Hafıza Odası: Sanat, acı ve temsil
Serginin açıldığı mekan, faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin isimlerinin eserlerde kullanılması, renkli tabutlar ve serginin ismi gibi öğelerin yaşanan acılara ilişkin bir mesaj içerdiği açık.
Fırat Çapan
Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açtığı ‘Hafıza Odası’ adlı sergisi siyaset, sanat, görsel medya çevrelerinden ve halktan büyük ilgi gördü. Yoğun ilgi aynı zamanda bir dizi tartışmayı da beraberinde getirdi. Tartışmalar; özellikle Kürt bölgelerinde yaşanan acıları da eserlerine konu edinen Güneştekin’in sergisi, sergi galasında bazı tartışmalı isimlerin de dahil olarak halay çekmesi, medyatik isimlerin eserler önünde fotoğraf çekerek sosyal medya hesaplarından paylaşmaları, acıların temsil edilme biçimi ve hafıza gibi konular etrafında gelişti.
Öncelikle bu tür tartışmaların Nazilerin 2. Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı yürüttükleri soykırım ile bunun temsiline ilişkin tartışmalar ile paralel olduğunu belirtmek gerekmektedir. Adorno’nun meşhur sözü "Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır" bu konuda çokça dile getirilir. Adorno, bu sözüyle yaşanan acıların büyüklüğüne dayanarak hiçbir sanat ürünü ile temsil edilemeyeceğini, hatta bunu temsil etmeye çalışmanın etik dışı olduğunu ilan etmekteydi.
Adorno Auschwitz’e ilişkin temsil çabasını bu şekilde kötülese de Holokost’a ilişkin her alanda sayısız sanatsal ürün ortaya kondu. Tabii burada Adorno’nun sanat faaliyetini mi yoksa yapılan sanatın içeriğini mi eleştirdiği Ahmet Güneştekin’in sergisi açısından da sorulması gereken önemli bir soru.
Adorno sanat faaliyetini bu tür acıları hissetmekten kaçmanın bir yolu olarak mı eleştiriyor? Peki acıyı sanatla ifade etmezsek ne ile ifade edeceğiz? Yoksa bizden beklenen yaşanan acı sonucunda başka bir şeyle ilgilenmeden bir süre yoğun bir depresyon yaşamamız mı? O zaman sanat Adorno'ya göre bir tür kendimizi duyarsızlaştırma ve yüzleşmemiz gereken acıdan kaçma girişimi mi? Bu soruları çoğaltabiliriz. Adorno’nun bu sözleri söylediği 1949 yılında 2. Dünya Savaşı’nın acılarının henüz çok taze olduğunu akılda tutmak ve bu açıdan da değerlendirmek gerekmektedir. Adorno 1962 yılında başka bir makalede bu sözlerini kısmen yumuşatsa da kurbanlar ve acıları temsil eden sanat eserinin bir tüketim ve haz malzemesine dönüşme tehlikesine vurgu yapmaya devam etti.
‘Hafıza Odası’ sergisine dönersek tabii ki bugünkü bağlam ile İkinci Dünya Savaşı ve Holokost birbirlerinden oldukça farklı. Serginin açıldığı mekan, faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin isimlerinin eserlerde kullanılması, renkli tabutlar ve serginin ismi gibi öğelerin yaşanan acılara ilişkin bir mesaj içerdiği açık.
Güneştekin bu acıları sanatsal bir estetiğe mi dönüştürüyor yoksa sanat onun açısından sadece bunları ifade etmek için bir yol mu bilemiyoruz. Sanırım sergiyi ziyaret etmeye gidip fotoğraf çekerek sosyal medyada paylaşanların çoğunun eserlerin sanatsal ve estetik yönüne odaklandıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Sanatın doğası gereği biraz da belirsiz olması veya mesajını doğrudan değil de daha dolaylı vermesi her kimlikten kişinin bu muğlaklığın sağladığı konforla eserlerle bağ kurabilmelerini sağlayabiliyor. Böylelikle siyasal sorumluluğu üstlenme ve eserlerin içeriklerine temas etme sorumluluğundan kaçınılabiliyor. Nitekim bazı medyatik isimlerin serginin galasında halay çekmeleri bir tür sanatsal etkinliğe dahil olduklarını düşündüklerini söyleyebiliriz.
Ayrıca söz konusu acılarla henüz herhangi bir hesaplaşma sürecine gidilmemişken eserlerin tam da yakın dönemde ağır acıların yaşandığı bölgede sergilenmesi başka bir çifte standardı ortaya koymaktadır. Güneştekin belki de uluslararası ünün de verdiği bir prestijle bu temaları eserlerine konu edinebilip sergileyebilirken aynı gündemlerin siyasal alanda dile getirilmesi veya bu konulara ilişkin adil bir hukuki süreç başlatmanın imkansızlığı ortadadır. Bu konuda sanata yukarıda söz ettiğimiz muğlaklık ve dolaylı olma niteliğinden dolayı bir ayrıcalık sağlandığını söyleyebiliriz.
Peki kitlelerin kuyruklar oluşturacak biçimde bir ilgiyle sergiye gitmelerini neye bağlamalıyız? Kanımca bu, insanların siyasal anlamda her türlü fikrin bastırıldığı, soruşturmaya tabi tutulduğu, hapsedildiği bir ortamda özellikle acıların ve buna ilişkin düşüncelerin muğlak bile olsa özgürce ifade edildiği bir nefes alanı bulduklarına inanmalarından kaynaklanıyor. Sergiye ilgi insanların bu sıkışmış siyasal alandan yoğun bir çıkış ihtiyacı içerisinde olduklarını gösteriyor.
Sergiye karşı bir tutum içinde olanların, sergideki bir tabutu surdan atmaları ise bir şiddet eylemi olarak eleştirilebilir. Ama pek tabii ki bu da sembolik bir fiil olarak; acının temsil biçimine karşı bir öfke sergilenmesi olarak yorumlanabilir. Sonuç olarak renkli tabutlara karşı gerçekleştirilen bu fiil acının gerçekten temsil edilmediğine ilişkin bir inanç ve gerçek bir temsile yönelik bir çağrı ya da acıları bu şekilde unutmaya çalışmayı reddetme olarak yorumlanabilir.
Şunu da söylemek lazım ki Güneştekin’in bu eserleri Batılı bir göz için aşina olmadıkları bir diyara ilişkin biraz da egzotik temsiller olabilir. Ama bunları birebir yaşayan bir mekanda estetik ve acının birbiri içine geçmesi yaşayanlar için büyük bir kafa karışıklığı yarattığı ortada. Tartışmaları biraz da böyle yorumlamak gerekiyor.