Günümüz Türkiyesi'nde muhafazakar geniş aile analizi: Çatlak
Fikret Reyhan’ın ikinci uzun metrajlı filmi "Çatlak", MUBI'de izleyicilerle buluşuyor. Reyhan filmde, bir borcun yarattığı ahlaki çatışmayı incelikle aktarıyor.
Gizem Üstündağ
Festival yolculuğuna 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali ile başlayan, 40. İstanbul Film Festivali'nde yönetmen ve senaryo kategorilerinden başarıyla dönen "Çatlak", Fikret Reyhan’ın ikinci uzun metrajlı filmi. Film, şimdilerde ise ilk kez MUBI’de seyircisiyle buluşuyor.
"Çatlak", bir borcun tüm aileyi darmadağın edişini odağına alıyor. Yıllar öncesinden kalan bir borç, aile içi ilişki dinamiklerini değiştirmeye ve sarsmaya yetiyor. Reyhan, maddiyata dayalı ilişkilerin pamuk ipliğine bağlı değerlerini keskin bir gözlem yeteneği ile oldukça yalın fakat sarsıcı bir dille aktarıyor.
Yıllar önce İngiltere’de çalıştığı dönemde arkadaşından yüklü miktarda borç alan Fatih, bu borç ile aile içinde gizli kalmış tüm husumetleri, bastırılmış öfkeleri açığa çıkarır. Borç alınan söz konusu paranın nasıl ödeneceği, zamanında bu paradan kimin nasıl istifade ettiği ‘’aile yemeğinde’’ günlük, sıradan konuşmalardan tansiyonun giderek arttığı ciddi bir krize evrilir. Atışma şeklinde başlayan diyaloglar giderek şiddetlenir, tıpkı yavaşça büyüyen bir 'çatlak' gibi.
BASKILANMIŞ BİR ÖFKE VE TEKİNSİZ BİR GERİLİM
Baskılanmış güçlü bir öfke ve tekinsiz bir gerilim üzerine kurgulanmış başarılı bir senaryo "Çatlak" ve daha da önemlisi öngörülebilir bir çatışmadan son derece uzak. Tek mekanda geçen uzun planlarıyla aşina olduğumuz pek çok film var kuşkusuz fakat Reyhan, aile dinamiklerini ele alış biçimiyle ve yer verdiği ince ayrıntılarıyla Türkiye’nin ekonomik durumunu arka plana alarak, günümüz Türkiyesi’nin muhafazakar aile biçimine dair başarılı bir tasvir ortaya koyuyor. Karmaşık bir ailenin kaotik atmosferini gerçekçi ve son derece "buralı" nüanslarla gözler önüne seriyor; erkeklerle el sıkışmaktan çekiniyor, örneğin yemek-çay servisini yapan ailenin kadınları oluyor yalnızca, bir şeylere inandırmak ve inanmak uğruna Kuran imdada yetişsin isteniyor; "el basmak" gerçeği devşirmenin en kolay yolu oluyor ve evin çatı katında babadan gizli içiliyor bira...
Karikatürize edilmeyen karakterler ve klişelere boğulmayan sahnelerle ilerliyor film. Hiçbir oyuncuya üstünlük atfetmeden, değişen kamera açılarıyla, karakterler kendi temsil alanlarını yaratıyor. Evin nabzını tutan kamera adeta gizleniyor ve her an değişmeye hazır aile dinamiklerinin kaotik çatışmasında buluyoruz kendimizi.
Türkiye’nin kültürel yapısına ve sınıfa dair önemli bir gözlemi ortaya koyuyor "Çatlak". Aile içindeki hiyerarşi ise filmin merkezinde konumlanıyor. Kimin ne söyleyeceği, çayı kimin dolduracağı, yatalak annenin hangi köşede durup, nereye bakacağı babanın tekelinde gerçekleşiyor ve söylediği tek bir cümle, yaptığı herhangi bir şey evlatları tarafından asla sorgulanamıyor. Otoriteyi yıkmak isteseler bile varlıkları yine aynı güç tarafından onay görmek istiyor. Birey, eril tahakkümde kalmanın öfkesini içinde taşısa da yine aynı öğretilerle, hapsolduğu belki de kendisi oluyor.
METALAŞAN PARA
"Borç" kelimesinin sözlük anlamı belli olsa da güven ilişkisini güçlendiren, insani dayanışmanın teminatı şeklinde yorumlamak mümkün yine de. Fakat film, tüm bu anlamların ötesinde ifade edilmesi güç bir hakikati ortaya koyuyor. Kapitalizmin işleyişinde rasyonel olan tek şeyin, paranın her şeyi çatlatan bir meta olduğu gerçeğini tüm gerçekliği ile aktarmayı başarıyor. Hayatta kalma gayesiyle ve belki de içgüdüsel olarak yaşamaya dair karmaşık bir anlam kazansa da para, bu karmaşa içerisinde net bir şeyi açığa çıkarıyor; insan amansız bir bencilliğe gark oluyor. Yaşam kaygısı derin bir bencilliğe evriliyor ve metalalaşan para tüm insanlığa hükmedebiliyor.
Tek bir sorunun etrafında çözüm aranıyor gibi görünse de küçük hesaplarla var edilen "statüleri" koruma çabası derin bir çıkmaza sürüklüyor. Herkesin tek derdi günün sonunda "peki ya ben?" olmuşken, "kutsal" aile ve değerleri ezber edilmiş bir kavramdan öte geçemiyor. Kutsallaştırılan aile kavramı tam da bugünden bildiğimiz o hikâyeye uyumlanıyor; kapitalizmin hükmünde, varlığını yalnızca biyolojik olarak sürdürebiliyor.
Tüm çatlakların menşei toplumun kendisiyken içeride oluşan çatlakları onarmak kolay olmuyor. Varoluşun içinden çıkılmayan kaygısında bencilliğin tonu değişse de varlığı silinmiyor. Sistem herkesleştirmeyi hedeflemişken "tüm mutlu aileler birbirine benzese de her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu mutlaka oluyor."