Habermas Türkiye'de yaşasa, kime oy verirdi?
Habermas, milliyetçi sanrının insanları nasıl da birer makine, kukla ve robota çevirip cinayet aletine dönüştürdüğünü birebir kendi toplumunda yaşadığı için eserlerinde sürekli alarm zilleri çaldı.
Kemal İnal*
Şu seçim sathı mailine girdiğimizden bu yana insanın akıl sağlığını tehdit eden pek çok şeyin arasında suçlama, itham, karalama ve mahkum etmenin bin bir biçimi içinde öyle şeyler söyleniyor ki inanılır gibi değil. Bölücülük, terör, domuz bağı, hain, şerefsiz, Kandil dağı, Apo, HÜDA-PAR, mülteciler, soyun tehlikede olması, parayla satılan vatandaşlık, Selo’nun hapisten çıkarılma(ma)sı gibi pek çok konu hiç düşünmeden aynı torbanın içine atılıp rakibinin gardını düşürmek için hemen her mecrada kullanılıyor. Ee normal zira Türkiye’nin hala resmi ideolojisi milliyetçilik diyebilirsiniz; asker, düşman, sınır, şehit, kan, bayrak, ezan diye başladığınızda, bunları kendinize siper yapıp her türlü düşüncenizi maskeleyebilir, suçunuzu gizleyebilir, hatalarınızdan arınabilir, üstelik seçimlerde puan, hayatta avantaj, yarışta moral-motivasyon kazanabilirsiniz. Maalesef Türkiye böyle bir ülke, hem de uzun yıllardır; milliyetçilik temel ideoloji, ortak payda, çapraz kesen, açıklayıcı etmen ve verimli unsur olduğundan beri her politikacı, sıkıştığında milliyetçiliğin o bildiğimiz söylemini üreten deyişlerine sığınmakta pek bir beis görmüyor. Kim daha milliyetçi yarışı yaşanıyor.
Ümit Özdağ ve Sinan Oğan, seçimlerin kilidinin HDP (Kürtler) değil de Türki milliyetçileri olduğu iddiasıyla birkaç gündür haber medyasının tam göbeğinde yer alıyor, oyları üzerinden pazarlık yapıyor, mülteciler ve Kürtler konusunda şahin politik çözümler öneriyorlar. Bugünün çözümü yarının sorunu ise şu söylenmeli: Irkçılık, milliyetçilik veya yabancı düşmanlığı (mülteci ve sığınmacılar üzerinden) bugün belki birilerine iktidar kazandırabilir ama gelecekte her türlü nefret, hınç ve öfkenin kendisini en barbar şekillerde ifade edebilecek eylemlere de neden olabilir. Bunu bu dünyada en iyi anlayanlardan biri Alman filozof Jürgen Habermas oldu. Gençliğinde Nazi gençlik örgütü içinde mecburen yer alan Habermas, ikinci dünya savaşı sonrası eğitim, uzmanlık ve eserlerinde tek bir konuyu problematik yaptı kendisine: Demokrasi nasıl güçlendirilebilir? Bunun için tüm felsefi, sosyolojik ve politik birikimini ortaya dökerek muhteşem eserler üretti.
Habermas, henüz tamamlanmamış bir proje olan modernitenin daha da geliştirilmesi için Aydınlanma’nın ideallerini savunurken aklın kamusal kullanımı çerçevesinde sekülerlik, demokrasi ve özneye teorisinde merkezi bir yer verdi. Çocukluğunda geçirdiği dudak ameliyatı nedeniyle peltek olan konuşması nedeniyle veya sözlerini anlatmakta, anlaşılmasında güçlükler yaşayan Habermas, bir şeyin çok önemli olduğunu düşündü: İletişimin. Aklın, verili, bitmiş veya mutlak bir güç değil de, kamusal alanda ve ideal iletişim durumunda özerk biçimde kullanılması için özneler arasında en güçlü argümanın ikna ediciliğine sığınmayı, uzlaşmanın, diyalog kurmanın ve dayanışmanın temel parametresi olarak gördü. Yani bizi ne karizmatik liderler kurtarabilir ne de konvansiyonel toplumun “politika-öncesi koşulları” olan kan, millet, gelenek, din, soy, atalar. O yüzden Habermas, AB gibi ulusüstü birliklerin ortak mutabakat çerçevesinde bir araya gelmesini çok önemsedi. Nazi dönemi ırkçı ve barbar milliyetçiliğin zamanla soykırıma değin gidebileceği tehlikesini bizatihi yaşayan Habermas, her türlü tikel kimlik unsurunun Alman toplumunu nasıl kutuplaştırıp böldüğünü, insanları aklını kaybettirip çılgına döndürdüğünü deneyimledi ve bunun bir daha olmaması için durmaksızın düşünce üretti, ders ve konferans verdi, politikacıları uyardı. “Sistem” dediği, politik yönetim ve iktisadi yapıların (şirketler, piyasalar vd.) bir arada ürettiği gücün, tabanda örgütlenmeye çalışan “yaşam-dünyası”nı nasıl da sömürgeleştirip güçten düşürdüğünü, demokrasiyi içeriksizleştirip prosedürel bir sistem haline getirdiğini ayrıntılı biçimde anlatan Habermas, aslında bize kapitalizm ve milliyetçiliğin hizmetindeki “araçsal akıl”a karşı demokratik “iletişimsel akıl”ın ilerici potansiyelini göstermeye çalıştı. Şimdi Almanya başta olmak üzere pek çok Avrupa toplumu, Habermas’ın öncüsü olduğu postsekülerizm teorisini ete-kemiğe büründüren çokkültürlülük, diyalog, entegrasyon gibi ötekileştirmeye, dışlamaya ve yabancı düşmanlığına izin vermeyen bir yapı kurmaya çalışmaktadır. Bunda epey de yol aldılar. Örneğin Almanya, bir “göç toplumu” olduğunu kabul edip entegrasyon politikaları geliştirmeye başladı.
Biz ise, tam ters istikamette koşar adım hızla yol alıyoruz. Bu hızla gidersek bu toplum yakın bir zamanda patlar, sokaklarda mülteci, Kürt ve yabancı avına çıkar. Çünkü milliyetçilik tehlikeli bir silahtır, ele alındığında mutlaka patlar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk tur öncesinde Habermasyen bulduğum propagandif söylemini beğenmiş, demokratikleşme yolunda gerekli bulmuş ve daha da geliştirilmesi gerektiğini düşünmüştüm. Kabaca, Kemal beyin helalleşme, uzlaşma ve barış dili çerçevesinde ötekileştirip kutuplaştırmayan, muhatabını anlamaya dönük, mesafeleri ortadan kaldıran, “iletişimsel akıl”ı işe koşup farklılıklar arasında köprü kuran dili son derece pozitif sloganlarla (bahar söylemi, sana söz, her şey çok güzel olacak, kalp işareti, gülen yüzler vb.) desteklenmiş, çok da beğenilmişti. Şimdi bu dilin ve söylemin yerinde yeller esiyor. Kemal beyin vatan, namus, sınır, mülteci, sığınmacı, terör gibi kelimeleri kullandığı, öfkeli bir dil ve yüz ifadesiyle masaya vurduğu, kora kor mücadele işareti verdiği söyleminin kaba, insanı irkilten ve çok tehlikeli milliyetçiliğe hapsolması insanı gerçekten üzüyor. Diyeceksiniz ki Erdoğan’ın iftira, yalan ve suçlayıcı diline karşı başka ne yapılabilirdi ki? Fakat bu dil ve söylem iktidar getirse bile, milliyetçilik bir kez daha politik gündemi esir aldığı için daha da güçlendirilmiş olarak politika veya gündelik hayata demir atacak, hatta pek çok genci gelecekte esir alacaktır. Nihayetinde milliyetçilik hastalıklı bir ideolojidir; düşman yaratmadan edemez, kırıp döker ve her şey bittiğinde geride bir enkaz bırakır. Habermas, Nazi rejiminde milliyetçi sanrının insanları nasıl da birer makine, kukla ve robota çevirip cinayet aletine dönüştürdüğünü birebir kendi toplumunda yaşadığı için tüm eserlerinde sürekli alarm zili çaldı.
Ve o ve onun gibi pek çok filozof, politikacı ve hukukçunun sorumlu davranışıyla Almanya Nazi barbarlığının ardından çok kısa sürede güçlü bir liberal anayasa etrafında birleşip bütün kurumlarını ayağa kaldırmasını bildi. Şimdi Türkiye’nin gençleri Almanya’ya kapağı atmayı bir kurtuluş yolu olarak görüyor ya bu temelsiz değil zira benim de yaşadığım bu ülkede düşünce özgürlüğü başta olmak üzere birçok insan hakkı en kutsal şey olarak kabul edilmektedir. Alman anayasasının ilk maddesi nedir bilir misiniz? Şu: “İnsan onuruna dokunulmaz. Tüm devlet otoritesi, onu gözetmek ve korumakla yükümlüdür.” Peki Türkiye anayasasının ilk maddesi? O da şu: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.” İşte böyle: Alman anayasasının ilk maddesi insan onurundan, bizim anayasa da devletin şeklinden bahsediyor. Ve devletten bahsedince o devleti korumak için milliyetçi söylemin egemen olduğu pek çok madde arda arda sıralanıyor. Habermas “anayasal yurtseverlik” dediği bir demokratik tutumu, milliyetçiliğin yerine önermişti. Ortak demokratik anayasa demek zaten farklı kimliklerden yurttaşların özerk özneler olarak bir araya gelip diyalog, dayanışma ve uzlaşmayla içinde yaşanabilir bir toplum tesis etmeleri demektir. Peki biz bunca milliyetçi hezeyan içinde bir diğerimizi hain, bölücü, terörist, maşa, sürtük, ibne vb. olarak gördüğümüzde nasıl olup da bir arada yaşayabileceğiz? Habermas herhalde iki tarafa da oy vermez, kendine başka bir ülke arardı. Umarım kendimize başka bir ülke aramak zorunda kalmayız seçimlerin ardından.
*Helmut Schmidt Üniversitesi (Hamburg)