Prof. Tanyeli: Dayanışma ile toplumsal eşitsizlik ortadan kalkmaz

Kentleşmeyi, geçmişteki salgınların sınıfsal sonuçlarını konuştuğumuz mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Uğur Tanyeli: “Bizim toplumumuz dünyanın en fazla dayanışmacı toplumlarından biri. Bu söylediğim gerçekten dayanılışıyor, ne güzel anlamına gelmesin. Toplumunun genelinin paylaştığı ideolojik, kültürel argümanlar bunlar yalnızca. Modern dayanışma örüntüleri ‘bizden daha şanssız olanlara yardım edelim’ mantığıyla çalışmaz.”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Salgın sonrası kentleşme modelleri üzerinde tekrar düşünmemiz gerekiyor mu? Bahçeli nizamlı, ferah mesafeli kent imkânlarına sahip Avrupa köylerini oluşturan modernleşme süreçleri bizden farklı olarak nasıldı? Tarihte salgın sonrası sınıflar arasındaki ilişkiler ne yönde değişime uğradı? Yine bu zamanlarda insanlar nezdinde doğanın kıymetlenmesi hasıl olmuş olabilir mi?

“İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak”, “Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000”, “Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri”, Yıkarak Yapmak: “Anarşist bir Mimarlık Kurumu için Altlık” gibi çok sayıda kitapları olan İstanbul Şehir Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı, mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Uğur Tanyeli’yle konuştuk.

Salgın sadece Türkiye’de değil çoğu dünya kentlerinde kötü sonuçlar verdi, vermeye devam ediyor. Vaka sayılarının en çok olduğu yerler büyük kentler. Yaşanılanları buradan başlayarak nasıl okumamız gerekiyor?

Öncelikle bu kentleşme ve metropolleşme süreçleri geri çevrilebilir süreçler değil. Dünyadaki yerleşme eğilimleri iki yüzyıldır kırsal alandan kentsele transfer olmak şeklinde biçimleniyor. Dolayısıyla zaten eskisi gibi yaşamıyoruz ve yaşamayacağız. Öngörülebilir bir gelecekte kırsal ağırlıklı bir toplum dünyanın hiçbir yerinde olmayacak. Ayrıca, kentlerin devasa boyutlara ulaşmasından söz ediyoruz. Şöyle söyleyeyim. Türkiye bu alandaki sıralamalarda önlerde bile sayılamaz. Şangay 45 milyon, Tokyo 35 milyon, Kyoto, Kobe, Osaka üçlüsü 20 milyon… Mumbai’den konuşurken 40 milyondan söz ediyoruz. Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul bu sıralamada dünyadaki en kalabalık yerlerden biri değil. Kaldı ki, bizim sadece tek bir metropolümüz var: İstanbul.

İtalya’ya bakıyoruz, en fazla salgınla yüz yüze gelen yer, İtalya’nın en kalabalık şehri olan Milano. Bizi şaşırtmıyor bu. Dediğiniz büyük kent-salgın ilişkisi doğru bir saptama, ama gelecekte bunun kentlere yönelik bir karşı eğilimle dengeleneceğini düşünmek mümkün gibi gözükmüyor. 10 yıl sonra birden bire dünya orta boy kentlerden oluşmayacak. 100 yıl sonra ne olur bilme şansımız yok, ama en azından bugünkü koşullarda bu eğilimin belki küçük bir yavaşlama yaşayacağını düşünebiliriz. Kaldı ki, ben onun bile olacağı kanısında değilim. Çünkü metropolleştirmeyi tırmandıran süreçler dünyanın her yerinde çalışmaya devam ediyorlar. Sosyo-ekonomik yapılar bunu getiriyor. Bir çırpıda sosyo- ekonomik yapılar değişir mi? Son zamanlarda böyle çok sayıda yazı yayınlandı. Küreselleşmenin sonu mu geldi, dünya neo-kapitalist olmaktan uzaklaşır, daha eşitlikçi olur mu gibi…Böyle iyimser anlatımlara pek de sıcak baktığımı söyleyemem.

‘SAYISIZ KRİZ YAŞADI DÜNYA VE YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR’

Söylemeye çalıştığınızı sanırım anlıyorum. Sizi aramadan önce dünyadaki salgınlara biraz baktım. Misal Asya’da başlayan hıyarcık vebası salgını 1347- 1353 yılları arasında milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş. Evlere giren fareler tarafından taşındığından kent sakinlerini kırsaldakilerden çok daha fazla etkilediği yazıyor. Diğer taraftan yaşadığımız bu dönem çoğu kişi için bir “kapitalizm krizi.”

Prof. Dr. Uğur Tanyeli

Evet bu bir kriz. Fakat bunu sadece kapitalizmin krizi gibi düşünmeyelim. Sayısız kriz yaşadı dünya geçmişte ve yine yaşamaya devam ediyor. Demin verdiğiniz örnek Avrupa’daki Kara Veba. Avrupa nüfusunun tahminen üçte birini yok ettiği düşünülüyor. Bu kadar büyük bir kriz neredeyse bilinen tarih boyunca mevcut değil. İngiltere nüfusu 1350’lerde 4.8 milyon gibi. Salgınla o nüfusun yüzde 46’sı kaybediliyor. Bu her iki kişiden biri ölmüş demek.

Ne var ki, bütün krizler fırsattır da aynı zamanda. Şunu biliyoruz böyle bir nüfus düşüşü İngiltere’de serfliğin, toprak köleliğinin ortadan kalkmasının nedenlerinden birini de oluşturur. Çünkü elinizdeki iş gücünün yarısını kaybediyorsanız artık toprak köleliğini sürdüremezsiniz. Elde yeterince işgücü kalmamışsa, işçi azsa, ücretli emeği kullanmak zorunda kalırsınız. İngiltere bu bağlamda Avrupa’da benim bildiğim en erken ücretli emeğe geçen ülke. Serflik 14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tasviye oluyor, ama acıklı olan şu ki, aynı sonuç Polonya’da, Rusya’da görülmüyor. Oralarda tam tersi eğilimler biçimleniyor. Yani serflik düzeninin bir anlamda konsolidasyonu, hatta daha katı hale getirilmesi diyebileceğimiz bir süreç yaşanıyor. Onun için kolay kestirimler yapmak için şansımız yok. Her krizin, değişimin sonucu var, ama farklı yerlerde farklı sonuçları var. Avrupa’ya barut geliyor. Ateşli silah icat ediliyor. Ateşli silahın icadından sonra Avrupa’da değişmeyen hiçbir şey yok. Artık bugün sosyal bilimciler, tarihçiler bu süreci “askerlik devrimi” diye adlandırıyorlar. Japonya’da, Kore’de, Osmanlı’da her yerde sonucu görülüyor, ama her birinde sonuç birbirinden epey farklı biçimlerde tezahür ediyor.

Farklı sonuçlara varmasının sebebi ne? Kültürel farklılıklar mı?

Hayır. Ateşli silahın icadı da bir kültürel veri. Ancak, tarihsel süreçler her yerde farklı. Japonya’da feodalite ortadan kalktı, ama İngiltere’de olduğu gibi parlamenter rejim ortaya çıkmadı. Rusya’da neredeyse 1860’lı yıllara kadar toprak köleliği devam etti. Rusya uzun süre köylülük ve dolaylı olarak da burjuvalaşamama sorunları yaşadı. Herkes kendi tarihsel süreci bağlamında sonuçlar üretir. Kriz yaşamayan bir toplum yok. Sarkastik olmayı göze alarak söylersem, krizsiz bir toplum var olmayan, yaşamayan bir toplum demektir. Her radikal değişim kaçınılmaz olarak kriz üretir.

Uğur Bey, sosyal medya hesabınız yok sanırım.

Yıllardır Twitter kullanmıyorum. Söylediğim şeyleri o kadar yanlış anlayanlar oluyor ki, giderek kendimden kuşkuya düşüyorum. Saçma sapan cevaplar geliyor.

‘KULLANDIĞIMIZ DEZENFEKTANLAR DENİZLERE, AKARSULARA GİDİYOR’

O zaman şöyle anlatayım. Sosyal medyada kuş sesleri, çiçekler, ağaçlar, börtü böcek paylaşımları var. Hayvanların şehre indiği videolar paylaşılıyor. Doğanın kıymetlenmesi hasıl oldu. “İlerleme” artık insanları yormuş olabilir mi?

Hayır, katılmıyorum. Hâlâ herkes iştahla ilerlemenin nimetlerini talep ediyor. Doğanın değeriyse son on yıllarda zaten anlaşılmıştı. Bir zamanlar neredeyse doğayla mücadelenin yüceltildiği bir dünyadan doğayla uyum içinde yaşayalım biçimindeki argümanların yaygınlaştığı bir dünyaya gelmiştik zaten. Dolayısıyla bu epidemiyle falan ortaya çıkmış bir mesele değil.

Eskiden görmeyeceğiniz hayvanları şehrin içinde görmeye başladık, evet. Oturduğum semtte hiç görmediğim kuşları görmeye başladım. Avrupa’nın bazı yerlerinde keçiler kentlere inmişler. Bu durum epidemik koşullarda rastlanmasına alışık olduğumuz bir şey. Büyük Kara Veba’dan sonra dünyanın her yerinde ormanlardaki kurtlar köylere kadar inmeye başlıyor. Köyden adam kaçırıyor kurtlar. Ama bunlarla birlikte herkes doğanın anlamını bugünkü biçiminde kavramış mı? Emin değilim. Tam tersine, doğayla mücadelenin modern yıkıcı formlarının doğduğunu iddia edebilirim. Artık Avrupa ormanlarında kurtlar pek dolaşmıyor. Bugünkü pandeminin bittiği gün İstanbul boğazındaki bütün yunusların kaçacağına garanti verebilirim. Yine de mutlaka doğa kavrayışımızda radikal bir değişimle karşılaşacağız. Bu korkuyla da olacak, hijyen tavırlarımızın değişmesiyle de olacak. Ben size şöyle söyleyeyim. Denizler daha mı az kirlenecek sorusuna bile olumlu cevap vermeyelim. Bütün bu aşırı kullandığımız dezenfektanlar, temizleyiciler nereye gidiyor? Akarsu ve denizlere... Hepimiz bugünlerin olumlu sonuçlarını görmek istiyoruz. Dünya daha da beter olacak demek sevimli değil, ama hiç kuşkumuz olmasın olumsuz sonuçlarla da karşılaşacağız. Kestirimlerde bulunmaktan korkuyorum, yine de pek çokları son zamanlarda dikkat çektiği için, ben de bir kez daha tekrarlayayım. Gittikçe daha totaliter bir dünyaya doğru mu gideriz? Büyük gözaltı toplumuna doğru mu gideriz? Öngörebildiğim çok yakın gelecek, bu salgının daha özgürlükçü bir topluma doğru gitmeyi sağlamayacağıdır. Bana kalırsa, daha da keskin bir totaliterleşme sürprizle karşılayacağımız bir durum değil.

‘KENTTEN KAÇANLAR İSTANBUL’UN ŞUBELERİNE GİDİYOR’

Bugünler geçsin kırsal alana, köylere gideceğini söyleyen insanlar var. O meşhur “Ege’ye yerleşme” meselesi.

Bu olacaktır, ama bu bütün dünyada zaten var olan bir eğilim. Endüstrileşme, finans, kapital tırmandıkça kentler metropoliten boyutlara geldikçe bir grup insan 20. yüzyılın başından beri kırsal alana geri dönüyor. Kaçışın maliyetini ödeyebilirseniz kaçarsınız. Bizde ve başka ülkelerde kentten kaçanlar nereye gidiyor? Sorun bu. Karaman’da Toroslar’ın eteğinde susuz bir köye taşınan bir arkadaşım hiç olmadı. ABD’de kırsala kaçanlar Maine’e taşınıyor. Orta Batı’da bir tarım kasabasına değil. Herkes Bodrum’a, Milas’a gitmek istiyor. Kaldı ki, benim gençliğimde Gümüşlük gerçekten bir köydü. Şimdi oraya gidenler kırsal bir alana gitmiş olmuyorlar. İstanbul’un bir şubesine gidiyorlar. En lüks lokantalar Bodrum’da şube açıyorlar yazın. Bu kaçışa “pseudo-kırsal özlemi” adını veriyorum.

‘İSVİÇRE, İNGİLTERE NEREDEYSE KÖY ADI TAŞIYAN HER YERİN KENTSEL OLDUĞU ÜLKELER’

Dünyadaki çoğu Avrupa ülkesinde artık köyler var. İsviçre, İngiltere örneğin. İsviçre’nin kantonları köylerden oluşuyor. Evler arasında mesafe var. Bahçe nizamı var. Doğadan kopulmamış. Pencerenizden yeşil görüyorsunuz. Bizde niye olamadı?

Şöyle söyleyeyim: Türkiye hâlâ gerçek anlamıyla büyük bir bölümü kırsal alanda yaşayan bir toplum. Türkiye’de kentsel olarak gözüken yerlerin bile bazıları hâlâ kırsal ve yarı-kırsal. İsviçre, Almanya, İngiltere vs. ise, neredeyse köy adı taşıyan her yerin kentsel olduğu ülkeler. İngiltere’de bir köye gidin evinize gaz bağlatır, tüm kentsel hizmetlerden yararlanırsınız. Bu bizde niye olmadı? Cevabı basit. 18. yüzyıldan başlayarak endüstrileşirseniz geldiğiniz nokta buraya ulaşıyor. 16. yüzyıldan başlayarak kapitalistleşiyorsanız bu noktaya ulaşıyorsunuz. Türkiye gibi kapitalistleşme süreciniz 19. yüzyıldan, endüstrileşme süreciniz neredeyse 20. yüzyılın içinden Erken Cumhuriyet’ten başlıyorsa, geldiğiniz noktada toplum hâlâ geleneksel yapılaşma ve davranış özelliklerini korumaya devam eder. Türkiye’nin önemli bölümünde insanlar hâlâ gerçek köylerde yaşıyorlar. Şu yanlış anlaşılmasın. İzmir Şirince’ye gittiğiniz zaman köyde yaşamıyorsunuz. Şirince İstanbul’dan, parası olanların daha sakince bir yerde yaşayayım diye gittiği bir tür uzak İzmir banliyösü. İstanbul’daki Zekeriyaköy, köy değil. Bodrum’daki Gümüşlük, köy değil.

‘YERYÜZÜNDE BİR TEK ÖZGÜN MODERNLİK SÜRECİ VAR: İNGİLİZ MODERNLEŞMESİ’

Endüstrileşme sürecini erken yaşayan ülkelerin bize benzer kentleşme modelleri çıkarttığı dönemler oldu mu?

Hiçbir yer bir diğerine örnek olamaz. Hepimiz birbirinden farklı koşullarda varlık kazanırız. Ancak, hepimiz birbirimize, ötekine bakmak suretiyle, onun varlığının farkında olmak suretiyle de değişiriz. Kopya çekeriz, taklit ederiz, en azından farkına varırız, gıpta ederiz. Yeryüzünde sadece bir tek özgün modernlik süreci var: İngiliz modernleşmesi. Dünyada bir hilkat garibesidir İngiltere. Bugün modernlik diye adlandırdığımız duruma doğru evrilmiş, ama geri kalan herkes İngiltere diye bir örneğin varlığından haberli olarak değişmiş. Almanya, Fransa değişirken İngiltere’yi örnek aldılar. Dünyadaki bildiğiniz neredeyse bütün modernlik olguları İngiltere kökenlidir. İngiltere 15. yüzyılda bile vergi koyulacağı zaman kralın parlamentoya başvurduğu ülke. Biz başka bir toplumsallığın içinden geliyoruz.

‘TÜRKİYE’DEKİ YEREL YÖNETİM AVRUPA’DAKİ GİBİ HİÇ OLMADI’

Bizi o sürece gelmekte engelleyen hangi geçmiş özelliklerimiz diye sorsam…

Buna yanıt vermek haddimi aşmak olur. Ama yine yanıtlayayım. Batı ve Orta Avrupa’da yaşanmış birçok şeyi biz hiç yaşamadık. Başka bir tarihselliğin içinden geliyoruz. Avrupa’da daha 12. yüzyılda İtalya’da yerel yönetim, belediye diye bir şey var. İtalya’da çoğu belediyenin arşivi 11.- 12. yüzyıldan başlar. Gidersiniz örneğin 11. yüzyılda belediye meclisinde kimler vardıyı görürsünüz. Bu yıl kaç kişi öldüğünün listesi vardır. Bu yıl kaç tane çocuk doğdu listesi vardır. Yerel yönetim Avrupa’nın birçok yerinde doğrudan doğruya Ortaçağ’ın derinliklerinde ortaya çıkan bir kurumlaşma. Almanya’da birbirinden farklı belediye yapıları yakın zamana kadar vardı. Magdeburg usulü, Nürnberg usulü belediyeler gibi… Ortaçağ’daki farklı örgütlenmiş belediyelerin haritası vardır Almanya’da. Hemen her şeye kendileri karar verirlerdi. Sadece Roma-Germen İmparatoru’ndan bir belediye kurma ruhsatı alınır, o kadar. Ondan sonra siz kendi kendinizi yönetirsiniz. Yöneticilerinizi seçersiniz, ekonomik koşullarınızı tanımlarsınız. Türkiye’de böyle bir şeyi tahayyül edebiliyor musunuz? Türkiye’de böyle bir yerel yönetim hiç olmadı. Hâlâ da yok. Türkiye’de halkın seçtiği ilk belediye başkanı kaç tarihinde seçildi biliyor musunuz? 1957 yılında. Valiler çoğu ilde aynı zamanda belediye başkanıydılar. Trabzon’a gidiyordunuz, hem Belediye Başkanı hem de Vali aynı insan. Böyle bir gelenekten gelirseniz bugün geldiğiniz nokta şaşırtmaz. Sorun şu: Şaşırmamak başka bir şey, bundan kahrolmamak başka bir şey. Böyle bir tarihsel süreçten kökenlenirseniz onun uzanımını yaşarsınız. Başka bir bugün üretmek için ebediyen tarihimize mecbur kalmamamız gerekir. Siyaset, tarihsel sürece egemen olma, ona yol, güzergah değiştirtme pratiğinden başka nedir ki? Tarihinizi kader olmaktan çıkarıyorsanız, değişir, gelişir, büyür, yeni ve üretken toplumsal yapılar kurabilirsiniz. Türkiye bunda zorlanan bir ülke. Her yaşadığımızı olağan bulmak kolay; çünkü gerçekten tarihsel kökenleri var. Ancak, olağan bulduğunuz her şey döner dolaşır bugünümüzün açmazlarını oluşturur. İşte o yüzden de huzur içinde yaşayamazsınız.

‘YAKIN GELECEKTE DÜNYANIN YÜZDE 90’I ŞEHİRLERDE YAŞAYACAK’

Önümüzdeki yıllar için salgına karşı modern mimarlığın çareleri olabilir mi? Doğaya uyumlu ama aynı zamanda canlıların alanını işgal etmeyen, haneler arasında ferah uzaklıkları sağlayacak binalar gibi…

Hayır, mimarlığın böyle mucizeler yaratma yeteneği yok. Dünyanın yakın gelecekte yüzde 90’ı şehirlerde yaşayacak. Hangi mimarlık bilgisiyle dünyanın yüzde 90’ını dönüştürebilecek ipuçlarına sahip olduğumuza inanabiliriz? Giderek daha yoğun bir dünyada yaşayacağımız öngörülebilir. Mimarlık sadece toplumsallığın başka bir tezahür alanı. Toplumsallığı dönüştürme iktidarında bir otorite değil.

‘HİJYEN SAPLANTISI ÖYLE BİR ŞEYDİR Kİ, DÜNYAYI DİSİPLİNLİ, YASAKLAYICI TAHAYYÜL ETMENİZE YOL AÇAR’

“Yıkarak yapmak” kitabınızdan okuyorum: “Bugün kent denince akla gelenlerin çok ağırlıklı kesiminin biyo-matematik pratiklerle kurulduğunu söylemek abartı olmaz. Kişi başına trafikte geçirilen günlük saatten kişi bazında haftalık spor etkinliği harcamalarına, kentsel toplumsal gruplara göre internet girişleri hacmine, yargıya işi düşme miktarına, doktora gitme sıklığına dek akla hayale gelebilecek her biyo- matematik parametre yeni kentsellikler kurar, en geniş anlamda yeni mimarlık tarifleri yapar.” Milyonlara rağmen kentler inşa edilebilir şeklinde anlamıştım bu satırları. Yani şimdi değilse bile gelecekte, söylediğiniz gibi başka türlüsü zaten gerçekçi değilse.

Şu anda bile biyo-matematik süreçler üretiyoruz. Bugün şu kadar insan öldü, şu kadar insan solunum makinesine bağlandı dediğimiz zaman yaptığımız şey, biyo-matematik süreçlere başvurmak. Her biyo-matematik süreç başka türlü bir kentselliğe yol açar. Hijyen merkezli biyo-matematik süreçler üretiyorsanız ki şu anda onu üretiyoruz. Bu ne demek? Kent kavrayışımızı giderek hijyen bağlamında biçimlendirmeye başlayabiliriz. Böyle olacağı kesin. Bir kere bundan sonra hepimiz hiç bakmayacağımız şeylere bakacağız. Bugün gripten kaç kişi hastanede yattı? Kaç yaşındakiler gribe yakalanıyor? Bunların her birini biyo-matematik süreçlerle kavrayacağız. Dünyada sayısız toplumsal, teknolojik ne aklınıza ne geliyorsa etmenler sürekli değişiyor. Dünyayı öncelikle hijyen bağlamında düşünmek bu kez de hijyen merkezli kentler kurma çabasını tırmandırır. Ne var ki, bunun gelecekte sadece olumlu sonuçları ortaya çıkar diye düşünüyorsak, o mümkün değil. Toplumsal hijyen saplantısı öyle birşeydir ki, bütün dünyayı hastane gibi disiplinli, temiz, yasaklayıcı ve hiyerarşik otoritelerle tanımlı tahayyül etmenize yol açar. Bundan demokratik, eşitlikçi bir toplum çıkar diye bekliyorsak: Hayır. Ama daha temiz bir toplumda yaşamaya başlamak mümkün olabilir.

‘18. YÜZYILDA TOPLUMSAL MUHALEFET HİJYEN KILIKLI OLMAYA BAŞLADI’

“Hijyen merkezli biyo-matematik süreçler” dünya için yeni bir şey mi? Yine kitabınızda hijyenle bağlantılı toplumsal muhalefetten bahsediyorsunuz.

Yüzyıllar boyunca hijyen diye bir kavram yoktu. İnsanlar zaten fiziksel çevrede karşılaştıkları sorunların hijyene ilişkin meseleler olduğunu bilmiyorlardı ki… Kara Veba’dan ölüyorsunuz, ama sebebini bilmiyorsunuz. Ölmenize neden olan parazitlerin farkında değilsiniz. Farelerin taşıdığını bilmiyorsunuz. Aile büyüğü öldüğünde üstünüze onun giysisini giydiğiniz zaman salgını yaymakta olacağınızın farkında değilsiniz. Fakat neredeyse eşitlikçi bir sağlıksızlık ortamında yaşanıyordu. Köylünün evindeki hijyen koşulu lordun evindeki hijyen koşuluyla üç aşağı beş yukarı aynıydı. Diyelim ki yemek yiyorsunuz… Avrupa Erken Ortaçağı’nda yemek pidenizin üzerine etinizi almak suretiyle yenilirdi. Siz pidenin üzerinde etinizi yiyorsunuz, sonra pide etin suyuyla yumuşadığı zaman onu da yoksullara, hizmetkarlara dağıtıyorsunuz. Yoksullar, bir anlamda sizin tabağınızı yiyor. Türkiye’deyse aynı kaptan ortaklaşa yemek yeniliyordu. Özetle herkes birbirinden sürekli bakteri, virüs alıyor. Dolayısıyla herkes eşitlikçi biçimde hasta oluyordu. Ama 18. yüzyıl İngiltere’sine geldiğiniz zaman, varlıklı birisiyseniz artık kişisel tabağınızda yemek yiyorsunuz. Herkesin kendi tabağı, çatalı var. Yoksulun evinde bunlar yok. İşçi sınıfının yok. 18. yüzyılın sonunda farkına varılıyor ki, yoksulluk toplumsal bağlamda belalı bir siyasal ve hijyenik meseleymiş. Evinde sıcak su olanlar sizden daha temiz oluyorlar, ortak helâ kullanılmayan bir yerde yaşıyorsanız, sizin hijyen sorununuz baştan halledilmiş oluyor. Ortak hela kullanıyorsanız tehditlere açıksınız. Bu farklılaşmalar kavrandıkça, toplumsal muhalefet hijyen kılıklı da olmaya başlıyor. Dolayısıyla bu sadece paramız yok meselesine indirgenmiyor. Ölüm tehlikesine herkesten daha çok maruzuz diye rahatsız olmayı da içeriyor. Kaçınılmaz olarak tabii ki çok ciddi bir biçimde erken 20. yüzyılda hijyen merkezli muhalefetler üretiliyor.

‘DAYANIŞMA ÖRÜNTÜLERİ ‘BİZDEN DAHA ŞANSSIZ OLANLARA YARDIM EDELİM’ MANTIĞIYLA ÇALIŞMAZ’

Uğur Bey, bu söylediğinizden yola çıkarak yakınlarda olan bir olayı size anlatmak istiyorum. Sabancı ailesinden Hacı Sabancı Instagram hesabından bir fotoğraf paylaştı. Fotoğrafta bisikletinin üzerinde. Sahilde turluyormuş gibi. Yorumlar geliyor haliyle. “Evde kal” çağrıları hatırlatılıyor. Yanıt: Sakin ol champ.. evdeyim. (Orjinalinde olduğu gibi iki noktalı) Salgınla sınıflar arasındaki duvarlar inceldi. Sanırım ilk kez bu derece görünür oldu. Salgın sınıflar arasındaki ilişkiyi geçmişte nasıl etkilemiş?

(Uğur bey bir süre güldü) Böyle bir şeyi birisi kalkıp paylaşıyorsa ne söyleyeyim (…) Böyle bir şey olabilir mi? Bu ülkede tek gözlü evlerde yaşayan insanlar var. Evinizin iki dönümlük bahçesinde bisikletle gezerken karşılaştığınız riskle aynı şey olabilir mi? Hiç tereddütsüz söyleyeyim: Bütün salgınlar sınıfsal sonuçlar verirler. Burun buruna yaşayanlarla burun buruna yaşamayanlar, daha kötü beslenenlerle daha iyi beslenenler hemen ayrışırlar.

Bu ülke hâlâ daha üç kuşağın bir arada yaşadığı evlerle dolu. Niye Almanya’da çok daha kolay baş ediliyor salgınla? Şimdiden biliniyor ki İtalya ve İspanya’da üç kuşaklık evler fazladır, Türkiye’de daha da fazladır. İran’da muhtemelen daha da fazladır. Dolayısıyla salgında karşılaşacağınız sonuçlar da bununla ilgili. Ekonomik koşullar, yaşama biçimleri, sadece o ekonomik gruptan olduğunuz için sahip olduğunuz avantaj ve dezavantajlar sağlık imkanlarınızı da farklılaştırır. Biz bunlar üzerinde konuşmuyoruz. Toplumsal dayanışmayı ön plana alan ve bunu sürekli tırmandıran bir toplumda yaşadığımız için bunları görmezden geliyoruz. Bizim toplumumuz dünyanın en fazla dayanışmacı toplumlarından biri. Her kötü durumda, her türlü toplumsal farklılığı görmezden gelerek düşünme eğilimindeyiz. Bu söylediğim gerçekten dayanılışıyor, ne güzel anlamına gelmesin. Toplumunun genelinin paylaştığı ideolojik, kültürel argümanlar bunlar yalnızca. Modern dayanışma örüntüleri “bizden daha şanssız olanlara yardım edelim” mantığıyla çalışmaz. Amaç, içinde “bizden daha şanssız insanlar”ın yer almadığı bir toplumsal dokuyu inşa etmek olmalıdır.

‘PATIR PATIR EVSİZLER ÖLÜYORDUR AMA BUNLARI GÖRMEK İSTEMİYORUZ’

Tanıl Bora “Solun kendi dışıyla konuşmakla ilgili kurumlaşmış bir kabiliyetsizliği var ve bu salgın bunu aşmak için kuvvetli bir fırsat olmalı” diyor. Bugünlerin sol ya da muhalif kesime olumlu bir etkisi olacak mı? Mücadele pratikleri değişir mi?

Bence değişir. Şu an hiç kimse bu salgına solun argümanlarıyla bakmıyor. Sanki gökten zembille indi bu salgın. Hiçbir toplumsallığı yok ve hepimiz aynı derecede etkiliyor. Hepimizi aynı derecede etkilemiyor. Fakat, bir gerçekliği yaşamak başka bir şey, yaşadığınızın farklılığını üretmek başka bir şey. Şu anda bu farklılığı ürettiğimiz kanısında değilim.

Hemen bütün dünyada dayanışmaya inananlar var. Ne var ki, dayanışmayla aşılamaz bu sorunlar. Şöyle söyleyeyim. New York’ta yaşayan bilmem kaç yüz bin evsizin koşullarıyla, 5. Cadde’de oturan insanların sağlık koşulları bu salgın karşısında aynı olabilir mi? Eminim ki patır patır evsizler ölüyordur son günlerde. Sokaktan yemek toplayan, birbirlerine sokularak uyuyan insanlardan bahsediyoruz. Böyle şeyleri görmek, duymak bile istemiyoruz. Sokağa çıkmayalım arkadaşlar diyerek işin içinden çıkabileceğimizi düşünüyoruz. Bir sorunu çözmeye yönelik bu kadar mekanik bir toplumsal kavrayış varsa, yeni sorunlar üretiyoruz demektir. Toplumsal sorunlara mekanik cevaplar verilemez. Derinlikli görmek zorundayız. Hiç kuşkunuz olmasın göreceğiz de.

‘GENÇLİĞİMDE ASLA SÖYLENMEYECEK LAFLAR 1990’LARDA SÖYLENDİ’

‘Dayanışmayla aşılamaz bu sorunlar’ dediniz. Fakat diğer yandan çözüm konuşmak ve derman olmak istiyor insanlar… Uğur Bey bu durumda mağaralara mı çekilelim? (Gülerek sordum)

(Gülüyor) Hayır, o şans hiç yok. O kadar çok sayıda mağara da yok artık. Şöyle söyleyeyim. Dayanışmayla çözülemez dediğim, dayanışmayalım anlamına gelmiyor. Dayanışmak zorundayız, bu başka bir şey, ama dayanışmanın mucizevi bir araçmış gibi sunulması yanlış. Türkiye’de bunun çok derinlerde kökleri var. Dayanışmacılık denilen şey bugün icat edilmiş bir kültürel kod değil. Bu tıpkı şuna benziyor. “Sadaka vermek suretiyle toplumsal eşitsizliği ortadan kaldırırız.” Kaldıramayız. Sorun şu ki; toplumsal farklıklar var ve bunlar aynı gemide olma halimizi ortadan kaldırırlar. Bazıları üçüncü sınıfta, bazıları lüks sınıfta yatıyordur. Bu ortadan kalkmaz dayanışmayla. Yapısal değişiklikler üretmek zorundayız. Son 20 yılda tüm dünyada ve Türkiye’de “her koyun kendi bacağından asılır”a inanıldı. Benim gençliğimde asla söylenemeyecek laflar 1990’larda büyük bir fütursuzlukla dünyanın her yerinde söylendi. Hem bu ekonomik yapılanmaya, hem de dayanışmaya inanması o kişinin kendi kendisine yalan söylemesidir.

Nedir o laflar?

Örneğin, “herkes yarışa eşit koşullarda çıksın, bazıları milyoner olsun, toplumsal dengeler kendiliğinden oluşur”. Oluşmadığını görüyoruz. “Herkese bedava sağlık hizmeti verelim mi?” “Hayır, vermeyelim. Sağlık hizmetleri özelleştirilsin.” Böyle bir şey söylediğiniz zaman herkes aynı derecede kaliteli sağlık hizmeti alamaz ki… Bunları gördük ve sonra “dünya güzel olacak” diyebiliyorduk. Galiba artık öyle bir imkan yok. Aşırı iyimserlere şunu söylemek istiyorum: İnsanlar bu kadar, eski deyimle, feraset sahibi değiller. Yani bu kadar acıklı çelişkileri giderecek pırıltılı akıl yürütme imkanlarına sahip değiller. Hiçbir çağda olmadılar. Artık eski dayanışma ve eşitlikçilik argümanlarının yerine tabii ki, yine dayanışmacı ama farklı yenilerini koymak zorundayız bence.