Başka bir dünya

“Başka bir dünya mümkün” sadece slogan değil. Gerçekleştirmek bir zihniyet değişikliğine bakar. Artık bu güzel slogan bile değişmek zorunda: Başka bir dünyaya mecburuz. Covid-19 salgınının bile iklim değişikliğinden kaynaklandığını pek çok kişi dile getiriyor. Küresel kapitalizmin bizi sürüklediği bu çıkmaz sokakta, dünyaya zarar veren alışkanlıklarımız, bencilliğimiz/bireyliğimiz, örgütlenme beceriksizliğimizle sıkışmış durumdayız.

Google Haberlere Abone ol

Asli Biçen

“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir,” derdi dedem biz küçükken. Şu anda dünyayla imtihanımızda tekdir safhasına geldiğimizi hissediyorum. Tekdiri de anlamayıp kafamızın dikine gitmeye devam edersek köteğe hak kazanacağız. 2020 üstesinden gelmekte zorlandığımız sorunlarla başladı ve derhal aklımızı başımıza toplamazsak bu sorunların önümüzdeki yıllarda iyiye değil kötüye doğru gideceği aşikâr. Dertlerimize hep birlikte çare aramayı başarabilecek miyiz? Bunca musibetten sonra bir araya gelmenin yollarını bulacak mıyız? Akıllanıyor muyuz?

Bu yazıları yazmaya başladığımda yine normal bir durum yoktu. Zaten yazma ihtiyacını bu yüzden hissettim. Ama anormalliğin bu kadar hızlanacağını ben de tahmin edememiştim. Korona küçük bir virüs ama bize tuhaf dersler veriyor. Hayatımızdan vazgeçmek istemiyorsak alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Mesela çok fazla uçma alışkanlığı, mesela aşırı gezme merakı, mesela çok büyük şehirlerde toplanmış olma gafleti, mesela doymak bilmez bir tüketim iştahı... Medeniyetin beşiklerinden biri olan İtalya şu anda sokağa çıkma yasağı ilan edecek noktaya geldi. Ülkeyi kapattılar. Birdenbire gördük ki hayat tatlı ve bütün o yapıp ettiklerimiz aslında pekala olmasa da oluyormuş.

“Başka bir dünya mümkün” sadece slogan değil. Gerçekleştirmek bir zihniyet değişikliğine bakar. Artık bu güzel slogan bile değişmek zorunda: Başka bir dünyaya mecburuz. Covid-19 salgınının bile iklim değişikliğinden kaynaklandığını pek çok kişi dile getiriyor. Sadece dünyanın mevcut ekosistemlerinin kaldıramayacağı bir ısınmadan değil, kitlesel yok oluşa işaret eden biyoçeşitlilik kaybından da bahsediyoruz. Küresel kapitalizmin bizi sürüklediği bu çıkmaz sokakta, dünyaya zarar veren alışkanlıklarımız, bencilliğimiz/bireyliğimiz, örgütlenme beceriksizliğimizle sıkışmış durumdayız. Artık faşist yöntemler dışında çaresi kalmamış olan devletler sokağın ağzını tıkamış durumda. Onlara bir omuz atıp dışarı çıkabilecek miyiz? Hazır para babaları virüsten kaçmak için sığınaklarına çekilmişken dünyanın sahibi olduğumuzu hatırlarız belki.

Bunu zamana yayarak yapacaksak öncelikle şehirlerden çıkmayı başarmak gerekiyor. Yavaş yavaş kırlara açılmak, doğamıza geri dönmek, gerçek ihtiyaçlarımızı hatırlamak. Bin ila 5 bin nüfuslu köyler, 5 bin ila 10 bin nüfuslu nahiyeler, 10 bin ila 50 bin nüfuslu kasabalar, 50 bin ila azami 500 bin nüfuslu şehirler pekala mümkün. Bu yerleşim birimlerinde doğayla uyumlu konut tercihleri yapmak mümkün. İki üç katlı apartmanların çevre açısından müstakil evlere nazaran daha sürdürülebilir olduğunu okumuştum. Kendi elektrik enerjisini çatılarına koyulan panellerle üretecek binalar, yağmur suyunu sarnıçlarda biriktirecek, gri suyu bahçe sulamakta kullanacak, suyunu güneş enerjisiyle ısıtacak, ısınmada enerji kullanımını asgariye indirecek binalar neden yapmayalım? Bu binaların bahçelerinde neden bostanlar, çiçek bahçeleri, meyve ağaçları olmasın? Birbirimizle daha sağlıklı ilişkiler kurmayı neden başaramayalım? Sömürü neden artık son bulmasın? Böyle bir dünya mümkün, yeter ki isteyelim. Buna yönelelim. Özellikle birbirimize iyi gelecek ilişki kurma yöntemleri üzerinde düşünerek böyle örnek yaşam alanları yaratmaya başlayabiliriz.

Gıda konusuyla uzun zamandır ilgileniyorum. İki temel ihtiyacımızdan biri. Barınma ihtiyacını yukarıdaki gibi doğayla uyumlu bir şekilde çözdüğümüzde zaten gıda ihtiyacımızı da büyük oranda karşılamış olacağız. Tabii tahıl ve pancar gibi çok ihtiyaç duyulan stratejik ürünler için yerleşim yerleri dışında geniş araziler lazım. Ayrıca soğuk bölgelerde hem kışlık sebzeleri yetiştirmek için ısıtılmayan seralara hem de narenciye yetiştirmek için ısıtılan seralara ihtiyaç duyulabilir. Tarımın uzaklarda yapılmadığı, ürünlerin uzaklardan getirilmediği bir sistem kurmak son derece mümkün ve gerekli. Gıdamızı temin etmek için köle gibi çalışmak zorunda kalmayacağımız, çıkıp bahçede üretebileceğimiz bir sistem. Zanaatkârları da geri getirecek bir sistem. Ha bir de kanaatkârlığı. Herkesin istediği yere en fazla 20-30 dakikalık bir yürüyüşle, bilemedin bisikletle ulaşacağı böyle bir yerleşimde mesela hava kirliliğinden, haraketsizlikten kaynaklanan hastalıklar ya da viral salgınlar fazla sorun olmayacaktır. Bu hayali hep birlikte ayrıntılandırabilir ve büyütebiliriz.

KAPİTALİST EKONOMİNİN KIRILGANLIĞI

Virüs bize küresel kapitalist ekonominin kırılganlığını gösterdi. İnsanların varlığını sürdürebilmesi bu sistem içinde fabrikaların, okulların, turizm tesislerinin, her türden ticarethanenin sürekli çalışıyor olmasına bağlı. Hiç durma payı yok. Çalışma hayatı bir acil durum yüzünden sekteye uğradığında herkes açıkta kalıyor. Sürekli gelir gelmediğinde bu sistem içinde insanların mevcudiyetini sürdürmesi imkânsız. Halbuki barınma sorununun toplum/topluluk tarafından çevreye uyumlu bir şekilde çözüldüğü, gıdanın da yakında üretildiği bir sistemde hayatta kalmakla ilgili herhangi bir korkuya kapılmamıza gerek kalmaz. Daha az çalışacağımız, asıl ilgi alanlarımıza daha çok zaman ayıracağımız, dayanışma içinde var olacağımız bir sistem mümkün.

Bunu hemen bir çırpıda yapamayacağımızın farkındayım. Yine de öncelik bir an önce şehirlerden uzaklaşmanın ve kırda yeni bir hayat kurmanın imkânlarını zorlamak ama bunun çok kolay olmadığını bildiğim için bu yazıların başından itibaren şehirde yapılabilecek şeyleri anlatmaya çalıştım. Bir geçiş dönemi gibi. Şimdi yarı şehir yarı kır bazı seçeneklerden bahsetmek istiyorum.

Gıda konusunda içi rahat etmeyen biri olarak hâlâ şehirde yaşıyor olsaydım muhtemelen bir tüketim kooperatifine üye olurdum. Tüketim kooperatifleri, kendi gıdamızı üretemesek bile nasıl üretildiğini kontrol etme imkânı veriyor bize. Denetleyebildiğimiz üreticilerin ürünlerini tüketip kendimizi güvende hissetmenin yanısıra iyi tarım yapan çiftçileri desteklemek de mümkün oluyor. Bildiğim kadarıyla tek sorun nakliye masraflarının çok yüksek olması. Belki kooperatifler arasında koordinasyon sağlanarak aynı çiftçiden alınan ürünlerin bir şehirdeki bütün kooperatiflere daha ucuza getirilmesi sağlanabilir ya da sağlanıyordur artık. (Bu arada gıda konusunda daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere Abdullah Aysu’nun Gıda Krizi kitabını tavsiye ederim. Ayrıca Gazete Duvar’da onunla yapılmış görüntülü söyleşiler de var.)

Tüketim kooperatifleri şehirliler için çok iyi bir alternatif ama adından da anlaşılacağı gibi sadece tüketimi organize edebiliyor, kısmen de üreticiden talepte bulunarak uzaktan üretim şeklini ya da ürünü belirleyebiliyor. Bizi daha da rahatlatacak seçenek üretimi bizzat kendimiz yapıyor olmak. Diyelim ki önceki yazılardaki önerilerin hiçbirini gerçekleştirecek durumda değiliz, ne balkonumuz var, ne apartman bahçemiz ya da uyumlu komşularımız, ne de mahallemizde bir müşterek bahçemiz, yine de başka çözümler arayabiliriz.

Bu çözümü şehirlerin yakınlarındaki terk edilmiş tarım arazilerinde arayabiliriz. Küçük ölçekte tarım yapmak artık iyi gelir getirmediği için pek çok çiftçi tarlalarını boş bırakıyor. Bizim yaşadığımız köyde de epey ekilmeyen tarla var. Yaşadığınız şehrin yakınındaki bir köye gidip küçük bir araştırma yapabilirsiniz. Gelir getirmediği için tarlasını ekmeyi bırakmış ama tarımsal üretim yapmayı hâlâ isteyen bir çiftçiyle anlaşabilirsiniz. Mesela bir apartmanda oturan insanlar olarak ya da bir işyerinin çalışanları olarak bir miktar hane (10-15-30...) bir araya gelip böyle bir çiftçinin doğal tarımla sebzenizi yetiştirmesini sağlayabilirsiniz. Sebzenizin yetiştiği yer bir-iki saat mesafede bir tarla olacağı için gidip üretimi bizzat denetleyebilirsiniz ve sebzeleri dalından toplayabilirsiniz. Bostana gitmek için topluluğun diğer üyeleriyle bir araba tutabilir, hafta sonları bostanda bizzat çapa yapabilir ya da belli bir ücret karşılığı çiftçiden size ürünü getirmesini talep edebilirsiniz.

KENDİ TARIMINI KENDİN YAPMAK

Yine bir başka ara çözüm böyle bir tarlayı beş on kişi kiralayıp kendi tarımınızı kendiniz yapmanız olabilir. Bunu tercih ederseniz bostandaki ürünleri korumak için fazladan tedbirler almanız gerekir. Özellikle hayvancılık yapılan köylerde çobanların sebzelerinizi korumasını beklemeyin. Benim bahçenin dışına ektiğim on fidanın hepsi keçiler tarafından dibine kadar yendi mesela. Belki tarlayı kiraladığınız kişiden sulama gibi acil işleri yapmasını ve bostana göz kulak olmasını da isteyebilirsiniz.

Diğer bir seçenek de yine bir grup insanla sadece gıda yetiştirmek amaçlı bir tarla satın almak olabilir. Bu tarlada ancak hafta sonları çalışacağınızı düşünürsek kişi başına 100 m² bir alan yeter de artar bile. Mesela 10 kişi toplanıp 1 dönümlük bir tarla alabilirsiniz. Maliyet epey düşük olacaktır muhtemelen. Satın aldığınız için bu tarlanın bir kısmına meyve ağaçları ekebilirsiniz. İçine küçük bir baraka kondurabilirsiniz, hem aletleri koyacak bir yer olur hem de serin havalarda bir sığınak. Seçeceğiniz yerde bir su kaynağı olmalı, mesela kuyu ya da yakınından geçen bir dere ve damlalıklı sulama sistemi. Otomatik sulama için zaman ayarlı aletler var. Elektrik yoksa güneş paneli kullanılabilir. Bir de etrafını çitle çevirmelisiniz. Kuzeyli rüzgarları fazlaca alan bir yerse selvi ya da leylandi gibi ağaçlarla kuzeyine bir rüzgar perdesi ekmek çok isabetli olur. Bitkiler de bizim gibi kuvvetli rüzgarlardan hoşlanmaz. Kuytu yerlerde daha güzel yetişir. Bahçe sahibi olmayı çok istiyorsanız ve emekli olmanıza daha 15-20 yıl varsa bence bu ara çözüm işinizi görebilir.

Küçük alanlarda tarım yaptığınızda bazı sorunlara müdahale şansınız daha fazla artıyor. Mesela bu ara maalesef doğu Afrika’dan başlayıp Ortadoğu’ya doğru ilerleyen gelmiş geçmiş en büyük çekirge istilalarından biri tarım alanlarını tarumar edip milyonlarca insanı açlıkla karşı karşıya bırakmış durumda. Bu çekirge istilasının sebepleri arasında iklim değişikliği sonucu aşırı üremiş olmaları, nüfuslarını kontrol altında tutan kuş ve benzeri hayvanların azalmış olması, hatta erken müdahaleyi engelleyen Yemen’deki savaş gösteriliyor. Dünyada her şey birbirine bağlı. Bir ara çekirgelerin Türkiye’ye gelebileceğinden de bahsediliyordu. Bir bahçıvan olarak böyle bir durumda ne yapabilirim diye düşündüm. Sebzelerin üzerini file benzeri bir şeyle örtmek belki onları korumamı sağlayabilir. Ama on beş yirmi dönümlük bir domates ya da buğday tarlasını fileyle örtmek imkânsız. Küçük alanlarda doğal tarım yapmanın bize böyle bir faydası olabilir.

Buradaki önerilerin hepsi bir araya gelmemizi ve dayanışmamızı gerektiriyor. Tüketim kooperatiflerinde de dayanışmayla, gönüllülük usulüyle çalışan insanlar var. Daha dün Eskişehir Belediyesi’nin bu mantıkla Üretici Marketleri açtığını gördüm. Ürünü doğrudan kooperatif kurmuş üreticilerden alıyor ve belediyenin marketlerinde halka satıyor. Bu da bence sağlıklı gıdaya ulaşmak ve küçük çiftçiyi yaşatmak için iyi bir seçenek olabilir ama tüketici burada etken konumda değil. Aslında daha büyük bir hayale doğru atılmış küçük adımlar bunlar. Dünyanın bize dayattığı sağlıksız gıda sistemini kırmak için uygulayabileceğimiz yöntemler var. Boğazımızdan geçen lokmaya üç beş zehir ve tohum tekelinin karar vermesine izin veremeyiz. Sağlıklı gıda yemek ve kendi gıdamızı üretmek en doğal hakkımız.

İlk büyük krizde tel tel dökülen bu tüketim toplumundan, doğayla barışık, üreten, üretirken kendini ve doğayı tüketmeyen bir topluma geçmek elimizde, hatta buna mecburuz. Başka bir dünyaya mecburuz. Bu dünyada şiddet ve rekabet değil dayanışma ve nezaket olacak.