'Şanssız çoğunluğun tek çaresi korkmamak'
Korona virüsünün toplumdaki etkileri farklı farklı. Çünkü herkesin bildiği gibi: Dünya dertleri sınıflar arasında bambaşka yaşanıyor. Hakan Koçak,"İtalya deneyimi bunu gösteriyor. Bu bir kısırdöngü. Baştan önlem alınmadığı için şimdi panik hali yaşanıyor. Kapitalizmde böyledir. İş yerleri kutsaldır. Dokunulmaz" diyor. Psikiyatrist İlker Küçükparlak ise şöyle anlatıyor: "Güçlü, varlıklı insanların da yakalandığına dair haberler var. Çünkü test yaptırmaya paraları yetiyor. Şanssız çoğunluk ise ‘Acaba korona mıyım?’ diye yaşamına devam etmek durumunda. Maalesef trajikomik bir şekilde şanssız çoğunluğun tek çaresi korkmamak gibi görünüyor. O zaman paradoksal bir tedbirsizlik hali zuhur ediyor."
İSTANBUL - Bu zamanda roman, hikaye yazılmaz, bilumum sanatla uğraşmak şımarıklık diyenler var. Dünya yanarken saç taramak gibi… Diğer yandan İstanbul’da 500T otobüs hattı; işçileri, öğrencileri ve kıt kanaat maaşa muhtaç binlerce insanı taşırken paneller, oyunlar, kimi entelektüel etkinlikler iptal ediliyor. Yani evet, kulağa pek makul gelmiyor.
Kriz zamanlarında kitlelerin tepkileri, toplumdan topluma ve iktidar mekanizmalarına ve aygıtlarına kadar değişiyor. Kültürden kültüre envai çeşit akıl yürütme biçimleri var. Keza korona virüsünün sosyal hayattaki sonuçları da farklı farklı. Çünkü herkesin bildiği: Dünya dertleri sınıflar arasında bambaşka yaşanıyor. Bir gazeteci olarak değil, bir antropolog olarak yazıyorum. Beşeri olanı ele veren iki kilit sözcük: Sınıf ve cinsellik. İkincisi bu haberin konusu değil.
‘ZORLA YILLIK İZİN KULLANDIRMA HABERLERİ GELİYOR’
Misal İtalya’da yaşayan biri şöyle anlatıyor: “Şanslıyım çünkü işim uzaktan çalışmama imkan veriyor ve güvencesiz koşullarda çalışmıyorum. Ne yazık ki herkesin böyle bir imkânı yok ve güvencesiz çalışma çok yaygın. Fabrika ve iş yerlerinden zorla ücretsiz izne çıkarma, zorla yıllık izin kullandırma haberleri geliyor. Çalışanlarının sağlık durumunu kendine özgü yöntemlerle tespit etmeye çalışan iş verenlerin hikayelerini okuyoruz. Özellikle turistik bölgelerde, salgının etkilerinin iki üç haftadan daha uzun süreceği anlaşıldığı için binlerce işten çıkarmanın yapıldığı haberleri geliyor. Okullar kapatıldığı için ücretli öğretmenlik yapan binlerce kişi zor durumda, sözleşmeli öğretmenlere maaşlarının %80’i garanti ediliyor ama ücretlilerin hiçbir garantisi yok.” (https://www.emekveadalet.org/notlar/koronavirus-italyada-salginla-yasamak )
‘BULUT ORTAMINDAKİ ÇALIŞMA AĞLARI DENETİMİN MERKEZİLEŞMESİNİ SAĞLAYABİLİR’
Çevirmen Saadet Özen ise kendi sosyal medya hesabında aynı konuya başka açıdan yorum getiriyor: “Evden çalışma, uzaktan ders gibi sistemlerin bir anda yaygınlaşması acaba hangi meslekleri bir anda yarı zamanlı kategorisine sokup sosyal güvenceleri azaltacak? Sosyal hayatı, ev içi ilişkileri nasıl etkileyecek, bireyler bu durumdan bir fayda sağlamak için ne yapabilir? Bulut ortamındaki çalışma ağları çalışana hareket özgürlüğü sağlıyor gibi görünse de denetimin görülmemiş boyutta merkezileşmesini sağlayabilir. Virüsü bunun için çıkardıklarını düşünmüyorum ama virüs bir dönüşüme zemin hazırladı. 10 yıl sonra dünya nasıl bir yer olacak?”
‘ÇALIŞMA BAKANLIĞI’NIN GÜMBÜR GÜMBÜR ORTAYA ÇIKMASI GEREKİYOR’
Topladığım yorumların ilk kısmını, KHK ile Kocaeli Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nden ihraç edilen Hakan Koçak’a soruyorum. Burada ne oluyor ve aslında ne olması gerekiyor?
Hakan hoca, “İşçileri zor günler bekliyor” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Özellikle metropollerde emekçiler toplu ulaşım araçlarını kullanıyor ve çoğu kez iyi havalandırılmamış, kötü şartlardaki iş yerlerine gidiyorlar. 8-10 saatini iş yerlerinde geçiriyorlar. Sendikaların bu yönde taleplerini geliştirmeleri lazım. Etkinlikler, paneller erteleniyor ama bunlar nüfusun çok küçük bir kısmını ilgilendiriyor. Dolayısıyla hayati fonksiyonları olan işler dışında emekçileri mağdur etmeyecek şekilde izinler verilmeli. İtalya deneyimi zaten bunu gösteriyor. Bu bir kısırdöngü. Baştan önlem alınmadığı için şimdi panik hali yaşanıyor. Kapitalizmde böyledir. İş yerleri kutsaldır. Dokunulmaz. İtalya’da hayat durdurulmuş noktada ki bizim şartlarımız özellikle İstanbul için çok daha kötü. Metrobüs, Marmaray çok sıkışık düzende. Ayrıca korona virüsü olmadan önce de kırılıyordu insanlar. Okullarda, toplu ulaşım araçlarında… Gelinen nokta, belediyeyi de aşan bir şey. Çünkü her şey kapasitenin üstünde kullanılıyor. Çalışma Bakanlığı’nın gümbür gümbür ortaya çıkması gerekiyor. Gördüğüm kadarıyla böyle bir şey yok.”
Saadet Özen’in aksine Koçak, freelance ve ofis çalışanlarının görece avantajlı olduğunu söylüyor.
‘YOKSULLAR TESTE ULAŞAMIYOR’
Politikacılar sanırım şu hayatta en steril yaşayan insanlar. Bu benim yorumum. Hatta parlemento içinde “politika yapmayı” bir meslek olarak kabul edersek halktan en kopuk mesleklerden biri olduğunu söyleyebilirim. Diğer meslek ise bir kaç aylığına uzaya gönderilen astronotlar. Virüsün politikacılara nasıl bulaştığına akıl sır ermemişken New York Üniversitesi’nde davranış bilim ve istatistik dersleri veren Selçuk R. Şirin twitter hesabına şunları yazdı: “Her ülkede sınırlı sayıda Coronavirüs vakaları içinde bu kadar çok ünlü isim ve politikacı olması normal değil! Bence zengin ve güçlüler ilk belirtide test ediliyor, fakirler ise virüse yakalanmış olsa bile teste ulaşamıyor. O sebeple açıklanan rakamları 10 değil 100’le çarpın…”
‘TEST YAPTIRANLAR VE YAPTIRAMANLAR DİYE İKİYE AYRILIYOR’
Psikiyatrist İlker Küçükparlak’a tam bu twiti soracakken kendisi aynı tweeti örnek veriyor:
“NBA’de tüm maçlar süresiz olarak ertelendi. Takım karantinaya alındı. En son sinema oyuncusu Tom Hanks’te virüs saptandı. Güçlü, varlıklı insanların da yakalandığına dair haberler var. Çünkü test yaptırmaya paraları yetiyor. Hatta politikacılar günde iki test yaptırıyor olabilirler gibi geliyor bana. Şanssız çoğunluk ise ‘Acaba korona mıyım?’ diye yaşamına devam etmek durumunda. Dünya genelinde şu an için hasta olduğu varsayılan, risk altında olduğu düşünülen grubun hepsine test yapmak mümkün değil sanırım. Dolayısıyla test yaptırabilenler ve yaptıramayanlar diye ikiye ayrılıyor. Depremden çok farklı değil gibi geliyor. Depremden korkanlar da bir takım ‘şanslı azınlık.’ Öyle bir lüksleri var. Misal depremden korktukları için ‘yazlığa geçiyoruz’ diyebiliyorlar. Şöyle bir eve taşındık diyebiliyorlar. Çoğunluğun ise zaten bu tip çözümleri yok. Dolayısıyla maalesef trajikomik bir şekilde şanssız çoğunluğun tek çaresi korkmamak gibi görünüyor. O zaman paradoksal bir tedbirsizlik hali zuhur ediyor. Böyle bir risk var diye tedbir almaya başlarsa adını koyacağı için ve aldığı tedbirlerin yeterli olmayacağını da hissedeceği için aslında kaygısını artıran bir şey olacak. O endişeyle başa çıkmanın yolu riski görmezden gelmek olabiliyor. Tartışılmaz biçimde risk var ama şu ana kadar saptanan vakalarda ölüm oranları yüzde 1’e denk gelmiyor. Üstelik bu oran test yaptırıp, korona virüsü saptanan az sayıda insanı baz alıyor. Bir de test yaptıramayan yığınlar var. Dolayısıyla oranlar çok daha düşük muhtemelen. Yani patır patır öleceğiz gibi bir durum yok.”
‘ARALIKLARLA ‘İNSANLIK BİTTİ’ DİYE DÜŞÜNÜLDÜ’
Küçükparlak’a, bu virüs değilse de önümüzdeki yıllarda benzer virüslerin hatta daha kötülerinin olabileceğini düşündüğümü söylüyorum. Karamsarlıkla değil, rasyonel öngörülerle… Misal mağaralara çekilme gibi, evlere çekilme yaşanabilir mi? İlker Bey'le telefonla konuşuyoruz. Sanırım biraz müstehzi bir edayla (İlker Bey nazik biri. Kaba bir alay değil) ‘Kıyamet kopacak’ düşüncesi…” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Tarih boyunca bütün pandemilerde var olmuş olan bir hissiyatın yine kendisini göstermesi. Bu sorduğunuz soru öyle ya da böyle bütün salgın dönemlerinde toplumda yayılır. Kıyamet göndermesi, dünyanın sonu geldi, artık eski bir dünya olmayacak, başka bir dünya olacak ya da hiç bir dünya olamayacak gibi… Bu dönemlerde dini fanatizm artabiliyor, yabancı düşmanlığı artabiliyor, grup içi kayırmacılık yani kendi grubuna çok daha tutkun olma gibi refleksler gösterilebiliyor. ‘Medeniyet çöktü’, ’Tuvalet kağıdı için kavga ediyor insanlar…’ falan deniliyor. Ama bunlar duruma verilen ruhsal tepkiler. Veba salgınını, kolerayı, İspanyol gribini düşünün. Bunların hepsinde ‘insanlık bitti’ diye düşünüldü. Yoğun bir dehşet duygusu uyandırmalarına rağmen yıkıcı olan sonuçları da şu an için koronada öngörülenin kat kat üstünde olmasına rağmen insanlık devam ediyor. Bir yıl içinde bütün Avrupa nüfusunun dörte birinin öldüğünü düşünün şimdi. Sorunuz, dehşetin bir izdüşümü gibi… Oysa insan çok kolay uyumlanıyor. Çok daha kolay sistem, düzen kuruyor. Bir tür olarak Antartika’dan Afrika’ya kadar envai çeşit yerde yaşamasından, yakın zamanda Mars’ta yaşamaya başlayacak olmasından, insanın tarihinden bunu anlıyoruz. Hem Antartika’da hem de Sahra Çölü’nde yaşayan başka bir tür yok.”
‘UMUTSUZ KİTLELER, FELAKET BEKLENTİSİNDEN HAZ DUYARLAR’
Son olarak, abartılı ifadeyle “insanlık dehşete sürüklenirken” sanat yapılır mı? Etrafınızda yüksek olasılık “Kitap okumayı bıraktım” diyen insanlar var. Sosyal medya hesabınız yoksa hayat muhtemelen sizin için daha sakin geçiyor. Yok eğer telefonunuz uzvunuz haline gelmişse -tecrübeyle sabit- günde en az iki kere dünyanın sonu gelmiş oluyor.
Kültür eleştirmeni Ali Şimşek ise şöyle anlatıyor: “Dünya tarihinde kültürün ve sanatın yükseldiği zamanlarda krizler yaşanıyor. Sanatın yükseldiği 1930 dönemi dünyanın en trajik dönemleri…”
Şimşek, Steven Soderbergh’in “Salgın” filminin şimdilerde en çok izlenen filmlerden biri olduğuna dikkat çekiyor ve distopya filmlerinin esas olarak 11 Eylül’den sonra yükselişe geçtiğini anlatıyor: “New York’ta, kapitalizmin de simgesi olan iki gökdeleni indiriyorsunuz. Önemli bir mesele. 11 Eylül’den sonra Hollywood’da kıyamet filmleri yükselişe geçti. Netflix de keza distopya… Yürüyen ölülerdi falan insanlar bu tip şeylere görsel olarak hazırlardı zaten. Bu tuhaf bir şey. Sosyal medyanın da etkisi var bunda. Diğer salgınlarda sosyal medya bu kadar kullanılmıyordu hatta yoktu. Abartılmasının şöyle bir tarafı var. Umutsuz kitleler felaket beklentisinden haz duyarlar. Deprem olsun kredi kartım iptal olsun gibi… Hayattan kaçmak için rahatlamak için ‘Ne olacak lan zaten hepimiz öleceğiz’ demek… Yıkılsın yansın dünya, zaten hiçbir şey yapamıyorum… Solcu gibi bunları kapitalizmle de anlatamayız ama şu var: Şirketlere güvensizlik, teknolojiye güvensizlik, nükleer felaket, ekolojik yıkım… Diğer taraftan liberallerin dediği gibi, dünya küçük bir köy olmuş. Çin’den çıkan iki gün sonra senin kapında yani…”