmayı tercih eden, her bir gazeteciye iş düşüyor. Siyasetin içinde, egemen olanla mücadele eden vekillere iş düşüyor. Yazılan her satıra, söylenilenlere dikkat etmek gerekiyor.
Öbür yandan ezilenlerin hiyerarşisinin görülebileceği bir zemin de oluşmak üzere. Kürtler, Çingeneler, Ermeniler, Aleviler… Her biri kendi içinde başka içeriklerle tanımlanmış, işaretlenmiş. Yeni ezilen eski ezilenin elinden işini aldığında neler olacak? Örneğin; inşaatlarda, mesaisi bütün ömrü bitirecek kadar acımasız olan konfeksiyonlarda, şehrin çeperlerinde çalışan Kürtlerin yerine geçen Suriyeliler’i en çok kim sevmeyecek? Misal bu soruya yanıtım, “Sermayenin tepesinde olan insanlar” değil. Gelinen yerde, sömürülenleri düşünerek çözümler üretmeye çok daha fazla ihtiyaç var fakat henüz çözümler üzerinde konuşulmuyor.