Oliver Decker: Irkçılık yükselmedi ama artık daha tehlikeli
Almanya'da geçen hafta yaşanan ırkçı saldırıyı değerlendiren, Leipzig Üniversitesi Aşırı Sağcılık ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi Direktörü Oliver Decker: “Nargile cinayeti” başlıkları bile ırkçı güdülerin odağını ve burada üzerinde derinlemesine düşünülmesi gerektiğinin göstergesi. Polis, anayasa koruma dairesi ve askeriye gibi devlet teşkilatlarında gündelik ırkçılık yaşanıyor.
KÖLN - Almanya’da ırkçı ve faşist hareketlerin yükseldiğine dair haberlerle bir kaç yıldır daha sık karşılaşıyoruz. Özellikle Irak ve Suriye savaşları sonrasında Almanya’nın bir anda hızlı bir göç alması bu yükselişin nedenlerinden biri olarak gösterildi. Göç, sosyal ve ekonomik sorunlar, merkez sağa ve sola duyulan güvensizlik ve dünyadaki genel siyasi durum, ırkçı söylemleriyle gündeme gelen Almanya İçin Alternatif Partisi'nin (AfD) güçlenmesinin görünür nedenleri oldu. AfD, Almanya’da ırkçılığı legalize eden, ırkçıların sesini politik hayata taşıyan bir parti olması nedeniyle de yaşanan saldırılar sonrası en çok eleştirilen adres.
Oysa ırkçı cinayetler AfD ile başlamadı. Solingen saldırısı ve NSU cinayetleri, AfD siyasette yokken yaşandı. Ancak son bir kaç yılda bu saldırıların sayısının arttığı da bir gerçek. Vali Lübcke cinayeti, Halle’de bir sinagoga yapılan saldırı ve son olarak 19 Şubat akşamı Hessen eyaletindeki Hanau kentinde nargile kafelere Tobias R. isimli bir kişinin gerçekleştirdiği silahlı saldırı ülkeyi derinden sarstı. Bu son saldırıda 9 kişi hayatını kaybetti.
Almanya’da yaşanan bu gelişmeleri, ırkçılığın yükselip yükselmediğini ve Hanau saldırısını, Leipzig Üniversitesi'ne bağlı Aşırı Sağcılık ve Demokrasi Araştırmaları Merkezi Direktörü ve aynı zamanda Toplumsal Değişim ve Modern Tıp Araştırma Birimi Başkanı, Tıbbi Psikoloji ve Tıbbi Sosyoloji Anabilim Dalı uzmanı Dr. Oliver Decker ile konuştuk:
Hanau'da yaşanan saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hanau'da yaşanan terör dehşeti bir çeşit paradoksal sürpriz oldu. Temel olarak, son yıllarda aşırı sağın radikalleştiği gözlemlendi. Aynı zamanda araştırmalarda aşırı sağcıların şiddet kullanmaya hazır bir tutum sergileyebilecek düzeye geldikleri de belgelendi. Öte yandan biz de örgütlü aktörlerin daha radikal olduklarını görebildik. Tartışmalarda silah kullanarak nabız yoklamaya çalıştıkları çok açıktı. Atış eğitimi aldıkları biliniyor. Artık yönelimleri sadece sokakta şiddet değil. Silah satın alımlarıyla hedeflerini daha da genişlettiler. Bu bilgilerden dolayı saldırı ilk başta sürpriz olmadı. Ancak ırkçılık nedeniyle nasıl bir soğukkanlılıkla, burada bu kadar çok insanın öldürüldüğünü ve nasıl sonuçlar ortaya çıkabildiğini görmek bir şoktu. Her ne kadar adım adım gidişata bakılarak hiç akla getirilemez olmasa da, yine de çok kötü bir olaydı ve etkisi de son derece sert oldu.
AfD'nin ırkçılığın yükselmesinde nasıl bir rolü olduğunu düşünüyorsunuz?
AfD'nin geçmişte gördüğümüz aşırı sağın söylemlerini ve saiklerini parlamentolara taşıdığını ve bunu da sadece sebeplerini haklı gösteren bir biçimde değil, politik hasmın meşruluğunu hiçe sayan ve demokratik sistemin devrilmesini bekleyen bir biçimde yaptıklarını tespit etmek durumundayız. AfD, ırkçı söylemleri kendi flamasına yazmıştır. Irkçılara var olabilecekleri politik bir platform verdi. Parti, hem ırkçı düşünceleri ve bunların esaslarını, hem de tartışmalarda takındıkları saldırgan tonu kullanıyor. Bununla birlikte, araştırmalarda aşırı sağcı sayısının artmadığının, ama daha radikalleştiklerinin ortaya çıktığı da unutulmamalıdır. Bu radikalleşme, AfD'nin aşırı sağ kanada uzun vadede başarıyla yerleşebilmesini desteklemiştir. Parti, radikalleşmeyi gereklilik adı altında meşrulaştıran bir ideolojik bakış açısıyla sunuyor. Bu yüzden AfD'nin burada meydana gelen saldırıda sorumluluk payının olduğunu düşünüyorum. Saldırganın bu güdülerinin olduğunu söylemiyorum, ancak bu argümanları gerçekleştirmek için doğru zaman olduğunu gördü. AfD bu ırkçı motifleri uzun süredir taşıyor. "Zamanın, harekete geçme zamanı olduğunu" söylüyor ve bu bakımdan Hanau'da olanların sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Bununla birlikte sadece AfD'nin değil, aynı zamanda diğer partilerin, kamunun ve medyanın da eleştirel olarak yeniden düşünülmesi gerekiyor; çünkü basında suikastlardan sonra ortaya çıkan tepkileri görüyoruz. Örneğin, “Nargile cinayeti” başlıkları bile ırkçı güdülerin odağını ve burada üzerinde derinlemesine düşünülmesi gerektiğinin göstergesi. Medya bu cinayetleri belirli bir kesime, mesela belli bir görünüşte olan insanlara ya da genel olarak göçmenlere bağlamaya çalışarak, aslında yapılmış olan ırkçı terörü de ikiye katlamış oluyor. Ayrıca örneğin Hessen eyaleti AfD temsilcileri basın açıklamasında, bu tür nargile kafelere öfke duymanın 'anlaşılabilir' ancak şiddet kullanmanın yanlış olduğunu söyledi. Bu durumda halkta ırkçı düşüncenin ne kadar temele nüfuz ettiğini tahmin edebiliriz. Bu sadece AfD'nin üstlenmesi gereken bir sorumluluk değil, bu Federal Almanya Cumhuriyeti'nde temel bir sorun.
Hanau saldırısı sonrasında medyanın mikrofonu AfD’li temsilcilere uzatması kamuoyunda tepki topladı. İnsanlar sosyal medyadan tepkilerini ‘Onların düşüncesini bilmek istemiyoruz’ diye yazdılar. Sizce medya mensupları AfD'yle bu konu hakkında konuşmalı mıydı veya konuşmak zorunda mıydı?
Elbette düşünce özgürlüğü paha biçilemez ve önemli bir değerdir. Ancak bu özgürlük, her yerde her zaman herkesi dinleme sorumluluğunu içermez. AfD'nin yerel ve merkezi parlamentolarda bulunmasından dolayı, parti halkın belirli bir kısmını temsil ediyor. Bu durumda bu partiye karşı nasıl bir tutum takınılacağı da bulunmak zorundadır. Bu yüzden gazeteciler için zor bir durum olduğunu ben de kabul ediyorum: Kimin, ne zaman, hangi düşüncelerini aktarmalılar? AfD'nin medyadan tamamen dışlanabileceğine inanmıyorum. Ancak ırkçı cinayetlerden sonra bu partiye kendini açıklaması için sahne verilmesini garip buluyorum.
Almanya’da ırkçılıkla mücadele önlemleri sizce yeterli mi? Değilse, ne gibi önlemler alınmalı?
Irkçılık konusunda -bu antisemitizm için de geçerli- Almanya'da fikri düzeyde bir 'yanlılık' olduğunu görüyorum: Temelde Federal Almanya Cumhuriyeti'nde ırkçılığa ve antisemitizme ‘hayır’ diyen büyük bir çoğunluk var. Ancak bununla birlikte gündelik ırkçılık ve antisemitizm tartışmaları da zor. Günümüzde çok az kimse kendini ırkçı veya antisemitik olarak tanımlayacaktır. Ama çoğunluk, kendi kafasındaki ırkçı önyargıların farkında değil. Hâlihazırda bulunan toplumsal kaidelerden dolayı, kafalardaki bu ırkçı düşünceleri söze dökmek zordur. Bence bu sorunla çalışabilmenin tek yolu, aşırı duyarlı olup kurbanların başından geçenlere büyük önem göstermektir. Ama bu yol anma günlerinde saygı duruşuna geçip, konuşma yapmakla değil, toplumda ötekileştirilmeye çalışılan ve ötekileştirilen kesimlerin seslerine yer vermekten geçer. Göçmen ya da Yahudi perspektifini anlayabilmek için, hâlihazırdaki tartışma ortamına diğer görüşlerin daha belirleyici ölçüde girişi sağlanmalıdır. Böylelikle bahsettiğim günlük hayatta derinlemesine kökleşmiş ırkçılığın önyargılarının farkına varılabilmesi mümkün olacaktır. Elimizdeki tek şans budur. Şu anda yükselen imdat çığlıkları bence çözüm getirecek bir konsept değil. Bu tür olaylar vuku bulduğunda, klasik konseptler tozlu raflardan indirilir. Aynı şekilde siyasetin değiştirmesi gereken bir şeymiş gibi yapılmaya çalışılır. Bu yöntemler bir işe yaramaz. Zaten her insanın peşine polis taktığımız bir toplumda yaşamayı kimse istemez. Sivil toplumda derinlemesine sürdürülecek bir tartışma başlatılması gerek. Bunun da gerçekleşebilmesi için, evvela göçmenlerin tartışmalarda yer alabilmesine zemin hazırlanması ve ardından da göçmen gerçekliğinin çok yoğun bir şekilde tartışılması lazım.
Devlet sizce ırkçılıkla veya aşırı sağla yeteri kadar mücadele ediyor mu?
Devlet nezdinde ırkçılığa karşı yeterince savaşıldığını düşünmüyorum. Görüşleriyle toplumun aynası niteliğindeki polis, anayasa koruma dairesi ve askeriye gibi devlet teşkilatlarında da yine, biraz önce belirttiğim gündelik ırkçılık yaşanıyor. Öyleyse devlet organizasyonlarında çalışanların içinde de, toplumda bulunduğu kadar ırkçı ve antidemokratik önyargı ve düşünceleri olan memurlara rastlıyoruz. Hatta ben bu kurumlarda yüzde olarak toplumdakinden daha fazla ırkçı tutumda insan olduğunu düşünüyorum. Ama bu teşkilatlarda bu konuda tartışma ya da fikir alışverişi hiç olmaz. Dışarıya karşı yalıtım vardır. Diğer Avrupa ülkelerindeki modelleri örnek alınır buluyorum: Örneğin Büyük Britanya'da polis teşkilatı içinde kendi meslektaşlarıyla ırkçılık konusunu konuşmak, tartışmak için belirlenmiş yine polis görevliler var. Ama bizim ülkemizde bahsettiğim kurumlarda bu konu gündeme geldiğinde, hepsi alerjik reaksiyon gösteriyor ve tabuymuşcasına konuşmaktan çekiniliyor. Hatta bu problem yoğun şekilde inkâr ediliyor. Şu anda İçişleri Bakanı Seehofer'nın takındığı tavrı samimi bulmuyorum, çünkü geçmişte Maasen'ı (Eski Federal Almanya Anayasayı Koruma Dairesi Şefi) oldukça desteklemişti.
Almanya'da aşırı sağ teröründen bahsedildiğinde, hemen aşırı sol da gündeme getirilmeye çalışılıyor. Hanau saldırısından sonra da kimi yetkililer hemen ‘sağ veya sol terörün hepsine karşıyız’ mesajları verdiler. Bu konuda görüşleriniz nedir?
Almanya'da 'aşırı sağ'dan bahsedince, 'aşırı sol' yankısının geri gelişi ilginç bir fenomen: Bu davranış sayılara dayalı bir mantık değil, çünkü 1990 yılından beri Almanya'da sağ terörden dolayı 200 kişinin öldürülmüş olmasına rağmen, soldan gelebilecek tehlikeler de bunlarla bir tutulmaya çalışılıyor. Geldiğimiz noktada bu problemin bir parçası görünür oluyor: Sağdan gelen tehlikenin inkârı! Bunun nedeni, bu kesime gizli sempati duyulduğundan mı, yoksa gerçek olamayacağı endişesiyle hasıraltı edildiğinden mi bilemeyiz, genelleyemeyiz. Bu, o olaya bağlıdır. Yıllardır sağ şiddet, çeşitli aşırılıklardan birisiymiş gibi görülerek ve herhangi bir aşırılığa eşdeğer tutularak meşrulaştırılmaktadır. Buna, yine aşırı sağ ile eşdeğer tutulan yabancı düşmanlığı da dâhil. Bunun en yeni örneği Meuthen, (Jörg Hubert Meuthen/AfD’li politikacı) yaptığı açıklamada ırkçı cinayetleri politikadan yalıtmaya çalışarak 'sağ ya da sol terör'den bahsetmiştir. Ama burada yalnız değil. Federal İçişleri Bakanı Seehofer da Halle'deki suikastlardan sonra gördüğümüz gibi aynı şeyi yaptı. Hem sol hem de sağ cenahtan antisemitizme karşı parolalar atılmasına rağmen, sadece sağdan antisemitik şiddet gelmektedir. Bu sadece can sıkıcı bir unsur olmakla kalmıyor, aynı zamanda ırkçılık tartışmasının ortaya çıkmasının da önünde duruyor.
Durum böyleyken başka suikastler, saldırılar beklemeli miyiz?
Başka suikast olasılığının büyük olduğundan yola çıkmalıyız. Sadece Hanau'da olanları canlı tutmak için önümüzdeki bir, iki haftada artçı saldırıların olma olasılığı yüksek değil, genel olarak sağdan gelebilecek şiddet olasılığı -özellikle iki yıldır yükselmekte olduğundan- önümüzdeki aylarda hatta önümüzdeki yılda da oldukça yüksek. Çünkü aşırı sağda iyi bir iletişim ağı örüldüğünü, silahlandırmaya gidildiğini, tüm güçlerin mobilize edildiğini ve kısmen orduya, polise ve anayasa koruma dairesine kadar varan ve iyi işleyen bir yapı ya da bağlantılar olduğunu biliyoruz. Benim umudum, vali Lübcke ve Halle cinayetlerinden sonra, geç de olsa siyasette yeni rüzgârlar esiyor olması.
Bir başka sorgulanan konu da yükselen aşırı sağ nedeniyle Almanya demokrasisinin durumu oldu. Sizce Almanya demokrasisi tehlikede mi?
Bence değil. Büyük kısım, açık, liberal ve çoğulcu bir toplumdan yana ve bu siyaset yaklaşımının oldukça itibar gördüğü bir zamandayız. Toplumda kutuplaşma ve aşırı sağda radikalleşme var, evet. Ama diğer politik çevrelerde demokrasiye hâlâ güçlü bir inanç var. Buradaki tehlikenin büyük olmamasının nedeni, siyasi sistemimizde başkanlık prensibi olmamasıdır. Çoğunluk sistemine göre seçim hakkı yerine nispi seçim hakkı olduğundan ve Almanya federal bir yönetim biçimine sahip bulunduğundan, şu anda demokratik durum sabit. Ancak demokrasinin ihtiyacı olan politik havanın bozulmasından endişe duymalıyız, çünkü başta AfD olmak üzere politikaya kin ve nefret taşınmıştır.
Toplumda 'Yabancı kimdir' sorusunun cevabı nedir?
Almanya'da yabancı düşmanlığı yani, göçmenlerin aşağı görülmesi oldukça yüksek seviyede seyrediyor. Toplumun yüzde 20-30'u, (anketin yapıldığı zamana göre bazen yüzde 50’ye varan kesimi) ırkçı önyargıları ve milliyetçi düşünceleri paylaşıyor. Almanya sathında yaptığımız anketlerde, "Sizce Federal Almanya Cumhuriyet'i yabancı oranından dolayı yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıya mıdır?" diye sorduğumuzda, buna olumlu cevap verenlerin sayısı yüksek. Yüzde 60 ise, "Yabancılar kimlerdir?" sorusuna, "Türkler" cevabını vermektedir. Doğu Almanya'da bu değer biraz daha düşük (yüzde 50), çünkü bölgede daha çok Polonyalı, Çek ve Rus yaşıyor. Müslümanlığın da yine halkın büyük kısmının kin ve nefretini üzerine çektiği anlaşılıyor. Anketlere göre toplumun yüzde 50'si Müslümanlık karşıtı düşünceler paylaşıyor.
Bir Alman için 'Alman' kimdir? Ne zaman bir Alman bir göçmeni Alman toplumunun 'gerçek' bir parçası olarak kabul eder?
Bu konuda bir değişim gözlemliyoruz: Uzun vadeli bir araştırma olan "Allgemeine Bevölkerungsumfrage der Sozialwissenschaften" 1996, 2006 ve 2016 yıllarında halka, "Kim gerçekten Alman’dır? Hangi ölçütler yerine getirilmiş olmalıdır?" sorularını sordu. 1996'da halkın yüzde 60'ı kökenin önemli olduğunu söylerken, on yıl sonra bu oran yüzde 30'a ve oradan da 2016'da yüzde 16'ya kadar düştü. Bu sevindirici bir gelişme. Artık 'kan' teriminin vatandaşlık düşüncesinde o kadar ön planda olmadığını görmemize rağmen, geçmişte soy üzerinden kurgulanmış olan etnik teori kavramının günümüzde hâlâ önemli olduğunu saptıyoruz. Aynı ölçüde başka kavramlar ön plana geçti, örneğin dili konuşabilmek. Bu doğrultuda sorulan kişilerin yüzde 90'ı Almanca konuşabilirliği, olası bir "Alman olma"nın önkoşulu olarak görüyor. Bu ikisi 'yabancı' ve 'bize ait' ölçütlerini birbirinden ayırırlar ve ikisi de etnik bir aidiyeti tanımlarlar. Ama ben yine de, yüzeysel ve burjuva olmasına rağmen, ırkçı bir kıstas olmadığından, bunu bir gelişme olarak değerlendirmek isterim. Ancak bu tür şartları koyanların genelde yine de önyargılı ve hatta nefret duygularının ve ırkçı eğilimlerinin olduğunu da unutmamalıyız.