Ölüm orucu eylemcileri anlatıyor: Toplumsal destek şart

Cezaevinde kaldığı süre boyunca pek çok defa ölüm orucu eylemi yapan Mustafa Yaşar “Bugün yapılan ölüm orucu eylemlerine saygı duyuyorum ama bana göre doğru değil. Çünkü her şeyden önce toplumsal destekleri yok” diyor. 1984’de Metris Cezaevi’nde, 2000’de Niğde Cezaevi’nde ölüm orucunda olan Esma Ekinci “Her direniş kendi kazanımını mutlaka elde eder" diye konuşuyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı ise devletin tutumunun nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor: "Daha önceki yıllarda Adalet Bakanı olsun diğer bakanlar olsun ulaşılabilir ve iletişim kurulabilirdi. Bu dönemde iletişim kurma olanağı yok.”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Özellikle 1990’lardan bu yana tercih edilen ve bir direnme biçimi olarak görülen ölüm orucu ve açlık grevlerinin tarihi 12 Eylül 1980 askeri darbesi öncesi yıllara kadar uzanıyor.

Nisan 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idamlarından önce Mamak Askeri Cezaevi'nde 12 günlük bir açlık grevi başlatmışlardı.

12 Eylül Darbesi'nden önce ve sonra çok sayıda açlık grevleri yapıldı. Bu açlık grevlerinde özellikle Metris, Mamak ve Diyarbakır gibi cezaevleri ön plandaydı. Taleplerin başında tek tip elbise uygulamasının kaldırılması yer alıyordu.

1990’lı yıllara gelindiğinde ise bugünkü F Tipi cezaevlerine geçişle ilgili ilk adım kabul edilen 1940'lı yıllarda özel işkence odaları olarak kullanılan 'tabutluklar' gündeme getirildiğinde ölüm orucu eylemlerine başvuruldu.

Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın 6 Mayıs genelgesiyle Eskişehir’de bir kez daha gündeme getirdiği tabutluklara karşı başlatılan ölüm orucu eylemi sonraki süreçte 'tutsakların, yargılandıkları şehirdeki cezaevlerinde bulunması' taleplerine kadar genişletildi.

2000’li yıllara gelindiğinde ise dünyanın en uzun süreli ve en kitlesel açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri yapıldı. F Tipi Cezaevlerine karşı başlatılan ve 19 Aralık 2000’de 'Hayata Dönüş Operasyonu'na karşı cezaevlerindeki tüm tutsakları kapsayacak şekilde devam ettirilen eylemler 7 yıl sürdü.

'Hayat Dönüş Operasyonu' kapsamında 20 cezaevine yönelik yapılan saldırıda 2’si asker 30’u mahpus 32 kişi öldürüldü. Yüzlerce mahpus ağır yaralandı. Sonraki süreçte başlatılan açlık grevi ve ölüm orucunda 122 insan öldü. Sağ kalanlar ise “Wernicke-Korsakoff Sendromu” denilen kalıcı hastalığa yakalandıkları için bedenlerinde kalan kimi hasarlarla yaşamaya devam ediyorlar.

Türkiye’de yakın zamanda ölüm orucunda üç insan öldü. Mustafa Koçak, Helin Bölek, İbrahim Gökçek. Türkiye’deki açlık ve ölüm orucu eylemleri devletin hiçbir dönemde ilgi alanına girmedi. Sokakta karşılığının olduğu, toplumsal ilgiye mazhar olduğu zamanlar ise 90’lı yıllar olduğu söylenebilir.

Buna karşılık 1980 ve 1981 yıllarında İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesi veren IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) militanlarının yapmış olduğu açlık grevinde ölen Sands’ın cenaze törenine 100 bin kişinin katıldığı biliniyor. Grev Kuzey İrlanda’da 'H Blokları' adlı özel tip cezaevindeki baskıların son bulması, tek tip elbise dayatmasından vazgeçilmesi ve IRA mahkûmlarına siyasi statü tanınması talebiyle başlatılmıştı.

Gazete Duvar olarak çeşitli zamanlarda ölüm orucu ve açlık grevi eylemine başvuran eski mahpuslarla konuştuk. Bir direniş biçimi olarak 'ölüm orucu eylemi'ne bakışları değişti mi? O günden bu yana devletin yaklaşımında değişiklik var mı? Eylemleri anlamlı buluyorlar mı? Yeterince kamuoyu oluşuyor mu?

62 yaşında, 16 yıl cezaevinde kalan Mustafa Yaşar, ölüm orucu eylemleri için “Saymakla bitmez” diyor öncelikle. “1993’te Malatya Cezaevi’nde 60 gün, 1995’te yine 41 gün açlık grevindeydim. 1996 yılında Bursa Cezaevi’nde 69 gün ölüm orucundaydım. 2000’de 350 gün ölüm orucunda kaldım. Aklıma gelenler bunlar…”

‘2000’LERDE KİTLELERİN SOKAĞA DÖKÜLDÜĞÜ BİR ORTAM KALMAMIŞTI’

Yaşar, şimdiden farklı olarak bu dönemler için toplumsal desteğin olduğundan bahsediyor. 1993 yılından başlayarak 2000’li yıllara kadar değişen toplumsal desteği şöyle anlatıyor:

“Seyfi Oktay’ın Adalet Bakanı olduğu 1993’teki eylemimizde toplumsal desteğimiz vardı. Malatyanın sokaklarında, çevre illerde taleplerimiz kabul edilsin diye eylem yapıyordu insanlar. 1995’te Buca Cezaevi’ne saldırılmıştı. 4 arkadaşımız yaşamını yitirdi. Onlarcası kafaları patlatılarak dövüldü. Onu protesto etmek için bütün cezaevlerinde açlık grevine girildi. Yine bunun için de birçok ilde sokakta eylemler yapıldı. Dayak yedi insanlar ama yılmadılar. O zaman da toplumsal destek vardı. 47. günde Buca’daki arkadaşlarımızın sorunları çözüldü. Biz de eylemi bıraktık. 1996 ölüm orucunda Bursa Cezaevi'nde 12 dostumuzu kaybetttik. 4’ü son nefesini benim kucağımda verdi. Hayati Yazıcı, Ali Hayata, Hicabi Küçük, Mustafa Kaya… Hicabi Küçük 22 yaşında, üniversite öğrencisi gencecik bir delikanlıydı. Ali Hayata 25 yaşındaydı. 1996’da ‘Eskişehir tabutluklarını’ açtılar. Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar. Bugünün F tiplerinin daha detaylı bir cezaevi modeliydi. Tutuklu ve hükümlüleri oraya götürmeye başladılar. Bunu protesto etmek için önce açlık grevine başladık. 45 günden sonra da ölüm orucuna çevirdik. Türkiye’nin her yerinde eylemler yapılıyordu. 69. gün eylem sonlandı çünkü talepler kabul edildi ve bitirdik. 2000 ölüm oruçlarına gelince toplumsal desteğin olmadığını gördük. 1996 ve öncesi gibi değildi. Kitlelerin sokağa döküldüğü bir ortam kalmamıştı. Devlet bütün toplumu o güne kadar susturmuştu. Düşünün, 24 cezaevine aynı anda saldırıyorlar. 34 insanı katlediyorlar. Yüzlercesini yaralıyorlar. Kollarından tutup F tiplerine götürüyorlar. (19 Aralık 2000’de yapılan Hayata Dönüş Operasyonu’ndan bahsediliyor) Kısacası 1996 ve öncelerinde olduğu gibi başta kitle örgütleri, demokrat, aydın insanlar sokaklara dökülebilseydi devlet bu adımı atamazdı.”

‘15-20 KİŞİYLE, KAHRAMANLAR ÖLMEZ SLOGANLARIYLA TOPRAĞA VERİLECEKLER’

Adil yargılanma talebiyle ölüm orucunda olan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD ) üyesi avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal için ne düşünüyor? Kamuoyunun ilgisi var mı? Dahası yakın dönem ölen İbrahim (Gökçek), Helin (Bölek) Mustafa (Koçak) hatırlanıyor mu? Mustafa Yaşar yanıtlıyor:

“Ölüm orucunun ne demek olduğunu bedeninde taşıdığı izlerden de dahil en iyi bilenlerden biriyim. Yeniyi kaydetmekte zorlanıyorum. Eskiyi hatırlıyorum. Yüzde 68 engelli raporum var. Bugün yapılan ölüm orucu eylemlerine saygı duyuyorum ama bana göre doğru değil. Çünkü her şeyden önce toplumsal destekleri yok. Yarın ya da bu gece birinin ölümünü duyacağız. 15-20 kişiyle kahramanlar ölmez, halk yenilmez sloganıyla toprağa verilecekler. 1 ay sonra da unutulacak. Mustafa Koçak’ta olduğu gibi…”

‘BU EYLEMLERİ TOPLUMA MAL EDECEK BİR ÖRGÜT YOKSA HİÇBİR ÖNEMİ YOK’

52 yaşındaki Rauf Erdem, 1996’da ve 19 Aralık’tan sonraki süreçte ölüm orucu eylemcisi olduğunu söylüyor. Son ölüm orucu 110 gün sürmüş. Denge kaybı yaşadığını ifade ediyor. O da çoğu ölüm orucu eylemcisi gibi Wernicke-Korsakoff sendromu tanısıyla yaşamaya devam ediyor.

“O dönem için doğruydu” diyor Erdem. “19 Aralık’tan sonra cezaevlerinde işkence vardı. Onu durdurmanın başlıca yolu yoktu.”

Erdem bugün yapılan eylemleri ise şöyle değerlendiriyor:

“Sadece ölüm orucu değil bu eylemleri topluma mal edecek bir örgüt yoksa hiçbir önemi yok.”

‘ÖLÜM ORUCU İNTİHAR DEĞİL, YAŞAMAK VE YAŞATMAK İÇİN ÇALIŞIYORSUN’

Esma Ekinci, öncelikle kıyaslama yapmak istemediğini, kendi dönemi için konuşmak istediğini dile getiriyor.

“Her şey kendi döneminde, kendi öznelliğiyle değerlendirilmeli. Genelleme yapmayı doğru bulmuyorum. 1984 ölüm orucu sürecinde Metris Cezaevi’ndeydim. O dönem askeri cezaevleri vardı. Tektip elbise dayatmasına karşı ölüm orucuna girilmişti. Ölüm orucundaki arkadaşlara destek vermek amacıyla açlık grevindeydik. 2000 yılında da Niğde Cezaevi’nde ölüm oruçcusuydum. 8 ay kadar sürdü.”

“O an sadece kendi vücudunla baş başa kalıyorsun” diyor Ekinci ve adı 'ölüm orucu' olsa da yaşamak ve yaşatmak için yapılan bir eylem biçimi olduğunun altını çiziyor:

“Ölüm orucuna ölmek için başlanmıyor. Vücudumuza karşı da savaşıyorduk biz. Ben günde 6 litre su içiyordum. Benim için en büyük travma oydu. Yaşamak için katlanıyordum. Vücudumu ayakta tutmak için… Sonuçta koyverirsen ölürsün. Ölümü yüceltmiyorsun, kendini ve başkalarını yaşatmaya çalışıyorsun. İntihar değil bu.”

‘DİRENİŞİMİZ BOŞA GİTMEDİ, HER EYLEMİN BİR KARŞILIĞI VARDIR’

“Ben de sakat kalanlardanım. Yürüyemiyorum. Çok yoğun beyin faaliyetleri yürüttüğüm zaman denge problemim artıyor. Yaşamım daha sıradan bir yaşama dönüşmek zorunda kaldı. Dışına çıktığım zaman zorlanıyorum” diyor Ekinci ve ekliyor:

“Yaşamımda olmazsa olmazların çiğnendiği noktada ben bu direnişe gönüllü olarak katıldım. İnsanca yaşam koşulları sadece fiziki koşullarda aranmaz. Düşünce ve inançlarıyla birlikte yaşam biçimlerini savunmak gerekiyor. Tereddüt etmedim. Şu an da F tiplerinin geldiği noktayı biliyoruz. İnsanlar beton mezarlara gömülüyor. O günden görülebiliyordu.”

Ekinci, Niğde Cezaevi’nde ölüm orucu eylemi sürerken Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırılmış. Sonra da Adli Tıp kararıyla tahliye olmuş. Yaşadığı dönemi şu sözlerle anlatıyor: “Bir insan kendisi tedavi istemediği sürece zorla müdahale o insan vücuduna saldırıdır. Bilincimi kaybettiğim süreçleri bilmiyorum. Bilincim açık olduğu sürece müdahaleyi kabul etmedim.”

Ekinci, “Her eylemin karşılığı vardır. Her direniş kendi kazanımını mutlaka elde eder” diyor. “1984’teki eylemin de karşılığı vardı. Cezaevlerinde çok fazla düzenleme olmasa bile mesela Metris Cezaevi, Mamak Cezaevi olmadı. 2000’deki eylem de öyle. Kendi sınırlarımızı çizdiğimiz bir eylemdi. Onun da kazanımı oldu. F tipi başlatıldığı zaman Amerika cezaevlerinde olduğu gibi zorla çalıştırılma Türkiye’de de uygulanacaktı. Bugün halen birçok marka cezaevlerinde üretiliyor. Marketlerin köle zinciri gibi… Bizim direnişimizden sonra uygulanamadı. Şu anda F Tipleri kapatılmamış olsa dahi boşa gitmedi direnişimiz diye düşünüyorum.”

‘DAHA ÖNCEKİ YILLARDA ADALET BAKANI OLSUN, DİĞER BAKANLIKLAR OLSUN İLETİŞİM KURULABİLİRDİ’

Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı, geçmişten bugüne devletin yaklaşımı değişti mi sorusuna şu şekilde yanıt veriyor:

“Müzakere yapmamakta direnme davranışı hep var olan bir devlet tekniği. Sonuçta bir protesto biçimi. Bir talepte bulunma yöntemi olarak kullanılıyor. Başka çıkar yıl olmadığını düşündükleri koşullarda bedenlerini, yaşamlarını kullanıyorlar. Devlet özellikle eylemin başlangıç dönemlerinde bu hak taleplerine bir müzakere yolu açmamayı bir yol olarak benimsiyor. Geçmişteki açlık grevi, ölüm orucu süreçlerine baktığınızda eninde sonunda bir müzakere kanalı açılır, yol açmaya çalışan insan hakları savunucularına, entelektüellere devlet bir biçimde kulak verirdi ama bu dönem bu şekil davranılmıyor. İbrahim Gökçek ve Helin Bölek için İçişleri Bakanlığı’na ulaşabilmiştik. Oradan da ‘önce onlar bıraksın, sonra düşünürüz’ gibi bir yanıt almıştık. Daha önceki yıllarda Adalet Bakanı olsun diğer bakanlar olsun ulaşılabilir ve iletişim kurulabilirdi. Bu dönemde iletişim kurma olanağı yok.”

Fincancı bir diğer farklılığın ise eylemlerin bağımsız hekimlerce izlenmemesi, sürecin takip edilmemesi olduğuna dikkat çekiyor:

“AKP iktidara geldiğinden bu yana olan açlık grevlerinde bağımsız hekimlerle izleme, değerlendirme süreçlerine katılım taleplerimiz hep geri çevrildi. Oysa daha öncesinde bu talepte bulunduğumuzda bağımsız hekimler olarak müdahaleyi kabul edip etmedikleri, açlık grevini sürdürüp sürdüremeyecekleri gibi her görüşmede sorular yöneltirdik. Bunu da bir tutanakla belgelerdik. Bu dönem hiçbir açlık grevini takip etme süreçlerine izin verilmedi.”

‘CİLT ALTI YAĞ DOKUSU KALMADIĞI İÇİN KEMİKLER KIRILABİLİR’

Zorla müdahalenin aslında ‘tıbbi müdahale’ olması hasebiyle kişiye nasıl zarar vereceği sorusunun yanıtı çoğunlukla yanlış biliniyor. Şebnem Korur Fincancı açıklıyor:

“Bir insanın isteği dışında tıbbi müdahalenin gerçekleşmesi çok zor bir iştir. Bilinci açık birine böyle bir müdahalede bulunabilmeniz için bağlamanız gerekir yani kısıtlamanız gerekir. Öyle olmadığı koşullarda serum taktınız, serumu çıkartıp atacak. Özellikle açlık grevlerinin ileri dönemlerinde bu tip girişimler fiziksel olarak o insana çok ciddi zararlar verebilir. Cilt altı yağ dokusu da kalmadığı için dokunduğunuzda kolayca kemiği dahi kırılabilir. Bu kadar hassas bir hale geliyor beden. İkincisi ruhsal olarak etkilerinden bahsedebiliriz. Bir kişinin istemediği bir tedavinin uygulanıyor olması o tedavinin yararlı olacağı anlamına gelmez. Ruhsal olarak buna direnç gösteren bir kişide tam tersi zararlı etkileri olabilir.”