Hidayet Şefkatli Tuksal: Ayasofya ve İstanbul Sözleşmesi önceden planlanmış bir strateji değil
2011’de imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi'ni onaylayan ilk ülke Türkiye olmuştu. Bugün ise bu sözleşmeden çıkılacağına dair söylemlerde bulunuluyor. İlahiyatçı feminist yazar Hidayet Şefkatli Tuksal “Hükümet, oylarını kaybetmemek için kadınların taleplerini dikkate almak zorunda kalacaktır diye düşünüyorum ki Bahçeli şimdiden bunun işaretini verdi” diyor. Tuksal, Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi ve İstanbul Sözleşmesi çıkışları için “Bence bunlar önceden düşünülmüş, planlanmış bir stratejinin parçası değiller” diyor.
DUVAR - 11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldığı için 'İstanbul Sözleşmesi' ismiyle anılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni imzalayan ilk ülke Türkiye olmuştu.
1 Ağustos 2014'te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi, kadınlar ile erkekler arasındaki tarihsel eşitlikçi olmayan güç ilişkisinin bilinciyle hukuk içtihatını düzenleyen bir takım önlem ve yükümlülükler içeriyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılacağına dair verilen ilk sinyal Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Temmuz’da yapılan AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda söyledikleriydi:
"Çalışıp gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın. Halkın talebi kaldırılması yönündeyse, buna göre bir karar verilsin. Halk ne derse o olur.”
Toplantıdan bir gün sonra AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş çeşitli yerel televizyon kanallarında aynı anda canlı yayımlanan "Anadolu Soruyor" programında şunları söyledi:
"İstanbul Sözleşmesi olmazsa Türkiye'de kadına karşı şiddet artar tezi de bir şehir efsanesidir. Yalan yanlış propagandadır. (…) Bunun aileye zarar verdiği konusunda endişeler var. Nasıl usulünü yerine getirerek bu sözleşme imzalanmışsa, aynı şekilde usulü yerine getirilerek bu sözleşmeden çıkılır.”
Ayasofya Müzesi'nin camiye dönüştürülmesi, İstanbul Sözleşmesi derken hükümet nereye varmak istiyor? Bütün bu hamlelerin ideolojik saikleri neler? Hükümet kendi ideolojilerini tasdikleyen ve buna göre söz söyleyen yeni bir ulema sınıfı yaratmış olabilir mi? İlahiyatçılar özgürce konuşabiliyorlar mı?
'Kadın Aleyhtarı Rivayetler Üzerinde Ataerkil Geleneğin Tesirleri' konulu teziyle doktorasını veren, 1994 yılından beri Başkent Kadın Platformu'nun aktif üyesi olan ilahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal’la konuştuk.
İstanbul Sözleşmesinden niye çıkmak isteniyor?
Yakın zamanlarda yapılan bir ankette, İstanbul Sözleşmesinin toplumun büyük çoğunluğu tarafından bilinmediği ortaya çıkmıştı. Hukuki bir metin olduğunu düşündükleri için okumuyorlar ve lobilerin propogandalarına göre karar verip görüş beyan ediyor insanlar genellikle. Bu belki yönetim kademesi için de geçerli. İçinde hukukçuların da olduğu Sözleşme karşıtı bir lobinin propogandaları sonucunda toplumda bir hassasiyet oluştu. Bu hassasiyete olumlu cevap vermenin, tabandaki muhafazakar kitlenin memnuniyetini getireceği ve Ak Partiye desteğin devam edeceği beklentisinden hareket ediliyor. Bence mesele en genel çizgileriyle bu şekilde açıklanabilir.
Sözleşmenin milli değerleri, aile mefhumunu olumsuz anlamda etkilediği dile getiriliyor. Hükümet kendi ideolojilerini tasdikleyen ve buna göre söz söyleyen yeni bir ulema sınıfı yaratmış olabilir mi? İlahiyatçılar özgürce konuşabiliyorlar mı?
Bu ülkede her dönem hakim grupların, hükümetlerin sözcüleri gibi davranan ilahiyatçılar olmuştur, muhalefet eden ilahiyatçılar da olmuştur. Ama genelde, başına iş almamak için susan ilahiyatçı sayısı daha fazla olmuştur. İlahiyatçıları hükümetler değil, ilahiyat fakülteleri yetiştirir. 28 Şubat sürecinde İmam hatipli öğrencilere getirilen katsayı engellemesi yüzünden başka mesleklere yönelmek isteyen, doktor, mühendis, fizikçi olmak isteyen pek çok genç istemediği halde ilahiyatçı olmak zorunda kaldı. O günlerde yaşadıkları zorbalığa, bu gün hükümete destek olarak karşılık veriyor olabilirler. Bu mesele sadece bugünkü hükümetin niyetleri ve icraatları ile açıklanamayacak kadar eski bir meseledir.
‘DİNDAR KADINLAR ÖZGÜRCE YAŞAYACAKLARI BİR YAŞAM İÇİN MÜCADELE VERDİLER’
Eski bir mesele derken hangi döneme işaret ediyorsunuz?
Cumhuriyetin ilk yılları ve Tek Parti dönemi boyunca uygulanan din karşıtı politikaların da bir sonucudur bu gün yaşananlar. O günlerde yaratılan derin kutuplaşmanın bu günlere kalmış izleri, etkileri ve sonuçlarıdır bu gün yaşadıklarımız, maalesef. Hükümetin icraatlarına karşı çıkan ilahiyatçıların bir kısmı susuyor ama bir kısmı da özgürce konuşuyor. Önümüzdeki günlerde başlarına bir şey gelmezse, demek ki özgürce konuşma imkanı varmış diyebiliriz.
Müslüman ülkelerde kadınların özgürce yaşayacağı bir yaşam inşa edilebilir mi?
‘Kadınların özgürce yaşayacağı bir yaşam’ derken hangi standartlarda bir özgürlükten bahsettiğimizi belirlemek önemli bir ayrıntı. Çünkü kadınlar açısından özgürlük standartlarının yüksek olduğu düşünülen Fransa gibi bir ülkede, Müslüman bir kadın haşemayla plaja gittiğinde, polisi buluyor karşısında mesela ve çeşitli kademelerde başörtüsü yasaklarıyla mesleğinden ve eğitim hayatından uzaklaşmak zorunda kalabiliyor. Ülkemizde de yıllarca dindar kadınlar özgürce yaşayacakları bir yaşam için mücadele vermek zorunda kaldılar hem de kimlere karşı… Üstelik burası Fransa değildi, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeydi. Belki de önce kadınların, kadın hakları savunucularının neyin özgürlük olduğu neyin olmadığı konusunda oturup birbirlerini dinlemeleri gerekiyor. İdeal olarak şunu söyleyebiliriz: Yasalarla düzenlenmiş bir alanda kimsenin kimseye karışma hakkının olmadığı ve bireysel seçimlerin güvence altına alındığı bir yaşam düzeni kadınlar için de özgürlük standartlarını yükseltebilir. Bunu yapan ülkeler var, ama Müslümanlar azınlık olduklarında savundukları ve yararlandıkları bu sistemi, çoğunluk olduklarında uygun bulmuyorlar genellikle.
Neden uygun bulmuyor?
Çünkü Müslüman toplumların dünya görüşlerini etkileyen kanaat önderleri, çok uzak bir geçmişte ve o günün şartlarına uygun olarak oluşturulan fıkıh kurallarını esas almaya devam ediyorlar. Dini anlayışlarını bu kanaat önderlerini izleyerek oluşturan kitleler de, bu yapıyı destekliyorlar. Ancak, bu yapının yekpare bir bütün olmadığını biliyoruz. Kadınlar konusunda en tutucu çevreler bile, erkeklerin hakim olduğu ticaret, siyaset, ekonomi vs. gibi alanlarda fıkhın hükümlerini yenileyerek, ya da fıkıhtan istedikleri fetvaları almayı becererek modern düzenlemelere uyum sağlayabiliyorlar. Burada istisna ettikleri konular genellikle kadın ve aile düzeniyle ilgili olanlar.
‘ÖZGÜRLÜĞÜN BEDELİ BAZEN KADINLAR İÇİN AĞIR OLABİLİYOR’
Niçin aile ve kadına ayrıca önem veriliyor?
Bu iki konu bütün dünyada bir tartışma alanı, çünkü kadın özgürlüğü konusunda ileri kabul edilen standartlara ulaşmış ülkelerde, bu sefer başka sorunlar ortaya çıkıyor ve onlara çözüm aranıyor. Biz erken yaşta çocuk evlilikleriyle çocuk istismarını konuşuyoruz, onlar çocuk anneleri konuşuyorlar. Kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüzler hem buraların, hem de oraların sorunu olmaya devam ediyor, ama şiddetle mücadele mekanizmaları oralarda daha güçlü. Tek ebeveynli aileler, yalnızlık, alkol ve uyuşturucu gibi bağımlılıklar kadınları çok etkileyen sorunlar olmaya devam ediyor. Mesela eski Sovyet sisteminin parçası olmuş ve yasal olarak kadınlara erkeklerle eşit düzeyde hak ve özgürlüğün tanındığı ülkeler üzerine yapılan akademik çalışmalarda, kadınları güçlendiren bu politikanın, erkeği ailesi ve çocukları konusunda ilgisiz ve sorumsuz hale getirerek, aileyle ilgili her şeyin kadınların sırtına yüklenmesiyle sonuçlandığından şikayetçi kadınlar. Bu yüzden dini gruplar bu ülkelerde çok fazla kadın destekçi bulabiliyor. Özgürlüğün bedeli ya da faturası bazen kadınların beklemediği kadar ağır da olabiliyor. Bu yüzden, böyle konularda, karşıt kesimlerin kadınlara yönelik ‘Sizin için neyin iyi ve güzel olduğunu biz biliriz, bizi dinleyin, kurtuluşa erin’ tavrından uzaklaşmaları gerekiyor. Her kesimde ideolojik katılığa kapılmadan, daha çok kadını dinleyerek belki de görüşlerin revize edilmesi gerekiyor.
‘AK PARTİ GEÇMİŞİN EZİK SİYASETLERİNE GÖRE ŞAHSİYETLİ BULUNUYOR’
Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi… Tüm bunlar ideolojik inşa sürecinin parçaları mı? Nereye varılmak isteniyor?
Bence bunlar önceden düşünülmüş, planlanmış bir stratejinin parçası değiller. Çünkü 1 yıl önce Ayasofya’nın ibadete açılmasını istenmedik sonuçlara yol açabilecek bir tavır olarak görüp, bu oyuna gelmeyeceğini söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yıl sonra sanki hiç bu sözleri söylememiş gibi farklı bir tutum sergiliyor. İstanbul Sözleşmesi de 2011 yılında Ak Parti hükümetinin inisiyatifiyle ve katılımıyla hazırlandı, imzalandı. Yani CHP değildi bu sözleşmeyi hazırlayan… Peki şimdi ne oldu da, bundan da geri adım atılması düşünülüyor? Bence iki konu da, Ak Partinin muhafazakar kesimde eriyen oylarıyla ilgili birer çare olarak, kısa dönem karı hedeflenerek ileri sürülmüş çözüm önerileri… Burada attıkları taşın ne kadar çok kurbağa ürküteceğine dair bir hesap yapılıyor ve gelecek tepkilerin yaratacağı endişe ortamının Ak Partinin eriyen tabanını yeniden konsolide etmesi umuluyor.
AK Parti’nin bugün geldiği yer için muhafazakar kesimlerde ne konuşuluyor?
Yaşları Ak Parti dönemi öncesine yeten yetişkinlerin önemli bir kısmı, geçmiş dönemlerde yaşanan sıkıntıları unutmuş değil. Hem siyasi, hem ekonomik, hem de dini anlamda çok daha kötü günler yaşandığını, küçük jakoben bir elitin akademiyi, yargıyı, askeriyeyi, ekonomiyi ve medyayı nasıl domine ettiğini, nasıl baskıcı sistemler kurduklarını ve ‘yurdum insanı’ diyebileceğimiz sıradan yurttaşları nasıl mutsuz ettiklerini hatırlıyorlar. Ve o günün mirasçısı olan siyasetçilere ne olursa olsun güvenmiyorlar. Erdoğan’ın ve Ak Parti’nin özellikle dış politikadaki atak siyasetleri, bedeli ağır sonuçlara gebe olsa da, geçmişin ‘ezik’ siyasetlerine göre daha şahsiyetli, itibarlı bulunuyor. Son 18 yılda vatandaşın hayatında çok şey değişti gerçekten de…
Mesela ne değişti?
En basiti, uçak gibi bir araca binebilmek imtiyazlı küçük bir kitlenin ayrıcalığı olmaktan çıktı, geniş kitlelerin erişebildiği bir imkan haline geldi. Bunları küçük şeyler sananlar yanılıyorlar. Bunlar vatandaşın nezdinde önemli şeylerdir; onları –kendi gözlerinde- ikinci sınıf yurttaş olmaktan çıkaran şeylerdir. Kürt ve Alevi meselesi konusunda başlatılan demokratikleşme adımlarının akim kalmasına, hatta sert kimlik politikalarına geri dönülmüş olmasına rağmen, sıradan vatandaşın bugün geçmişe göre çok daha itibarlı hale gelmesi, Ak Parti’nin muhafazakar kesimde çok takdir edilen başarılarıdır. Ancak, Ak Parti’nin bu politikalarında istikrar olmaması, FETÖ meselesinde olduğu gibi her şeyin bir anda tersine dönebilecek bir kırılganlıkta olması, yeni sistemde kurumların ve kurumsallığın etkisizleşmesi, ekonominin kötüleşmesi ve daha da kötüleşeceğine dair kaygılar muhafazakar kesimin bu sadık kesimlerini de endişelendiriyor.
Muhafazakar kesimin gençleri ise, büyüklerinin hatıralarından haberdar olsa da, daha geniş bir perspektiften, daha farklı alternatiflere de sıcak bakan, daha ılımlı ve daha az sadık bir kitleyi oluşturuyor. Onlar daha eleştiren bir taraftalar ve özgürlükleri daha çok önemsiyorlar diye düşünüyorum. Özellikle muhafazakar kesimdeki genç kadınların kadın haklarından geriye gidiş anlamına gelecek her adımda tepki duyduklarını, bunu çok yüksek sesle ifade edemeseler de, bu konuda kaygılı olduklarını görüyorum. Yakın zamanda twitterda gerçekleştirilen erkeklerle ilgili bir eyleme çok sayıda kadının katılmış olması çok önemli bir göstergeydi ve bu muhafazakar erkekleri bayağı tedirgin etti. Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet meselesi ve bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi de, genç kadınların yakından takip ettiği meseleler. Hükümet, oylarını kaybetmemek için kadınların taleplerini dikkate almak zorunda kalacaktır diye düşünüyorum ki Bahçeli şimdiden bunun işaretini verdi.