'Ben Türkiyeliyim ama korkmayın! Burası Yunanistan'

20 Haziran Mülteciler Günü'nde Sibel Karadağ Ege Denizi’ndeki mülteci geçişlerini ve tanıklıklarını anlattı: Sağlık durumlarını sorduğum için ağlayan, krize giren, Türkiye'ye geri getirildiğini ve Avrupa’ya ulaşamadığını zannedip travmatize olan insanlar oldu. İlk cümlem "Ben Türkiyeliyim ama korkmayın! Burası Yunanistan" şeklinde oluyordu...

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre 2015 yılında 856 bin kişi Türkiye’den Yunanistan’a deniz yoluyla geçiş yaptı. O tarihten bu yana geçişlerde azalma olsa da 2019 yılındaki rakam yaklaşık 60 bin civarında. 2015’ten beri Avrupa ülkelerine ulaşmak için bu tehlikeli yolculuğu göze alan insanların yaklaşık 2 bini ise denizde hayatını kaybetti.

2015’teki büyük göç hareketiyle birlikte Yunanistan’ın Midilli adası da Avrupa’ya geçiş yapmak isteyen mültecilerin uğrak noktası haline geldi. Bu dönemde gönüllü olarak arama-kurtarma ekibine başvuran Sibel Karadağ, Skala Sikamineas köyündeki arama kurtarma ekiplerinde Türkiye’den giden tek gönüllü olarak çalıştı. Moria Kampı’nı “cehennem” olarak tanımlayan Karadağ, sınır bölgesinin gündelik pratiğini görmek için etnografik araştırma yaptığını ifade ederek, “Midilli, 2015'ten beri gazetecilerin, medyanın, akademisyenlerin, araştırmacıların odak noktasıdır. Ama hiçbiri orada yaşamazlar. Bu, yerel halkın da, STK'ların da, mültecilerin de bildiği bir şeydir. Gelir, sorularını sorar ve giderler. Oysa orada direkt onlarla yaşamak, özellikle de güvenlik güçleriyle birlikte aynı habitusu paylaşarak yaşamak, dışarıdan hiçbir şekilde erişemeyeceğiniz bir bilgi sağlıyor. Onlarla birlikte yaşadığınızda bambaşka bir pencere, , bambaşka bir bulvar açılıyor. Ben de bunu yapmaya gayret ettim” diyor.

Koç Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler Bölümü’nde doktorasını tamamlamak üzere olan ve aynı zamanda Göç Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ve GAR Göç Araştırmaları Derneği’nde araştırmacı olarak çalışan Sibel Karadağ’la Ege Denizi’ndeki mülteci geçişlerini ve tanıklıklarını konuştuk.

'AB, GÖÇÜN DUVARLAR ÖREREK ENGELLENEMEYECEĞİNİ İDRAK ETTİ'

Suriye Savaşı ile yaşanan büyük göç hareketi ile birlikte AB’nin göç ve sınır politikaları da uzun süredir gündemimizde yerini koruyor. AB’ye tarihsel olarak baktığımızda geçmişten bugüne nasıl bir göçmen politikası görüyoruz?

AB'nin günümüzdeki göç ve sınır politikalarının taşları aslında 1985'teki Schengen Anlaşması ile döşenmeye başladı. Üye ülkeler arasındaki sınırlar erirken, AB'nin dışsal sınırları giderek daha da korunaklı hale gelmeye başladı. 80'li yıllardan itibaren tüm dünyada gittikçe artan açlık, yoksulluk, savaşlar ve çatışmalar küresel doğu ve güneyde milyonlarca insanı daha iyi bir yaşam umuduyla yollara döktü. Artık zirveye ulaşmış olan bu küresel eşitsizlik, yollara düşen mültecinin bedeninde cisimleşir aslında. O tarihten itibaren de, küresel kuzey ve batının sınır politikalarının da ana işlevi, bu kitleleri engellemek üzerine şekillenmeye başladı.

"Mülteciler genelde hava karardıktan sonra yolculuklarına başlarlar. Bazen kaçakçılar önayak olur, bazen de mültecilerin kendi ağları içerisinden insanlar bunu organize eder. Ege’deki bir kıyıda öncü araba dolaşır ve tenha kıyıları gezer. Kolluk kuvveti veya devriye olup olmadığına bakarak keşif yapar."

2004 yılında AB'nin, şimdiki yeni adıyla sınır ve sahil güvenlik birimi Frontex kuruldu. Ve AB, göçün salt dış sınırlara bariyerler, duvarlar örerek engellenemeyeceğini idrak etti. 2005 yılından itibaren göçü küresel bir politika aracılığıyla önlemenin yollarını aramaya başladı. 2016 yılındaki AB-Türkiye mutabakatı da onun bir parçasıydı. Yani 2015 yılındaki büyük göç hareketiyle birlikte bir anda Türkiye de bu coğrafyalardan biri haline geldi. Ancak hepimizin bildiği gibi bu siyasi hedef amacına ulaşmak şöyle dursun, anlaşma yaptığı komşu ülkelere tamamen göç üzerinden şekillenen siyasi bir avantaj sağladı. Ve hem AB'nin kendi içerisinde, hem de onun uluslararası anlamda kurduğu ilişkiler açısından tamamen göçmen politikaları üzerinden şekillenen, karşılıklı oynanan kartlar eşliğinde bir diplomasiye dönüşmüş oldu.

'ŞİDDET EYLEMLERİ SINIR KONTROLLERİNİN RUTİNİ HALİNE GELDİ'

Bu yoğunlaşan ve ağırlaşan göç hareketi ile birlikte daha fazla yük taşımak durumunda kalan Yunanistan gibi AB’nin sınır ülkelerinde ne gibi uluslararası hukuk ihlallerine şahit oluyoruz?

AB'nin sınır ülkeleri ve aslında adeta bir tampon bölge haline gelen komşu ülkeler, tüm bu sınır politikalarında yükün daha fazlasını üstlenmek zorunda kaldılar. Ve gittikçe daha da artan şiddet eylemleri sınır kontrollerinin bir rutini haline geldi. Dolayısıyla tüm bu göç ve sınır kontrol mekanizmalarının bizatihi kendisi zaten uluslararası hukukun ihlalidir.

Bugünün dünyasında 1945 sonrası konjonktürün ihtiyaçlarıyla belirlenmiş uluslararası metinlerin bir işlevselliği yok artık. Tam da bu yüzden belki de bakış açımızı ve söylemimizi değiştirip bizatihi hukukun kendisinin nasıl bir eşitsizlik düzlemi üzerinde şekillendiğini sorgulamamız lazım. Bizim bugün medyada ya da AB tarafından “mülteci krizi” olarak adlandırılan şey bir mülteci krizi değil; bizatihi bu siyasal ve iktisadi rejimin kendi krizidir. O nedenle biraz bu pencereden bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, yaşanan bütün bu vakaları bir istisnai hal olarak görmeye devam ettikçe, siyasi alanımızın da direniş alanının da daralacağını düşünüyorum.

'MÜLTECİLERİN TEMEL AMACI KARŞIKİ IŞIKLARA ULAŞMAKTIR'

Mültecilerin yola çıkış hikayesi nasıl başlıyor? Bir mülteci botu Türkiye kıyılarından ayrıldıktan sonra yolculuk boyunca neler geliyor başına?

Mülteciler genelde hava karardıktan sonra yolculuklarına başlarlar. Bazen kaçakçılar önayak olur, bazen de mültecilerin kendi ağları içerisinden insanlar bunu organize eder. Ege’deki bir kıyıda öncü araba dolaşır ve tenha kıyıları gezer. Kolluk kuvveti veya devriye olup olmadığına bakarak keşif yapar. Sonrasında mülteci grup o kıyıya getirilir. Kıyıda 10-15 dakika içerisinde lastik bot şişirilir. Grubun içerisinde genç bir erkeğe kabaca motoru nasıl sürmesi gerektiği öğretilir ve yolculuk böyle başlar.

Botlarda sanılanın aksine kaçakçılar grupla birlikte gitmezler. Genç erkeğe motoru nasıl kullanacağını öğrettikten sonra çoğunlukla gruba şu söylenir: "Şu gördüğün karşı ışıklara ulaşana kadar dümdüz gideceksin". Bottaki insanlar da öyle yaparlar. Gecenin zifiri karanlığında, tehlikeli dalgalarda, rüzgarda saatlerce sürecek ölümcül bir yolculuk da bu şekilde başlar. Yunan kıyıları Türkiye'den gözüktüğü için mültecilerin temel amacı karşıki ışıklara ulaşmaktır. Ona ulaşana kadar da durmazlar, durmadan gitmek isterler.

Ege Denizi üzerinde sınır koordinatlarıyla deniz üzerinde oluşturulan bir orta hat var. Eğer bu hattın Türkiye tarafında yakalanırlarsa sınır güvenliği gereği izinsiz geçiş yaptıklarından sahil güvenlik ekiplerince durdurulup sahil güvenlik botlarına aktarılırlar ve Türkiye limanlarına getirilirler. Mülteci botu, bu orta hat sınırını geçerse bu kez Yunan Sahil Güvenlik ya da Frontex ekibi botu durdurur. Mültecileri kendi botlarına aktarıp adalardaki limanlara getirirler. Tabii bu orta hat sınırını geçerek Yunanistan sularına vardıkları durumda gerçekleşen bir rutin. Eğer bot yolculuk esnasında batma riski yaşarsa bu sefer mülteciler, sahil güvenlik acil hatlarını ya da tüm Akdeniz’de kurtarma operasyonları için oluşturulmuş sivil bir platform olan Alarm Phone’u arayarak kurtarma talep ederler. Alarm Phone, mülteciler arasında şaşırtıcı derecede yaygın olan bir bilgidir.

'GERİ İTME, EGE DENİZİ’NİN RUTİNİ'

Sizin de Yunanistan’da bulunduğunuz yıllarda geri itme uygulamasıyla birlikte botların batırıldığına dair haberler yaygındı. Yunanistan’daki güvenlik güçleri botların durdurulması için ne tür yöntemler kullanıyorlar? Siz hiç tanıklık ettiniz mi?

Geri itme uygulaması, Yunan güvenlik güçlerinin mülteci botu tam orta hattı geçecekken çeşitli askeri tekniklerle botu Türkiye tarafına doğru itmeye çalışmalarıdır. Bunun için pek çok teknik kullanılıyor. Mesela deniz üzerinde kendi sürat botlarıyla dalga yaratıp ya da manevra yaparak mülteci botunu Türkiye tarafına ittirirler. Bazen de botun motoruna halat atarak motoru çıkarır ve botu durdurup ilerlemesini engellerler. Kimi zaman oldukça ilkel bir yolla kanca kullanarak ittirirler. Bazen de botu söndürürler.

Bunlar 2015 yılından bu yana tanıklık ettiğimiz teknikler. Bunlara her gün yenileri ekleniyor ki son haftalarda yeni görüntüler gelmeye başladı. Üçgen şeklinde, fermuarla kapatılmış yüzen çadırlar yapmışlar. Mültecileri bu çadırlara koyarak Türkiye kıyılarına geri gönderiyorlar. Son iki haftadır içi mülteci dolu, yüzen çadırlar Türkiye kıyılarına gelmeye başladı. İnsan hakları aktörleri de dahil tam olarak o sahada ne yaşandığı bilinmediği için genelde bu geri itme tekniklerini yine bir istisnai hal zannederiz. Ama orada yaşayan herkesin bildiği gibi bu uygulamalar neredeyse Ege Denizi’nin rutini. Bunlar düşündüğümüz gibi istisna değil. Ben de dahil orada arama kurtarmada bulunan insanların çokça tanıklık ettiği şeyler.

'BOTTAN ÇIKARDIĞINIZDA HER AN KUCAĞINIZDA BİRİSİ ÖLEBİLİR'

Saha araştırmanız boyunca aynı zamanda Midilli’de arama kurtarma operasyonlarında gönüllü olarak bulundunuz. Bu dönem boyunca botu kıyıya yanaşan mültecilere ne tür müdahalelerde bulunuyordunuz? Bize denizdeki deneyimlerinizi aktarır mısınız?

Mülteci botu orta hat sınırını geçip Yunan sularında çeşitli yollarla tespit edildiği anda Yunan Sahil Güvenliği veya Frontex, denizde mülteci botuna doğru harekete geçer. Deniz ortasında onu durdurur. Mülteciler o esnada Yunan sularına girip girmediklerini bilmediklerinden karşılarına çıkan tüm kolluk kuvvetlerinden kaçarlar. Çünkü ne olursa olsun bot kıyıya yanaşana kadar mülteciler durmak istemiyor. Güvenlik güçleri ise onları durdurmaya çalışır deniz üzerinde. Hem sınırı izinsiz geçtikleri için hem de insanları kamplara koyabilmek için. Aksi halde mülteciler adaya kendileri çıktıkları anda tamamen denetimden kaçmış hale geliyorlar. O yüzden botu durdurup kendi botlarına alarak Midilli'deki limana getiriyorlar.

Bot limana yanaştığında neredeyse tüm işi STK'lar yapıyor. Güvenlik güçleri genelde limanda bizim başımızda denetleme amacıyla dururlar. İnsanların bottan alınmasıyla birlikte hipotermi riskine karşı alüminyumdan yapılma kurtarma battaniyesini kıyafetlerinin içinden geçirerek örtmek zorundasınız. Organ donması riskine karşı ilk yaptığımız iş bu oluyor. Tabii mahremiyet açısından erkekler ve kadınlar olarak görev paylaşımı yapıp öncelikli olarak battaniyeyi geçirmek için onlardan izin almamız gerekiyor.

Midilli'de Skala Sikamineas limanı. (Görme engelliler için fotoğraf betimlemesi: Küçük teknelerin bağlı olduğu Skala Sikamineas Limanı'nda gün batmak üzere. Gökyüzündeki açık; mavi, mor, turuncu renkler ufukta durmakta. Sağda küçük, yeşil bir adacık yer alıyor. Bir tekne denizde ufka doğru ilerliyor.)

Sonrasında ağır vakalarda devreye giren çok az sayıda doktor ve hemşire bizlere yardımcı oluyor. Öyle bir an ki, bottan çıkarttığınızda her an kucağınızda biri ölebilir. Çok fazla çocuk, genç, hamile kadın, kronik hastalığı olan insanlar var. Her an birisinin kucağınızda ölme ihtimaline karşı hem sakin hem de çok çabuk olmak zorundasınız. Tabii insanların her tarafları ıslak ve büyük bir kısmı şok ve travma içerisinde. Zaten pek çoğunun yolculuk esnasında ortaya çıkan ya da kronik sağlık sorunları var. Her an doğurma riski olan hamile kadınlar olabiliyor. Bu insanların maruz bırakıldığı bu zulme ve ölümle yaşam arasındaki o çok ince çizgiye çok yakından tanıklık ettim.

Bunları yaşamak, tanıklık etmek kolay değil…

Evet, her an ölme riski olan 20-30 mülteci size bakıyor ve kim olduğunuz hakkında hiçbir fikri yok. Çoğunlukla nereye geldiklerini dahi bilmiyorlar. STK'daki gönüllü de ona yabancı, elinde silah tutan güvenlik gücü de… O yüzden ilk bot yanaştığı zaman şunu söylemeye çalışıyorduk: "Şu an bir Avrupa kıyısında, Yunan adasına yanaşmış durumdasınız. Bizler gönüllü çalışanlarız. Sizleri bottan indirip ilk yardım müdahalesi yapacağız. Korkmayın, sakin bir şekilde sizleri karaya aktaracağız." İlk hamlemiz bu oluyor. En üzücü olansa bottan çıkartıldıktan sonra direkt gideceklerini zannediyorlar. Benimle iletişim kuran mültecilerin ilk soruları "Almanya'ya, Fransa'ya doğru gideceğiz şimdi değil mi?" oluyor. Kampa konulacaklarını, aylarca belirsiz bir süre kampta kalacaklarını da çoğunlukla bilmiyorlar.

'TÜRKÇE KONUŞTUĞUMDA TRAVMATİZE OLAN İNSANLAR OLDU'

Peki, mültecilerle ilk anda Türkçe konuştuğunuzda yeniden Türkiye'ye geldikleri duygusunu yaşamıyorlar mı?

O benim için travmatik bir durum. Mülteci botu kıyıya yanaştığı zaman Arapça, Kürtçe ya da Farsça tercüman nadiren bulunduğu için bottaki mültecilere ben bilgi veriyordum. Çünkü mülteci botlarında genelde çocuklar ve gençler az da olsa Türkçe biliyorlar. İlk başlarda sağlık durumlarını sorduğum için ağlayan, krize giren, Türkiye'ye geri getirildiğini ve Avrupa’ya ulaşamadığını zannedip travmatize olan insanlar oldu. İlk haftadan sonra onlara Avrupa’da olduklarına dair bilgi vermeye başladım. İlk cümlem "Ben Türkiyeliyim ama korkmayın! Burası Yunanistan" şeklinde oluyordu ki korku yaşamasınlar.

Ne tür sorunlarla karşı karşıya kaldınız? Özellikle Yunan güvenlik güçleriyle yaşadığınız sorunlar nelerdi?

STK'ların yaşamsal risk olsun olmasın mülteci botunu gördükleri anda Yunan sahil güvenliğini haberdar etmeleri gerekiyor. Ancak onlardan izin çıktığında botun yanına gidebilirsiniz. İzinsiz gidildiği an kaçakçı sayılıp gözaltına alınabilirsiniz.

Sahada güvenlik güçleriyle irtibatı sağlayan ve sesli alarm koyduğumuz Whatsapp gruplarımız var. Çünkü günün her saatinde mülteci botu gelebilir. Alarm çaldığında Yunan sahil güvenliği 10 dakika içinde şu koordinatlarda bota yaklaşın diyor. Biz gönüllüler de hemen hazırlanıp limana gidiyoruz. O iletişim mutlaka Whatsapp üzerinden ya da ortak bir telsiz üzerinden gerçekleşiyor.

Bot batması durumunda denizde boğulma riski olan insanlardan söz ediyoruz. Her ne kadar Whatsapp’tan izin alsanız da sizin limana gitmeniz, limandan bota binmeniz, bottan o mültecinin yanına gitmeniz zaten bir zaman alıyor. İzin gelmeden de çıkamıyorsunuz. Yani bürokratik sürece takılmasanız dahi sürecin kendisi zaman alıyor. Bütün bu mevzulardan ötürü güvenlik güçleriyle STK'lar arasında daimi olarak çekişmeli bir işbirliği mevcut. Özellikle son yıllarda STK’lara olan baskı daha da artmış durumda. Onlar da olabildiğince o alanda kalma mücadelesi veriyorlar. Çünkü Yunan sahil güvenliğinin kararına bağlı olarak alandan atılabilirler. Ve STK’lar orada kalabilmek, varlıklarını sürdürebilmek adına tanıklık ettikleri pek çok şiddet vakasını da kamusallaştırmaktan imtina edebiliyorlar.

'BİZİ GENELLİKLE MÜLTECİLER TESELLİ EDER'

Bir de fotoğrafın diğer yüzünden, STK’lar ile mülteciler arasındaki ilişkinin boyutundan bahseder misiniz?

Nasıl ki güvenlik güçleriyle aranızda siyasi pozisyon hamleleri yapıyorsanız, diğer taraftan mülteciyle kurduğunuz ilişkide de pek çok etik sorunla karşılaşıyorsunuz. Yani sizin kim olduğunuz, imtiyazlı konumunuz ve madunla kurduğunuz bütün ilişki pek çok etik sorunsalı da peşinde getiriyor. Elbette orada gönüllü olarak bulunmanın zorlukları mevcut. Gece-gündüz her an bot gelebilir ve sizin 5 dakika içerisinde hazır olup limana inmeniz gerekli. Karşılaşacağınız şey her ne olursa olsun sakin kalmalısınız. Bunu her gün yapabilmek kolay olmuyor. Ancak ben her akşam şunu tekrarladım kendime: “Acı, onların acısı, bundan rol çalma.” Orada bulunduğum süre içerisinde ortamdaki en güçlü insanlar hep mültecilerdi.

"Moria'yı kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Bu dünyadaki cehennemin billurlaştığı bir alan varsa, benim tanıklık ettiğim kadarıyla Moria derim..."

Limandan sonra onları geceyi geçirebilmeleri için geçici bir kampa götürüyoruz. Kampta kazanlarla yemek yapımı, kıyafet dağıtımı vb. işlerin hepsini biz yapıyoruz ve bütün gece nöbetleşe onlarla birlikte kalıyoruz. Kampa gelince gönüllülerde duygusal boşalmayla birlikte ağlama krizine girenler çok oluyor. Öyle durumlarda bizi genellikle mülteciler teselli eder. Bu, imtiyazlı olanın ne kadar kırılgan bir öznelliğe sahip olduğunun da göstergesi tabii. Bir akşam, bir genç yanıma gelip "Üzülme abla, biz neler gördük. Bize sıkıntı tınne" demişti. Omzuma elini koyarak teselli etmeye çalışmıştı beni. O an garip bir utanç duygusu kaplıyor insanı. Ve tabii ki direnmeyi de onlardan öğreniyorsun.

'CEHENNEMİN BİLLURLAŞTIĞI BİR ALAN VARSA MORIA DERİM'

Mültecilerin GGM gibi adeta birer cezaevi şeklinde işletilen merkezlerde sürekli hak ihlaline maruz kaldığını biliyoruz. Yunanistan’da bu kapatılma durumu nasıl yönetiliyor?

Köydeki geçici kamptan sonra BM arabaları mültecileri, merkezdeki Moria Kampı’na götürüyorlar. Pek çoklarının medyadan, raporlardan, belgesellerden görüp duyduğu o vahim kamp Moria. Moria, bilindiği üzere günümüz dünyasında koşulları en kötü kamp seçildi. Pek çok kişi belki medyadan nasıl bir yer olduğunu takip ediyordur ama aklınıza getirin desem bile tahayyül edemeyeceğiniz koşullarda bir yer orası. Su yok, tuvalet yok, çok az sayıda olan plastik tuvaletler sürekli dışarı taşıyor, tüm bir kampta çok ağır bir koku her yere sinmiş durumda. Kamp içerisinde korkunç bir şiddet, kavga ve taciz var. Farklı mülteci grupları içerisinde problemler yaşanıyor. Çünkü bu kamplar homojen mülteci gruplarının kaldığı yerler değil. Bunlar çatışma bölgesinden gelen ve yer yer birbirleriyle de çatışmış,, bambaşka etnik, dini, politik geçmişten gelen gruplar ve siz bunların hepsini aynı anda kapalı bir alanın içerisinde hapsediyorsunuz.

Moria’da kolluk kuvvetlerinin mültecilere uyguladığı şiddet, erkeklerin kadınlara ve çocuklara yönelik taciz-tecavüzü, zaten o kampın olağan durumu haline gelmiş durumda. Ve bu insanlar aylarca gelecekleri hakkında en ufak bir bilgileri, fikirleri olmadan orada öylece bekliyorlar. Sonu gelmeyen bir bekleyiş. Buna dair önlerinde görebilecekleri hiçbir ipucu yok. Kağıt üzerinde bürokratik hiçbir işlem yapılmıyor. Yani Moria'yı ben kelimelere dökmekte zorlanıyorum. Bu dünyadaki cehennemin billurlaştığı bir alan varsa, benim tanıklık ettiğim kadarıyla Moria derim.

'MÜLTECİLER ARTIK YOKSUL DEĞİL, AÇ HALE GELDİLER'

Pandeminin hemen öncesinde Edirne Pazarkule’de Yunanistan’a geçmek isteyen mültecilerin günlerce tampon bölgede çok zor koşullar altında kaldıklarını gördük. Elbette pandemi sırasında bu geçişler azaldı, ancak bizi nasıl bir yaz bekliyor?

Hatırlayacak olursanız Edirne sürecinde sınırların açıldığı bilgisi yayılmaya başlayınca aynı zamanda Midilli de karıştı. Çünkü bir anda orada da “Türkiye sınırları açmış, milyonlar geliyormuş” gibi haberler çıkmaya başladı. Var olan şu anki sağ yönetimin kızıştırdığı, yavaş yavaş hazırladığı bir kitle zaten var. Bir de bu haberin yayılmasıyla birlikte mülteci karşıtlığı 2015'ten bu yana ilk defa bu denli arttı. Benim de çalıştığım geçici kampı yaktılar. Limana yanaşan birkaç mülteci botunu denize ittirmek istediler. Çalışan STK gönüllüleri sokakta, kafelerde dövülmeye başlandı. Ancak Edirne olayları bitene yakın anladılar ki 2015'teki gibi milyonlar gelmiyor. Böyle bir gerçeklik de yok şu an.

Ancak bu yaz, normalleşme süreciyle birlikte büyük bir hareketliliğin olacağını bekleyenler az değil. Pandemi sürecinde ise, Türkiye'nin genel içinde bulunduğu ekonomik durumda, herkesi etkileyen, herkesi yoksullaştıran durumu da göz önüne aldığımızda, mülteciler artık yoksul değil, bizatihi aç hale geldiler. Bu sebeple, bu yaz hareketliliğin tekrar yaşanacağını tahmin etmek herhalde mümkün. Yunan güvenlik güçlerinin yeni geri itme tekniklerini bulması, şiddetini son haftalarda daha da arttırması da buna işaret.

'MİLYONLARCA GÖÇMENİN BEDENİ KÜRESEL EŞİTSİZLİĞİN İFŞASI'

Bütün dünyada artan sınır kontrollerini düşündüğümüzde, bu bize günümüzün siyasetine dair ne söyler?

Sınırlar, aslında özünde çok temel bir iktidar mantığını barındırır. Hangi bedenler bir yerden başka bir yere hareket edebilir, kimler edemez? Bu sadece insanların değil, canlı ya da cansız tüm varlıkların hareketliliğini yönetmek; parada, finansta, kapitalde, teknolojide, gıdalarda, hepsini katabilirsiniz. Bu sebeple siyasal ve toplumsal hayatta sınırlar, devletin yapısı, vatandaşlık, egemenlik, iktisadi rejim ve insanlar arasında inşa edilmiş tüm hiyerarşilerle doğrudan ilişkili. Özellikle son 20 yıldır ise, sınırlar, küresel eşitsizliğin neticesinde göç etmek zorunda kalan milyonlarca insanı engellemek için inşa ediliyor. Yollara dökülen milyonlarca göçmenin bedeni, bu küresel eşitsizliğin en çıplak ifşasıdır. Tüm dünyada yoksullaşma sürecinin en alt segmentini oluşturup sığındıkları ülkelerde göz ardı edilmesi en kolay olan topluluk.

Ancak hâlâ eşit ve özgür bir dünya arzulayan insanların bu gerçekliği görebildiğini düşünmüyorum. 21. yüzyıl, bir önceki yüzyılın tarihsel pratikleriyle ve daha vatandaş odaklı örgütlenme aklıyla anlaşılabilecek bir dönem değil. Günümüzde, göçmeni örgütlenmenin ve dayanışmanın en temel öznesi haline getirmek zorunda olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Hâlâ daha düşünsel ve pratikte kendini özgürlükçü ve eşitlikçi kanatta gören insanların bu görme biçimine eriştiklerini düşünmüyorum. Göçmen, bir tarafta her gün medyada sayılara ve istatistiklere indirgenerek nesneleştirilen bir topluluk. Diğer taraftan ise, aciz, çaresiz ve iradesiz olarak konumlandırılıp herkesin vicdan gösterisi yaptığı bir grup. Dünya Mülteciler Günü’nde şunu dileyebilirim; umarım göçmeni, acıdığımız, merhamet duyduğumuz, vicdanımızı rahatlatmak için ufak iyilikler yaptığımız bir topluluk olarak görmekten çıkıp onları bir siyasi özne olarak, hem de bu dünyanın çok temel bir aktörü olarak görmeye başlarız. Ancak bu temelde oluşturulan dayanışma ağları bir değişimin öncüsü olabilir.

Etiketler Mülteci Yunanistan Ege