Güneş doğar, güneş batar, Özkan Uğur
Özkan Uğur’un çalıp söyledikleriyle bize anlatmaya çalıştığı en önemli şey bence “başka türlüsünün mümkün” olduğuydu. Her şeyin başka bir yolu, başka bir hali, başka bir söyleniş ve yapılış biçimi olabilir. Bu, varoluşta sınırsızlığa ve ruhta uçsuz bucaksızlığa açılan en önemli penceredir. O bu pencereyi parmağıyla işaret ederken her zaman müstehzi gülümsemesiyle aynı zamanda kendini fazla ciddiye almamayı da öğütlüyordu adeta. Bu da, o pencerenin yanı başındaki kapıdır.
“Güneş doğar güneş batar
Ama insan uyumaz bazen, düşünür
Geceler kısa, çabuk geçer
Ama insan uyumaz bazen, düşünür
Deniz masmavidir ne güzel ama insanlar görmez bazen
Şiirler, şarkılar, masallar ama insanlar
Duymaz bazen
Üzme kendini
Ümitsiz gibi
Sevenin var, bak ne güzel”
Bu sözlerin ait olduğu “Bazen” adlı şarkı en sevdiğim üç Mazhar-Fuat-Özkan şarkısından biridir. Bazen yastık olmuştur bana “Bazen”, bazen destek, ama en çok da yaren. Önce lise yıllarında dostlarla, sonra da 18 yaşında okumaya gittiğim dünyanın bir ucunda, kalabalıklarda epeyi yapayalnızken bu şarkıyla çok güneş batırmış, çok güneş doğurmuşumdur. “Bazen”i diğerlerinden ayrı kılan en önemli özellik hem Özkan Uğur’un bestesi hem de onun seslendirdiği bir şarkı olması. Bu, MFÖ için istisnai bir durum, hatta bildiğim kadarıyla tek örnek. Bir “şeyler”, 3 dakika 21 saniyelik bir müzik eseriyle bu kadar basit ve yalın ama bu kadar iyi ve güçlü nasıl anlatılabilir konusundaysa ders niteliğinde bir başyapıt.
Özkan Uğur hastalıkla yıllar süren mücadelesinin ardından dün aramızdan ayrıldı. Bazen, bazı ruhlar kolay kolay ayrılmaz aramızdan, kalırlar. Kendisi de öyle bir ruhtu sanki. Eşsiz ve yüzünden pek eksilmeyen koca gülümsemesi, hayat ve umut dolu gözleri, kalıplara sığmaz tarzı ve enerjisiyle bu dünyadan “göçtü” değil “geçti” dedirtecek türden. Uzun süre aramızda dolaşmaya, bir yerlerden çıkıverip şakalar yapmaya devam edecek gibi. Keşke öyle olsa, keşke bilebilsek, görebilsek bunları. Bugünlerde gerçeklik ve gerçekler ne ruhumuzu ne zihnimizi beslerken, aksine zehirleyip çürütürken, Özkan Uğur gibilerin hayatlarımıza kattıkları iyice kıymet kazanıyor. Ya da belki ancak böyle zamanlarda değeri anlaşılıyor bize yaşamın 1001 yolu olduğunu anlatanların. Çok fazla kişiyi çok fazla üzerek gitti, şimdilik.
Özkan Uğur hakkında yazmaya yetkin olup olmadığımı sorguladım bir süre, zira kendisini ne çok yakından takip ettim ne de MFÖ haricindeki solo işlerine ve oyunculuk kariyerine hakimim. Hatta sinema ve TV’de sergilediği bazı karakterleri anlayamadığımı, yer yer itici bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama işte bazen kısacık bir şarkı yetiyor bir insanın hayatınızda nasıl bir yer kapladığını anlamaya. Ayrıca hafıza tünelinde kısa bir yolculuk, internette hızlı bir salınma, parçaları hızla birleştiriyor akılda. Sahnedeki benzersiz duruşu, sahneye hakimiyeti ve benzersiz vücut diliyle müthiş bir performans adamıydı her şeyden önce Özkan Uğur. Ama bence onu müzikal olarak en özgün yapan şey söz ve müziği aynılaştırma ve ayrıştırmadaki büyük becerisiydi. Hiçbir anlamı olmayan bir sürü sözü, sezileriyle art arda dizer, deli saçması gibi duyulan sözcüklerden mürekkep cümleler kurardı. İşin garibi, cümlelerin hiçbir anlamı yoktu ama dinleyici olarak cümlenin ne dediğini anlardınız. Bunları müziğin içine ince ince, bazen de kalın kalın işler, melodinin üzerine mahirce döşeyerek marş niteliğinde şarkılar yaratabilirdi. Bu, aslında dile çok zor olsa da dile kolay, ama zihne çok daha zor bir zenaat; özel bir dehanın göstergesidir.
Uğur’un çalıp söyledikleriyle bize anlatmaya çalıştığı en önemli şeyse bence “başka türlüsünün mümkün” olduğuydu. Her şeyin başka bir yolu, başka bir hali, başka bir söyleniş ve yapılış biçimi olabilir. Bu, varoluşta sınırsızlığa ve ruhta uçsuz bucaksızlığa açılan en önemli penceredir. O bu pencereyi parmağıyla işaret ederken her zaman müstehzi gülümsemesiyle aynı zamanda kendini fazla ciddiye almamayı da öğütlüyordu adeta. Bu da, o pencerenin yanı başındaki kapıdır. İster pencereden çık kapıdan gir, ister tam tersi, istersen de birinden çık dışarıya ve asla geri girme. Yeter ki dışarı çık, çünkü içinden çıkılmayan yerler kıskıvrak sarar insanı, kısıtlar, boğar, yaşarken öldürür. Özgürleşmenin temel yol haritasını çizmenin veya tarif etmenin de 1001 yolu var; ama yolların her biri hem zor hem de mayın döşeli. Haritacın iyiyse, elinde doğru bir harita varsa yolun açık, yürüyüşün de güvenli olur. Ruhları öldürüp insanları içinden çıkamadıkları hanelere hapsetmeye çalışanların kıskacından da böyle kurtulunur. Tektipçi tertipçilerin kapanları kapılardan pencerelerden bakıp da gökyüzünü göremeyenleri kıstırır. Oraları gösterenlerle önünü kapamaya çalışanların amansız mücadelesidir insanlığın başının 1001 yıllık belası.
İnsanlar şiirleri, şarkıları, masalları duymasın, dinlemesin diye verilen çaba aslında yalnızca zaafları sömürerek, sevgisizliği şımartarak bir güce tapma halinin tezahürü. Bu çaba her geçen gün kendini daha görünür kılmak için yeni icatlarla karşımıza çıkıyor, akıl almaz icraatlarla aklımızı almaya çalışıyor. Bunu da başarıyor açıkçası. Özkan Uğur gibi kabile büyücüleriyse bu zerzevata karşı duruşlarıyla her daim rahatsız etmeye icatları çürütmeye, mucitleri kurutmaya katkı veriyorlar. Lakin bunu yaparken hayattaki şık, nazik, iyicil, arkadaşça tavırlarından taviz vermeden, birkaç metre uzağındaki bazı meslektaşları gibi egosuna yenilmeden, hırstan gerinmeden, eğilip bükülmeden, ikbal peşinde koşmadan, makam odalarının merdivenlerini aşındırmadan, tuhaflıklar yapmadan, sevenlerini küstürmeden, kalplerini kırmadan yapmaktır asıl maharet gerektiren. Günbegün başımıza bir açıkhava hapishanesi örmek isteyenlerin değirmenlerine su taşıyan eylem ve söylemlerde bulunmanınsa övgüye mazhar hiçbir yanı olmadığı gibi, böylesi bir vurdumduymazlık olsa olsa miskinlikten kaynaklanmaktadır.
“Bazen” dışında en sevdiğim diğer iki MFÖ şarkısıysa “Gözyaşlarımız Bitti Mi Sandın?” ve “Kelimeler Kâfi”. Şarkıların başrolde olduğu yıllarda ülkemizde bestecilik ve söz yazarlığının nadide örneklerinden, dinleyicisini dilediği her türlü seyahate çıkarabilen eserlerdir. Günden güne böylelerine sanatın her dalında daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ülkede bir jenerasyonun belli tür insanları hâlâ hayat(ların)a tutunuyorsa bunlar gibi şarkılar dinleyip, şiirler okuyup, filmler seyredebildiği içindir. Her biri, “ben müzik yapıcam, şarkı söyliicem” diye ortalara atılan gençler için zorunlu dinleme listesinde yer almalıdır. Bir ömür dogmalar ve sorgusuz ezberlerin pençesinde papağanlık yapıp hiçbir etki yaratamayanların karşısına dikilmek, bir şekilde de kalıcı olmak istiyorlarsa, dingin bir şarkının neden bıçkın bağırışlardan daha güçlü olduğunu anlamaları açısından bu şarkılar fevkalade birer örnek.
Özkan Uğur’u hiç tanımadım maalesef. Oysa koşullar dahilinde tanışmam çok olasıydı, olmadı. Hakkında yazılanları okuduktan, paylaşılanları gördükten sonra tanımadığıma daha da üzüldüm; tüm bunlardan kendisinin ne kadar iyi kalpli ve özel bir insan olduğu, dokunduğu herkeste unutulmayacak bir etki bırakabildiği hemen anlaşılıyor. Tanısaydım yazılanlardan da fazlasını hissedeceğimi hissettim. Her ne kadar mekânı terk etmeyi pek düşünmediğine inansam da yen mekânında ışığın bizlere yansıttığın kadar güçlü, evrenin huzur dolu olsun Özkan Uğur. Sevenin var, bak ne güzel. Sevenin hem de ne çok, bak ne güzel!