YAZARLAR

Günün sorusu: Müzik tehlikeli mi?

Evet, birileri için tehlikeli ve o birileri ya da -memleketi düşünürsek- biri bunun için elinden geleni ardına koymuyor, müziği yasaklıyor, müzisyeni aç bırakıyor. Tam bu noktada başka bir soru ekleyeyim ve cevabını size bırakayım: Bütün bu engellemelere rağmen müzik biter mi?

1957 yılının 7 Mart günü, Ankara’da bir sinemadan çıkan gençler, izledikleri filmin heyecanına kapılarak bulvarda rock’n’roll yapmaya başlamış. Dönemin gazeteleri öyle yazıyor. Haberin devamı da var: Bu coşku, devlet güçlerinin olaya el koymasıyla sonuçlanmış ve zabıta, ortalıkta dans eden gençleri dağıtarak “huzuru” sağlamış. Memlekete tam da o yıllarda giren “edepsiz” rock’n’roll, böylelikle kontrol altına alınmış ve en azından Ankara sokaklarına sirayeti engellenmiş.

İşin enteresan tarafı, bu müziği memlekete getirenler, askerler. Türkiye’de kurulan ilk rock’n’roll topluluğu, Deniz Harp Okulu bünyesinde kurulan orkestra -ki onları daha ziyade Somer Soyata ve Arkadaşları olarak tanıyoruz. Sebebi, yasaklar.

Hikâyeyi kısaca özetleyeyim: 1957 yılında bütün dünyayı etkisi altına alan rock’n’roll rüzgârı, Türkiye’de Heybeliada’dan doğru esmiş. Sebebi, Deniz Harp Okulu bünyesinde müzik yapan ekip. Ortalığı sallayan ve yuvarlayan bu ekibin elemanları, lise yıllarında tanışan, birlikte müzik yapmaya o dönemde başlayan, sonrasında bunu pekiştiren gençler: Birkaç yıl önce aramızdan ayrılan Erkan Gürsal şefliğinde yola koyulan Güngör Yücel, Ersin Yüce, Durul Gence ve yakın dönemde kaybettiğimiz Erkut Taçkın. Yanlarına, komşu okuldan çalışmalara katılan Yalçın Ateş’i de alıyorlar üstelik…

Erkan Gürsal, 1999’da yaptığım bir söyleşide şunları anlatmıştı: “Askeri lisede boş zamanları değerlendirmenin pek çok yolu var. Başta spor faaliyetleri ama ben, birkaç arkadaşımla birlikte müziği seçtim çünkü okula geldiğimde zaten piyano çalıyordum. O zaman bütün dünyayı kasıp kavuran rock’n’roll akımının etkisiyle yolumuzu öyle çizdik. Sadece müzik değil dans da ilgimizi çekiyordu çünkü okulda adab-ı muaşeretle birlikte dans öğretiliyordu. Deniz lisesi talebeleri her zaman en iyi şekilde dans eder, bunu çok iyi öğrenir. Biz de öğrenmiştik ve gençliğin getirdiği heyecanla yerimizde duramıyorduk. Başta ben piyano çalarken Durul (Gence) yanıma geliyordu, ikili olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorduk ama yetmiyordu. O dönem çoksesli müziği seviyordum, Platters’ın dört sesli şarkılarını dinliyordum. Bir yandan da aklım Bill Haley’in çaldığı rock’n’roll’lardaydı. Şanslıydık, yaptığımız yurtdışı yolculuklarında bu plakları daha Türkiye’ye gelmeden alıyor, dinliyorduk. Biz gidemesek sürekli Amerika’ya gidip gelen denizaltılardaki arkadaşlarımız aracılığıyla getirtiyorduk. O dönemde Amerikan Haberler Merkezi’nde çalışan arkadaşımız Sadık Hitay, duyduğu yeni şarkıları bize dinletiyordu.”

Arap Sadık namıyla maruf Sadık Hitay, Galatasaray Lisesi bünyesinde Türkiye’nin ilk okul orkestrası olarak tarihe geçen İz-Caz’ın kurucularından. Keman çalıyor, Batı müziği meraklısı. Getirdiği plaklar Gürsal’a ilham olmuş, ilk rock’n’roll orkestrasının temeli böyle atılmış. Sonrnasını Durul Gence anlatsın: “1954 yılında birlikte çalmaya başladığımızda henüz rock’n’roll Türkiye’ye gelmemişti, bilmiyorduk. Konserlerimizde o yılın sevilen tangolarını çalıyorduk. Sadece tangolar değil, repertuvarımızda rumbalar, bolerolar ve ça-ça, mambo, bugi bugi gibi dans müzikleri de vardı. Erkan Abi’yle birlikte okul çaylarına gidiyorduk, hem eğleniyor hem de eğlendiriyorduk. (…) 1954-1959 arası benim için müthiş bir dönem. Bambaşka bir sevdayla girdiğim Deniz Harp Okulu’nda aklımda olmayan yeni bir heyecan tattım. (…) 1957 yılında ‘Rock Around the Clock’ filmi Türkiye’de gösterildi. Müziği radyodan ve plaklardan duymuştuk ama görsel olarak ne ifade ediyor, bilmiyorduk. Filmi gördük, çarpıldık! O sıralarda Erkan Abi, çok sevdiği Platters’ın etkisiyle grubu genişletmenin yollarını arıyordu. (…) Aklıma Erkut (Taçkın) geldi. Hem eski arkadaşım, hem çok iyi bir kulağı var, hem de ritmik yeteneği fazla olduğu için güzel dans ediyor… İyi kulağı olduğunu çaldığı ıslıktan anlamıştım. Bir de Güngör (Yücel) vardı, teneffüslerde sıranın üzerinde tempo tutarak makarasına şarkılar söylerdi, ben de elime bir kitap alır, vurarak ona eşlik ederdim. Güngör’ün çok iyi şarkı söyleyeceğinden emindim ama onu derslerinden kopartıp gruba almak çok zordu, yanaşmayacağını biliyordum. Hele ki şarkı söylemek için hiç gelmezdi, ‘va-va’cı diye dalga geçiyordu şarkıcılarla! Bir hınzırlık düşündük, bandonun şefinden iki trompet aldık, ‘orkestramızda trompet eksik, gelip çalar mısınız’ diye gittik yanlarına… Erkut’la Güngör çanağa hemen düştüler ve trompet çalmak için orkestraya geldiler. Başta birkaç konserde sahiden trompet çaldırdık. İlerleyen zamanda gençliğin reaksiyonunu görünce trompeti unuttular, bizim yönlendirmemize gerek kalmadan kendi istekleriyle iki ‘va-va’cı oldular.”

Uzatmayayım, ekibin konserlerine ışınlanayım. Durul Gence, anlatmaya devam ediyor: “Her dönem farklı okullardan öğrenciler okulu ziyarete gelirdi. Bunlar arasında heyecanla beklediklerimiz, kız okullarından gelen ziyaretçilerdi. Geldikleri zaman okuldaki faaliyetleri gösterme babında her seferinde biz de konser verirdik. Elbette kızlar geldiğinde hünerimizin hepsini gösterirdik. Böyle böyle ünümüz okul dışına taştı, İstanbul’a ulaştı ve oradaki okullardan konser davetleri almaya başladık. Arnavutköy Kız Koleji, Üsküdar Amerikan Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi salonu olan okullar ısrarla bizi çağırmaya başladı.” Erkan Gürsal, Gence’nin sözlerini şöyle tamamlıyor: “Cumartesi günleri, izin günümüzde, farklı okullardan öğrencilerin katıldığı çaylarda çalardık. Okul dışındaki ilk faaliyetimiz bu. Sonra başka okullardan da davet almaya başladık ama resmi olarak çalmamız mümkün değildi, okul dışında bir şey yapmamız yasaktı. Yöneticilerimiz bu müziği tasvip etmiyor, çalacaksak klasik müzik çalmamızı istiyordu. Bu elbette çok güzel ama okulumuz bir konservatuvar olmadığı için bunu yapmamız zaten mümkün değildi, çok emek ve zaman ayırmamız gerekiyordu. Onun için bildiğimiz yoldan ilerledik ve büyüklerimizin istemediği müziği yaptık. Deniz Harp Okulu Orkestrası adını kullanamayacağımız için, kendimize yeni bir isim aradık. Sadece orkestranın ismi değil, bizimkiler de değişmek durumundaydı. Düşündük, önce Somer ismi çıktı. Tamer dedik olmadı, az değiştirdik oldu. O zaman sevdiğim kızın –ki sonra eşim oldu– soyadı Atasoy’du. Onu tersine çevirdim, Soyata yaptım. Oldu mu adım Somer Soyata! Diğer arkadaşlara da takma isimler bulduk ve yolumuza devam ettik.”

Rock’n’roll, memlekete girdiği andan beri şimşekleri üzerine çekmiş, oklar doğrudan bu müziğe yönelmiş. Deniz Harp Okulu Orkestrası elemanları, asker oldukları için bu yasaklarla karşılaşmış ama yollarına devam etmişler. Bu yeni müzik türü memleketi sararken ilk itirazlar sağdan doğru yükselmiş. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), “milli bünyemiz için tehlike teşkil eden striptiz ve rock’n’roll danslarının men edilmesi için” hükümete başvurmuş. Öncesinde, İzmir Kadınlar Birliği imzalı bir açıklama dikkat çekiyor: “Kafa alabildiğine Garplı, ruh alabildiğine Türk ve Şarklı olmak üzere ailelerimizin tatbik edeceği terbiye, sallan-yuvarlan, çıplak soyunma ve bundan sonra salgın olması muhtemel temayülleri önler.” 1957 yılında yapılan bu açıklama, tartışmaların başlangıç noktasında. Birlik üyeleri, buna rağmen yasaklamayı savunmuyor ve “edep ve sanat hududu dahilinde kalmak şartıyla striptiz numaralarına muhalif olmadıklarını, bu numaralara yer veren aile gazinolarını icap ederse boykot edeceklerini” söylemekle yetiniyor. MTTB öyle değil ama… O dönem, bu birliğin başkanlığını yapan Orhan Sakarya, “yüksek tahsil gençliğinin temsilcisi olarak” şunları söylüyor: “Bugün gençlik ahlakını ifsad eden ve bünyemize asla uymayan cereyanlarla mücadele etmenin icap ettiğine, edilmediği ve tedbirler alınmadığı taktirde memleketimiz için derin içtimai yaralar açabileceğine kaniyiz. Gençlik, bir memleketin ideali, heyecanı ve hayatının sembolüdür. Gençliği dejenere olan bir cemiyet çökmeye mahkûmdur. Gençlik olarak striptiz ve rock’n’roıll dansları gibi gençliği dejenere eden dansların yasak edilmesi hususunda ilgililere müracaat ettik, müspet olarak karşılanacağına katiyetle inanıyoruz.”

Türkiye’nin bugününü anlamak için geçmişe gitmek, yaşananları bir kere daha gözden geçirmek gerekiyor. Karşımıza çıkanlar şaşırtan şeyler değil, zira bugün de böylesi tuhaflıklarla karşılaşabiliyoruz. Derya Bengi imzalı “50’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük / Şimdiki Zaman Beledir” (YKY, 2017) bu tartışmaların çoğunu derli toplu hâlde önümüze getiren şahane kaynaklardan biri. Bengi, döneme, popüler kültür çerçevesinden bakıyor. Onu tamamlayan, İletişim Yayınları tarafından 2019’da yayımlanan, Mete Kaan Kaynar tarafından derlenen “Türkiye’nin 1950’li Yılları” -ki dönemi, her şeyiyle irdeleyen kitaplardan. Bengi, rock’n’roll tartışmalarını ele aldığı maddelerden birinde, az önce sözünü ettiğim yasaklama hadiseninin MTTB Başkanı tarafından daha da köpürtüldüğünü söylüyor: “İlerleyen yıllarda AP ve ANAP’ta siyaset yapacak olan Orhan Sakarya, rock’n’roll ve striptizin yanı sıra ‘komünizm cereyanları’ ve ‘müstehcen neşriyat’la mücadelenin hızlandırılmasını, çıplak artist resmi basan mecmualara hükümetin kağıt vermemesini istiyordu.

Dünyada rock’n’roll üzerine yazılan belki de ilk kitaplardan biri, [Hayalet Oğuz namıyla maruf] Oğuz Alplâçin imzalı “Dünya Sarsılıyor / Rock’n Roll”. 1956 yılında Ekicigil Yayınları tarafından okura sunulan kitap, Derya Bengi’nin deyişiyle, “rock’n’roll’un ilk yıllarında, basın organlarında bu müziğin ve dansın körün fili tarifi gibi yarım yamalak bilgilerle aktarıldığı bir dönemde” yayımlanmıştı. Alplâçin, kitabı yazdığında henüz 27 yaşında ve heyecanını satırlara yansıtıyor: *Bulaşıcı bir hastalık hızıyla yayılan rock’n’roll’u sadece bir eğlence tarzı olarak kabul edersek mesele yoktur. Fakat gözleri kaymış, kan ter içinde, benliklerini kaybetmişçesine bir taşkınlıkla aynaları, avizeleri, kadehleri kırıp masaları devirmek hiçbir eğlence tarzına mahsus hareketler değildir. Coşkunluk, şuursuzluk sayılamaz.” Bu satırları yazıyor ama eleştirilerinden memleketi azade tutuyor: “En sari hastalığın moda olduğu bir dünyada, memleketimize de gelmesi pek tabii bir netice sayılacak rock’n’roll henüz gece kulüplerinin, gazinoların pistine çıkmamıştır. Yazın Büyükada’da ‘Rock Around the Clock’ plağı çalındığı zaman hiçbir hasar olmadığına göre, bu dans bizim için asla endişe verici bir hadise hüviyetini alamaz.” Sonrasında, “yeni bir dünya” özlemini ve rock’n’roll’un bununla ilişkisini şöyle dile getiriyor: *Bu gençlik, valsleri, kadrilleri, minuetleri yapmış kimselerin torunlarıdır. Zarif, kıvrak eğilişleri, ufak saygılı adımları unutmuştur ama. Bilmez bile. Değişme, kaçınılmaz bir hayat yasasıdır. (…) Orwell, Aldous Huxley, H.G.Wells’in soruları yanıtlanmıştır işte. Bütün bu yazarların endişesi, mesela 1984 yılında dünyanın nasıl bir çehre alacağı konusunda idi. Duymağa, düşünmeğe omuz silken, aşka vakti olmayacak kadar hızlı yaşayan, kurgulu makinelerden farksız davranışlı insanlarla dolu bir dünya onları korkutuyordu. Rock’n’roll böyle bir dünyanın eşiği midir acaba?”

Yeni olan şeyler, insanları her zaman korkutmuştur. ‘50’li yılların ortalarında rock’n’roll karşısında kurulan cephenin sebebi, bu korku. Sonraki yıllarda tartışmaların odağı değişiyor, mini etekten televizyona uzanan pek çok şey odağa yerleşiyor ama tartışmalar bitmiyor. Durum bugün de farklı değil aslında. Pandemi bahane edilerek müzik ve içki yasaklandı. Tamamen keyfi yasaklar bunlar. “Kontrollü normalleşme”de her şey serbest ama açılan mekânlarda canlı müzik yapmak yasak. AVM’ye gidebiliyorsunuz, pazardan alışveriş yapabiliyorsunuz, berberde saçınızı kestirebiliyorsunuz, kongre yapabiliyorsunuz ama şarkı söyleyemiyorsunuz, enstrümanınızı çalamıyorsunuz. Hoş, AKP, bütün illerdeki kongreleri tamamladıktan sonra onu da yasakladı. İki kişi yan yana yürürken ona ceza kesenler, salonları “lebalep” dolduranları görmedi. Dahası, bu cezayı teşvik eden, bu durumla övündü. Akla gelen, bir Ahmet Kaya şarkısı: “Nerden baksan tutarsızlık…” Sonrasını varın siz tamamlayın.

Yeniliğe karşı hastalıklı bir bakış var ve bu, her dönem insanın canını sıkıyor, özgürlüğün önünde en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. ‘50’li yıllarda rock’n’roll’u tartışanlar ya da onun yasaklanmasını isteyenlerin yerini bugün müziği yasaklayanlar aldı. Hiçbir işe yaramayacak, müzik yine yoluna devam edecek elbette ama bu iyimser bakış, müzisyenlerin zor günler geçirdiği gerçeğini görmemizi engellemesin. Acil çözüm bulmak gerekiyor ve bunun tek çaresi örgütlenme. Tek başına çıkartılamayan, çıkartıldığında etkili olmayan ses çoklu ortamda çıkartılırsa, sese ses eklenirse, duyulur olacak. Müzisyenler Sendikası, Hafif Müzik Derneği gibi iyi örnekler tarihte var. Geçmişe bakarken bunları da ıskalamamamız gerekiyor.

 Yakın dönemde bir filmle yeniden gündeme gelen İlhan Mimaroğlu, memleketin “acayip” insanlarından. 2001 yılında Pan Yayıncılık tarafından basılan “Geldim Gördüm Geçtim Gittim” başlıklı otobiyografisinde, Menderes iktidarında yazmaya başladığı ama bitirmediği bir kitaptan söz ediyor. 2008’deki Türkiye’yi anlatacağı bir kitap bu: “Menderes’in yenisi” iktidara gelmiş, liranın değeri düşmüş… Gerisini, Mimaroğlu anlatsın: “[1958 yılında yayımlanan] ‘Caz Sanatı’nı yazarken bir kitap daha yazmaya başlamıştım. Bir roman. ‘Türkiye 2008’di adı. George Orwell’in ‘1984’üne özenmiştim. Geleceğin Türkiye’si öylesine kötü olacaktı ki! Bir de diktatör olacaktı. Menderes’in yenisi. Öldürmeye kalkacaktı biri onu. Romanın kahramanı. Öldüremeyecekti. Halk tutuyor olacaktı o kötünün kötüsü diktatörü. Kahramanı da halk bir kaçık sayacaktı. Bıraktım yazmayı o romanı. Günler geçtikçe her şey, benim düşünemediğim boyutlarda kötüye gidiyordu. Benzemiyordu geleceğin kötüsü yaşadığım günlerin gitgide betere gitmesine. Bu ara, 2008 yılında Türk parasının değeri öylesine düşecekti ki dolar 80 lira olacaktı. İyi ki bırakmışım yazmayı o kitabı.”

Mimaroğlu kitabı yazmayı bıraktı ama günlerin “gitgide betere” gitmesini engelleyemedi. Bugün, onun altmış yıl önce kurduğu distopyanın içinde yaşıyoruz ve başımıza daha ne geleceğini bilmiyoruz. Bundan altmış yıl sonra, kim bilir bugünleri nasıl anlatacaklar. Günü içinde yaşarken anlamak ve anlatmak zor. Çabamız bu yönde ama işe yarıyor mu, bazen emin olamıyorum.

Yazıyı, başlıkta sorduğum sorunun cevabını kendimce vererek bitireyim: Evet, birileri için tehlikeli ve o birileri ya da -memleketi düşünürsek- biri bunun için elinden geleni ardına koymuyor, müziği yasaklıyor, müzisyeni aç bırakıyor. Tam bu noktada başka bir soru ekleyeyim ve cevabını size bırakayım: Bütün bu engellemelere rağmen müzik biter mi?


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.