'Sakine Cansız olmasa Zehra Doğan da olmazdı'
Araştırmacı Seval Dakman, 'Sanat, savaş ve dönüşüm: Militanlıktan, Kürt kadınlığına' isimli tezinde, Sakine Cansız’dan bugünlere ve kadın mücadelesine köprü kuruyor, ressam Zehra Doğan ile kurduğu analoji ile kadın mücadelesinin değişen ve değişmeyen yanlarını masaya yatırıyor. Kadın mücadelesinin eski/yeni enstrümanlarını konuştuğumuz Dakman, "Sakine Cansız olmasa, Zehra Doğan da olmazdı. Aralarında psişik bir köprü kuruluyor, zihinsel bir evrilme yaşanıyor. Kendi döneminin koşullarında ne olursa olsun inandığı değerlere feminizmi kaptırmadan mücadele etmiş kadınlar bunlar" diyor.
Jînda Zekioğlu
Seval Dakman, Sabancı Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesini, Sanat Tarihi’nden ders alarak bitirdi. Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler Bölümü’nde Sanat Antropolojisi yüksek lisansını tamamladı. Bu süreçte birçok sivil toplum kuruluşunda kadın çalışmaları yürüttü. “Kürt kadınların siyasal ve toplumsal dönüşümünde, sanat yeni bir ifade biçimi olabilir mi?” sorusundan yola çıkarak Demokratik Sanat kavramı üzerine çalıştı. Bir yandan hayallerinin peşinden gitmeye de devam etti. Diyarbakır’da doğup İstanbul’da büyüyen Dakman, dünyanın en önemli sanat galerisi zincirlerinden biri olan Carre d'Artistes’in Türkiye kurucusu.
Araştırmacı Seval Dakman, “Sanat, savaş ve dönüşüm: Militanlıktan, Kürt kadınlığına” isimli tezinde, Kürt hareketinin önemli isimlerinden Sakine Cansız’ın öldürülüş biçimini ‘ölü bedenler politikası’ ışığında yorumluyor. Cansız’dan bugünlere ve kadın mücadelesine köprü kuran Dakman, Ressam Zehra Doğan ile kurduğu analoji ile kadın mücadelesinin değişen ve değişmeyen yanlarını masaya yatırıyor.
Resmin, feminizmin, akademinin, Kürtlüğün, sanatın, kadınlığın orta yerinde renklenen; kendi cümlelerini kuran, ezberden değil içeriden konuşan Seval Dakman ile kadın mücadelesinin eski/yeni enstrümanlarını konuştuk.
Yola çıkışınızda ölümü tarihle birlikte okuma üzerine epistemolojik bir harita çiziyorsunuz. Ölümü bol bir coğrafya için bu, tarihi de baştan yorumlamak galiba...
Tarih kazananlar tarafından yazılmıştır. Krallıklar, ulus devletler, neo liberal sistemler... Azınlıkların, kadınların tarihini de kazananların dilinden okuyoruz. Sömürülenler de sömürenle kurduğu ilişki üzerinden kendini tanımlamış oluyor böylece. Antropolog Eva Domanska şöyle diyor: "Tarih mezarda başlar." Sömürülenlerin tarihinde ölümü yeniden yorumlayabilirsek, mevcut olan söyleme bir çelme takma şansımız da olabilir. Ölümü bol bir coğrafyada ölümün sembolik değerini, cenazelerin toplumsal hafızayı nasıl oluşturduğunu anlayamazsak mevcut sosyal ve politik söylemi yorumlama veya değiştirme şansımız olmaz. Ölü bedenin siyasi bir potansiyeli vardır, ölü bedenler suçun kanıtıdır. Dolayısıyla sömürülen toplumlarda ölüm toplumsal hafızayı ve toplumun sembolik değerler retoriğini oluşturur. Her ölüm tarihimizi oluştururken, geleceği inşaa eden siyasi söylemi yaratır. Ölümün tesiri geçmiş ve gelecek arasında sosyo-kültürel bir köprü kurarken bugünün resmi politik söylemlerini şekillendirir. Achielle Membee “Sömürge toplumlarda politik dil, ölümü kutsar” diyor. Dolayısıyla sömürge toplumunda bireyler, özgürlük günü gelene kadar birer yaşayan ölü oluyor. Ölüm bir düğün. Ölü beden siyaseti işte böyle üretime giriyor. Ölümün kutsandığı bir sistem ve özgürlük günü gelene kadar yaşayan bir ölü olmak. Her iki durumda da ölüsünüz!
Ölüm, sömüren ve sömürge edilen için önemli bir gözlem alanı. Sizce Kürtlerin toplumsal cinsiyet değerleri nelerdir? Bu değerler nereden beslenir, kim besler, büyütür ve dayatır? Bu kaynaklar da zaman içinde değişime uğramış mıdır? Aynı konuda ek olarak, kadının yaşamdaki varlığı ve ölme biçimi neden kadını kutsal ya da kurban yapar?
Kürtlerin toplumsal cinsiyet değerleri son 40 yılda, siyasi söylem ile yeniden şekillendi. Örneğin; siyasi kimliği olan ve örgütlü hareketin içinde “emanet” edilmiş olan bir kadına gece geç saatte eve geldiğinde nerede olduğu sorulmuyor. Kadınların özgürleşmek için siyasi hareketin içinde olmasından başka olanak tanınmıyor. Tabii siyasetin içinde olmak için ödenen bedeller de var. Eğer “dava” için kadınlığını, doğurganlığını, duygularını feda edebiliyorsa değerler piramidinin en üstüne çıkabilir. Çevresindeki bütün erkek bireyleri yönetebilir, onların ‘heval’i olmaya hak kazanabilir. Dava içerisinde feda ettiği kavramlardan herhangi birine zaaf olarak yenik düşerse değerler piramidinin en altına düşecektir. Aynı biçimde kadınlığından vazgeçmiş bir birey ölürken kutsal olacaktır. Ölümle evlenmiş olacaktır. Kadınlığından vazgeçmemiş birey ise kurban. Söz gelimi, gazetelerde her gün gördüğümüz haberlerde gece sokakta öldürülen “kadın” kurbandır. Ancak eril politik söylem içerisindeki değerler sistemine göre ölmüş veya öldürülmüş bir kadın ise kutsaldır. Kürt toplumunun toplumsal cinsiyet kodlarının da ölümle örüldüğünü görüyoruz. Değerler sisteminin en tepesinde savaş coğrafyasının bir sonucu olarak ölüm var. İşte bu nedenle ölümü anlamak, kültürel kodları, politik söylemi nasıl oluşturduğunu anlamak zorundayız.
'KÜRT HAREKETİ İLK DÖNEMLERİNDE FEMİNİZMİ KENDİ İÇİNDE ERİTTİ'
Sakine Cansız figürü sizce eril politik söylem içinde sizce nasıl rol buldu kendisine?
Sakine Cansız’ın Kürt mücadele tarihinin kadın hafızası olduğu biliniyor zaten. Yaşadığı dönemde militer ve siyasal oluşumu içerisinde feminist aktivist olarak yer bulmaya çalıştı ve bu anlamda çok direngen bir duruş sergiledi. Söylediklerinden çok eylemlerini doğru okuduğumuzda Kürt kadınlarına söylemek istediği çok şey vardı. Antropolog Begonia Aratxaga; “Bedenin üzerine uygulanan politik şiddetin cinsel farklılığın anlam haritasından çıkamayacağını söylüyor. Aynı hareketin içerisinde erkek ve kadın bireylerin ortak politik bilinçleri ve amaçları olması, cinsiyet farklılığından ötürü eylemlerinin farklı anlamlar üretebileceği gerçeğini değiştirmiyor. Cansız’ın cinsel farklılığını vurgulayarak örgütün içerisinde yer almak istemesi son derece rahatsız ediciydi, çünkü eril politik söylemde Sakine Cansız hizaya gelmiyordu. Yüzük takması veya kızıla boyalı saçlarını savurması sembolik değerde, kendi hareketinin içerisinde ki eril söyleme bir çelmeydi. Sakine Cansız’ın direnişinde bir maraz vardı… Bu maraz inandığı değerlere değildi, inandığı değerler içerisinde feminizmi yok etmek isteyen eril politik söylemeydi. Bu nedenle o yüzüğü çıkarmadı, kızıl saçlarını savurdu marazından.
Kürt hareketi ilk dönemlerinde feminizmi kendi içerisinde eritti, öncelik sırasına almadı oysa bu harekete en çok destek veren kadınlardı.
Peki ölüm, topluma nasıl bir tarihsel bilgi armağan eder? Cansız, eceli ile ölmedi. Bu biçimi ile Cansız'ın öldürülmesi, toplumda bir mutasyona sebep oldu mu?
Sömüren ve sömürge arasındaki ilişkinin en temel somut gerçekliği ölümdür. Ölüm tesiri yoğun bir enstrümandır. Dolayısıyla ölümün sembolik değeri sömürülen toplumlarda, en kutsal olandır. Ölü bedenin ortadan kaybolması, o bedenleri alabilmek için verilen mücadeleler, ölümle evlenmek, özgürlük için ölmek, ölümü düğün saymak, açlık grevleri, ölümü bedel olarak tanımlamak, özgürlük gününe kadar yas tutmamak gibi... Ölüm sömürülen toplumların kültürel kodlarını ve ahlaki değerlerini oluşturmakla kalmaz, siyasi dilini de oluşturur. Ölü beden, geçmişe referans veren materyalliğinden ayrılır böylece toplumsal hafızayı, bugünün politikalarını ve geleceğin umutlarını oluşturan bir sembolik değere dönüştürür. Kürt hareketi de kendi politik söylemini oluştururken, ölümü kendi geleceğini belirleyen bir form içinde tanımladı şüphesiz. Fakat Sakine Cansız’ın öldürüldüğü dönem, Kürt siyasal hareketinde ölümün de anlamının değiştiği bir dönem ve Kürt kadınlar için çok önemli bir kırılma noktası.
'TÜRKİYE FEMİNİSTLERİ BU KADIN CİNAYETİNİ SAHİPLENMEDİ'
Sizce, Sakine Cansız'ın varlığına ve ölümüne ilişkin değer yargıları Türk ve Kürt toplumu nasıl bölüyor?
Feministler için; Sakine Cansız’ın cenazesi Türkiye’deki feminist grupları böldü. Türkiye’de önemli feminist grupları cinayeti siyasi bulduğu için sahiplenmedi. Oysa bu bir kadın cinayetiydi! Kürt hareketinin içindeki kadınlar da ilk defa bir cinayeti salt siyasi bir ölüm olarak değil, bir kadın cinayeti olarak sahiplendi. Bu ilginç bir çelişkiydi aslında belki de ilk defa bütün kadın grupları aynı feminist zeminde buluşmak için hazırdı fakat yine milliyetçi eril politik söyleme yenik düşen feminist gruplar oluştu ve birleşme gerçekleşemedi.
Siyasal hareketler için; ölüm sömürülen için de sömüren için de kutsallık atfedilen siyasal bir enstrümandır. Türk toplumu iç hesaplaşmanın kanıtını kurban olarak tanımlarken, Kürt toplumu ise kutsal olarak tanımlayarak siyasi söyleminde barış için ödenen bir bedel, şehitlik duvarında kutsal bir taş olarak tanımladı. İki taraf için de barış sürecinde Sakine Cansız’ın ölü bedeni bir siyaset üretti. Fakat bu cinayetinin cinsiyeti görmezden gelinerek kadın mücadelesi, siyasi söylem içeresinde eritilmeye çalışıldı. Fakat kadınlar bu sefer hep bir ağızdan önce kadın olmayı sahiplendi. Sakine Cansız cinayeti kendi siyasi söylemini oluşturdu.
'CANSIZ SUİKASTI KÜRT KADINLARDA KIRILMA NOKTASIYDI'
Suikast sonucu öldürülüşünün/öldürülme biçiminin; siyasi, tarihsel anlamları olduğunu belirtmişsiniz. 'Ölü bedenler politikası' ile açıklıyorsunuz bunu. Nedir insanın tabutta başlayan tarihi? Sizin tabirinizle, kadın bedeninin cinsiyet tarihindeki izleri Cansız örneğiyle ne anlattı?
Sakine Cansız’ın Paris’in merkezinde bir mizansen ile öldürülmesi, Kürt hareketinde pek eşine rastlanmış bir durum değil. Militer olduğu dönemde değil, silahsızlığa ve barış sürecine tüm kalbiyle inandığı ve bunun için sivil çalışmalar yaptığı bir dönemde, barış sürecinde…
Tekinsiz bir alan... Savaş alanında olmayan bir cinayet. Ölümün değil yaşamının, savaşın değil barışın kutsandığı bir dönem. Barış siyasetinin en sıcak olduğu dönem, zılgıtlarla dağdan inenler, hükümetle görüşen Kürt siyasi partileri, adeta bahar havası eserken, barışın çok yakın olduğuna inanılan bir dönemde Sakine Cansız, Fidan ve Leyla’ya sıkılan 3 kurşun… Neo-Liberal siyaset temelinde, hükümet ile yapılan müzakerelerle barış sürecinin olduğu dönemde öldürülüyor. Ölüm özgürlük için ödenen bir bedel değil, barış için ödenen bir bedel. Artık böyle bir siyasal söylemin kurulduğu bir dönem. Ölüm politik söylemde anlam değişikliğine uğramış halde. Sakine Cansız’ın ölümü ve ölüm biçimi Kürt kadınların uzun zamandır koşulları oluşan bir kırılmayı hızlandırdı.
'Tabutundan dahi bir mesaj vermiştir' diyorsunuz. Nedir o?
Feminist Kuramcı Rossie Bardiotti şöyle der: "Deneyimsel ve cinsel farklılıklar vardır. Beden her şeye musallat olur." O tabuttaki beden Kürt hareketindeki toplumsal cinsiyet eşitsizliğine musallat olmak istiyordu. Kürt mücadelesinin politik söylemine musallat olmak istiyor ve bir kırılma yaratmak istiyordu. Kadınları cinsiyetsizleştiren ya da beden ve psişeyi birbirinden ayıran bütün söylemlere musallat olmak istiyordu. “Tarih tabutta başlar”dan kastım bu. Cansız’ın tabutunun Kürt kadınları tarafından sahiplenme biçimi Kürt kadınların artık değiştiğini gösterdi. Yıllarca süren mücadelenin içinde kendi özeleştirisini verdi ve dönüşümünü gerçekleştiriyor. Şuan bu sürecin içerisindeyiz.
Ölü sağdan neden daha değerlidir? Öldürülmese mesela, hak ettiği değeri görecek miydi? Acaba ölüm bir biçimiyle iç husumetlere de perde mi çekiyor?
Yaşarken de kadınlar için önemli bir figürdü. Mücadelenin içerisinde marazı olan sinirlere dokunan biriydi. Fakat siyasetin değil kadınların cenazeye sahip çıkma biçimi, dengeleri değiştirdi, mevcut söylemi ters yüz etti. Deleuze’ün dediklerini hatırlarsak, “Her tekrar yeni bir üretimdir.” Her bedenin ürettiği anlam dönemin ruhu içerisinde toplumda çok farklı tesirler yaratabilir. Toplumsal cinsiyet kodlarını yıkmaya çalışmış bir insan olarak Cansız, neden bir mizansen ile öldürüldü? Siyasi diskurda tanrıçalaştırılsa da kadın yoldaşlarına tesiri tam tersi oldu ve ölümünün anlamı büküldü.
Kürt kadınlar, coğrafyada süren 40 yıllık kavganın içinde şiddet ve savaşla o kadar meşgul olmuşlardı ki, barış sürecindeki bu cinayet bilinçaltına itilen cinsiyet meselesini hortlatmıştı ve ortalık bu mesele ile hesap kesmek isteyen kadınların hayaletleriyle kaynıyordu. Sakine Cansız’ın cenazesi psişik bir tutkal gibi, kadınları birleştirdi, dile dökemedikleri bir an bence bu birbirlerine sığındıkları, kimsesizleştikleri fakat aynı zamanda çok güçlü bir tutkal gibi ruhen yapıştıkları sadece kadınlara ait bir alandı. Bu nedenle siyaset üstü bir ölümdü.
'MÜCADELE İÇİNDE ÖTELENEN BİR CİNSİYET SORUNU VAR'
Öldürülmesinin ardından, sağlığında belki de hayal dahi etmeyeceği şekilde anıldı. Tanrıça dendi ilk kez onun için. Ama nihayetinde bir insan öldürüldü. Bir kadın, abla, kuzen, kardeş, arkadaş, komşu... Kalanlar için bu yeni tanımlamalar ne anlam ifade ediyor sizce?
Bu sorunun cevabının, Sakine Cansız’ın cenazesinde saklı olduğunu düşünüyorum. Bildiğiniz üzere cenaze alışık olduğumuz ritüellerin dışında kadınlar tarafından sahiplenildi. Kürt hareketinin içinde kadınların, toplumsal cinsiyet meselesi üzerine bir sessiz çığlığıydı. Sessizlikleri doğru okumak gerekiyor, çünkü bazı sessiz eylemler örgütlülük hallerine büyük bir darbedir. Neden ‘erkek yoldaş’lar istenmedi? Çünkü mücadelenin içerisinde ötelenen bir toplumsal cinsiyet sorunu var! Sakine Cansız’ın da yıllarca mücadele ettiği bir sorun. Kürt mücadelesine ihanet etmeden fakat cinsiyetsiz bir kutsal veya tanrıça olduğunu reddederek, bir kadın cenazesi olarak sahip çıktılar, bir anne, bir abla, bir sevgili gibi sahip çıktılar.
Bu kadınlar artık mücadele ettikleri değerlere, feminizmi kaptırmak istemiyorlar. Feminizm etnik bir şey değildir, dilsel veya kimliksel bir şey değildir. Kalanlar için tanrıça denmesi iyimser bir tesir yaratmıyor. Ölümün tesiri, geriye kalan kadınlar için yeni bir mücadele alanı yaratıyor. Tesir gerçekten kaçar, yapışkan bir gücü vardır ve rizomatiktir, engellenemez bir güdülenme halidir. Tabutu sahiplenen kadınlar tanrıça gibi siyasi bir söylemin nesnesi değil öznesi olduklarını ve olacaklarını söylediler.
‘Kurdish Rosa Luxemburg...’ Bu heykelleştirmeyi doğru buluyor musunuz? Yoksa sadece iki karakterin benzer yanları açısından evrenselliğine vurgu mudur? Buna gerek var mı? Luxemburg şüphesiz kadın hareketinin en mühim isimlerinden biri. Cansız'ı ona benzetme koşulu ile takdir etmek şart mı?
Eğer Kürt mücadelesinin evrenselliğini kutsamak istiyorsanız Rosa Luxemburg ile özdeleştirmek yanlış değil. Fakat Sakine Cansız’ın temsil ettikleri farklı şeylerdi, kadınlığı kutsuyordu. Onu sadece salt siyasi mücadele içerisinde kutsamak doğru olmaz. Feodaliteye, toplumsal cinsiyet sorununa, kültürel ve ahlaki tabulara karşı mücadele etmişti. Onu salt siyaset nesnesi yapmak yaşamına ve mücadelesine haksızlık olur. Kadın olarak mücadele etmek, kamusal alanda bir özne olarak mücadele etmek, inandığı değerlere feminizmi kaptırmadan mücadele etmek… Temsil ettiği ve öğütlediği buydu. Bu anlamda Sakine Cansız özgündür.
Bu bağlamda Sakine Cansız'ın ölümünü, Kürt siyasetinde ve sosyal dönüşümünde bir köprü olarak anlamlandırıyorsunuz. Taybet İnan'ın ölü bedeninden, ya da Cansız'a düzenlenen suikastte hayatını kaybeden Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan. Cansız'ın farkı nedir size göre?
Kürt hareketinin hafızasını oluşturan ilk örgütlü kadın olmasıydı. Kürt mücadelesinin 1982’den 2012’ye kadar 30 yıllık, silahlı, siyasi, tutuklu ve sivil her alanında varlık göstermiş, bunu feminist bir perspektiften yorumlamıştır.
'CANSIZ OLMASA, DOĞAN DA OLAMAZDI'
Yeni dönem Kürt kadının mücadele modelinde ise gazeteci ve ressam Zehra Doğan'ı mercek altına almışsınız. Zehra Doğan'ın mücadelesinin hedefinde kimler var?
Zehra Doğan sanatıyla çift başlı bir mücadele sergiliyor. Toplumsal cinsiyet tabuları içerisinde kadın kimliğini nesneleştiren zihniyete çomak sokan bir feminist. Hem içeride hem dışarıda mücadele veren bir kadın. Artık kol kırılır yen içinde kalır anlayışının değiştiği yeni bir mücadele dönemine girişin temsilcisidir Zehra Doğan. Değer sisteminin bir parçası olabilmenin tek koşulunun eril siyasi söylem olduğuna rest çekilen bir dönemin temsilcisidir.
Hegemonya ile savaşmak için başka araçlar kullanabilen Zehra Doğan'ı görünce, Sakine Cansız'ın da kendi döneminde, Zehra Doğan'ın enstrümanlarıyla mücadele edebilme ihtimalini düşündüm. Mümkün müydü sizce? Resim yaparak mücadele edebilir miydi o dönem? Ya da ettiğinde bugünkü tezahüratı alır mıydı?
Sakine Cansızlar olmasa, Zehra Doğanlar olmazdı diye düşünüyorum. Aralarında psişik bir köprü kuruluyor, zihinsel bir evrilme yaşanıyor. Siyasi mücadeleler ve sosyo-kültüreler yapılar uzun süreçlerle evrilirler ve dönüşürler. Kendi döneminin koşullarında ne olursa olsun inandığı değerlere feminizmi kaptırmadan mücadele etmiş kadınlar bunlar. Altının çizilmesi gereken noktanın bu olduğunu düşünüyorum, elimizdeki enstrümanlar farklı da olsa, feminist bir mücadele tezahürat buluyor. Resim yapmak veya aktivist olmaktan ziyade nasıl bir duruş sergilediğinle ilgili, iki kadın da zamanın ruhunu doğru okuyan ve buna göre mücadelelerini veren kadınlar.
Kürt toplumu acılarının hafızasına yönelik işlenen sanat ile ilgili nasıl bir duygulanım kuruyor? Bu bağlamda resim ile anlatıma ilk tepkisi nasıl sizce? Zehra Doğan'ın resimlerine dair duygusu nedir Kürtlerin?
Kürt kültüründe sözlü hafıza güçlü bir enstrüman iken resim sanatı son 20 yılda yükselen bir alan, yeni ve henüz tam oturmamış bir alan. Kürt sanatçılar içerisinde bilinen hali ile “kabul görmüş” olanlar çoğunlukla erkek sanatçılar. Zehra Doğan sanatı Kürt kadının yaşadığı acılara, kültürüne referans veriyor, bu anlamda da çok sahiplenildi.
'KÜRT KADINLAR ARTIK ERİL DİLİN TUZAĞINA DÜŞMEZ'
Zehra Doğan'ın işleri dünyanın birçok şehrinde sergilendi. Bir nevi yanı başlarındaki bir toplumun yakın tarihini izliyorlar. Tepkilerini nasıl buluyorsunuz?
Zehra Doğan bugün dünyada Kürt kadın sanatçı olarak önemli bir farkındalık yakaladı. Bunu kendi halkı için avantaja çeviriyor. Gerçek mücadele budur aslında. Avrupa ve Amerika’da övgüler alan sergiler yapıyor. Bu coğrafyaya, Kürt mücadelesine büyük bir merak ve ilgi uyandırıyor. Siyasi hareketin anlatmak istediklerini, sanatın özgürlükçü ve özgün diliyle yapıyor. Sanat son derece tesiri güçlü bir olgudur, yani sözel olarak kaçtığınız bir gerçeklikten duygu olarak kaçamadığınız bir alan böyle bir tesiri var.
Tate Modern'deki işleri nedeniyle sert eleştiriler de aldı Doğan. Çalışmalarının pornografik olduğu tartışmaları yaşandı. "Cizre üzerinden kariyer yapıyor" dendi. Siz nasıl okudunuz bu ilişkiyi?
Bu soruyu Zehra Doğan’ın bütün bu eril politik söylem eleştirilerine verdiği cevapla yanıtlamak isterim “Bırakın kendimizi biraz da biz anlatalım…” Bu cümleyi okuduğumda şöyle düşünmüştüm; Sakine Cansız’ın cenazesindeki hayaletinin, Kürt kadınları üzerindeki tesiri bu. O cenazenin Kürt hareketinin içinde kadınların omuzunda taşınması, kadınların Sakine Cansız öğretisine bir cevaptı. Sanki bedenden bedene, zihinden zihine, dilden dile dolaşıyordu bu hayalet ve ‘Bırakın biraz da kendimizi biz anlatalım’ diyordu. Eleştirilerin ardından, Kürt kadın siyasetçilerden destek mesajları geldi Zehra Doğan’a. Kürt kadınlar artık eril politik söylemin tuzağına kolay kolay düşmeyecek gibi gözüküyor.
'DOĞAN’IN SANATINI PORNOGRAFİK GÖREN, ERİL POLİTİK SÖYLEMDİR'
Zehra Doğan'ın resimleriyle ördüğü politik mücadelesi ne mesaj veriyor sizce? Resimleri dünyaya ne anlatıyor? Nasıl okuyorsunuz işlerini?
Bana kalırsa, Zehra Doğan eleştirilerin tam aksine nereden geldiğini unutmadan yaptığı işlerle müthiş bir direniş ve mücadele sergiliyor. Sanıyorum rahatsız oldukları şey, belirli söylemin içerisine mahkum olmadan, kendi dilini yaratıyor olması. Kürt coğrafyasında yaşananları anlatıyor sanatında. Daha spesifik olarak kimsenin ilişmeye cesaret etmediği alanlara girerek Kürt kadınların yaşadıklarını anlatıyor. Örneğin; cezaevinde bir kadın olarak fiziksel yetersizliklerden dolayı boya bulamadığı için adet kanı ile yapıyor resimlerini, bedenselliğini bir mücadele silahına dönüştürüyor, araçsallaştırıyor.
Adet kanı, dilin dışında bırakılmış bir gerçekliğin sembolü olarak karşımızda duruyor. Zehra Doğan, politik alanda mücadele ederken Gayatri Spivakın söylediği gibi “Sadece bir kadına olabilecek şeylerin alanını” resmediyor. Acıyı karakterize eden şey ifade edilemeyişidir. Anlaşılması için nesnelleşmesi gerekiyor. Ancak acı kadınlar ve erkekler için aynı şekilde işlemez. Hapishanede kadın mahkumların acı çekmeleri, adet kanıyla nesnelleşiyor ve resme yansıyor. Bunu pornografik gören zihniyet, kadını cinsiyetsizleştiren ve erkeklerin mücadelesini taklit etmesini bekleyen, geri planda yardımcı oyuncu olarak gören eril politik söylemdir.
Sakine Cansız ve Zehra Doğan. Her ikisinin de mustarip olduğu eril üslubun benzer yanları var mı?
Elbette, bugün Zehra Doğan’ın Tate Modern’deki sergisinde işlerini eleştiren zihniyet ve Sakine Cansız’ın evliliğini eleştiren zihniyet aynı. Bu eleştirilerin ortak noktası şu “Bu kadınlar neden mevcut olan siyasal söylemin dışına çıkıyor.” Duyulan öfkenin nedeni, bu kadınların hizaya gelmeyen kadınlar olması. Kadınlıklarının musallat olduğu her eyleme, bir öfke var. Kürt hareketini homojen olarak gören zihniyet sanatta, siyasette, edebiyatta kısacası yaşamın ve ölümün her alanında var.
Zehra Doğan, politik mücadelenin silah dışı yollarla da olabileceğine dair fikri tazeledi. Ressam Serpil Odabaşı da bu fikrin Doğan'dan evvelki başarılı öncülerindendir. Bu mücadele biçimine Sakine Cansız kuşağı nasıl bakıyor? Gözlemleyebildiniz mi?
Kürt politik hareketinin başlangıcında, cinsiyet meselesi politik militanlıkta fark yaratan bir faktör olarak görüldü ve bilinçli olarak reddedildi. Cinsiyetin askeri veya siyasi performansı etkilemeyeceğini göstermek için erkeklerin egemen olduğu bir örgütlülük formunda, kadınların farklılıklarının önemsiz olduğunu göstermek için erkeklerin standartlarına uydular ve kadınlar bunu kabul etti. Bilinç seviyesinde işler böyle ilerlerken, Sakine Cansız ve arkadaşlarının cinayeti kadınlar için politik kültür içerisinde var olan cinsiyet sorunsalını gün yüzüne çıkardı, bir kırılma noktası yarattı. Zehra Doğan, Serpil Odabaşı, Sakine Cansız gibi kadınlar, politik kültürde kadın öznelliğinde yeni mücadele alanlarının oluşması için ilham verdiler. Artık, cinsiyet farklılıklarını ya da kadınlığı reddetmek mümkün değil. Kadınlar kendi politik dillerini oluşturmaya başladı.