Hafıza, unutma ve güç: Dünyanın Güçlü Tarafı
Kerem Işık'ın romanı 'Dünyanın Güçlü Tarafı' Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Işık’ın romanı, çaba gösteren bir okur istiyor; kitap Janus’un bakışından, Kertesz, Platon, Holderlin, Schwartz, Kierkegaard, Hegel, Masaccio, Yunan mitolojisinde Hades'in yönettiği ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek Cerberos ve Amphionun lirine kadar sayısız gönderme ve metaforla döşeli.
Ümit Aykut Aktaş
Kerem Işık, 2012 yılında ikinci öykü kitabı 'Toplum Böceği' ile “Günümüz dünyasının can alıcı toplumsal sorunlarını irdeleyen, yerleşik biçim ve sınırları tartışan yenilikçi arayışlarla kaleme aldığı öyküleri ile kendine özgü bir öykü dünyası oluşturduğu” gerekçesiyle 25. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanmıştı. 2015 yılında da 'Iskalı Karnaval' adlı öykü kitabı yine aynı yayınevinden yayımlanmıştı. Yazar tam beş yıl aradan sonra bu sefer bir roman ile, 'Dünyanın Güçlü Tarafı'yla karşımızda. Öykülerinde okumaya alışkın olduğumuz dil cambazlıklarını, ironik soluğu ve sessel çağrışımları en azından bu kitabında bırakmış görünüyor yazarımız.
'Dünyanın Güçlü Tarafı' sıklıkla; gerçek, anı, bellek, unutma, hatırlama kavramlarını sorgularken, belleğin mekânla ve kişilerle ilişkisini, romandaki karakterlerin de hayatla baş etme reflekslerini, fragmanlar halinde aktarmaya çalışıyor. Olay kurgusundan çok karakterlerin zihin akışlarıyla var olan bir metinle karşı karşıyayız. Pek çok yazar ve yönetmenin bu kritik meseleyle ilgili söylemiş olduğu bazı sözler geliyor aklıma:
"Kimse kimseyi unutmuyor ama asla karşı tarafın istediği biçimde hatırlamıyor." Tezer Özlü
“Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilemeyiz.” Bilge Karasu
"Anılar aslında sandığımızdan çok daha kurgusal.” Irvin D. Yalom
"Geçmiş, kendimize anlattığımız hikâyelerdir." "Her" filminden alıntı
Dünyanın Güçlü Tarafı’nda ise bellek ve anılar;
“Anılar sadık bir av köpeğinden farksızdır. Onları ne kadar uzağa gönderirsek gönderelim eninde sonunda mutlaka geri dönüp dilleri bir karış dışarıda okşanmayı beklerler.”
“Belleğin şaşırtıcı ve fakat durup düşünmeden kabullenilmesi mümkün olmayan bir kaypaklığı vardır" cümleleriyle tanımlanmaya çalışılmış.
İzmir’in İkiçeşmelik semtindeki Agora’da yürütülen arkeolojik kazılar, hikâyenin merkezini oluşturuyor. Ana karakterimiz arkeolog olan Aylin. Yerel bir gazetede yazı dizileri hazırlayan Yunus ise Aylin’in erkek kardeşi. Aylin’in ebeveynleriyle sıkıntılı bir ilişkisi olmuş geçmişte. Ebeveynleriyle kurduğu sevgi ilişkisi sonraki yaşantısının rotasını da belirlemiş. Babasını çok erken kaybetmesi, annesinin de tüm sevgi ve ilgisini küçük kardeşi Yunus’a yöneltmesi sürekli geçmişi sorgulamasına neden oluyor. Fotoğraf sanatına tutkun olan Yunus, görüntülerle gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgularken, günlerini Kemeraltı çevresinde fotoğraf çekerek geçiriyor. Aylin’e saplantılı bir şekilde tutkun olan Atılgan, baskıcı bir babanın tek çocuğu. Atılgan’la birlikte katıldıkları avda, kazaya kurban giden Anıl ise Aylin’in eski erkek arkadaşı. Bir de babasından kalan mandırayı işleten Şehsuvar var ki Anıl’ın ağabeyi. Anıl aynı zamanda kitaptaki tüm karakterlerin de kesişim noktası.
Kitaptaki en büyük lanet ise hatırlama olsa gerek, karakterler varoluş arayışlarını kimi zaman inkârla, bastırmayla mümkün kılmaya çalışıyorlar.
Sözgelimi psikiyatri unutmadan çok, bastırmayı öne çıkarıyor ve unutulup bastırılmaya çalışılan her ne var ise gün gelip karşınıza dikiliveriyor. Romanda Aylin’in deneyimlediği psikoterapi seanslarında; kişinin anlamlandıramadığı söze dökemediği şeyi dinleyip yeni bir sembolle söze dökmesi söz konusu. “Suzan Hanımla psikoterapi seanslarını kendine yepyeni bir kimlik inşa etme noktasına vardırmıştı, neredeyse tamamen kurgusal bir karakter yaratmıştı. Hikâyelerini süsleyip şaşkınlık verici detaylarla eklemeyi de ihmal etmiyordu.” Burada işlenen psikoterapi seanslarında bastırma duygusu kaldırılıp yerine sembolize etme tercih edilmiş görünüyor. Zaten Aylin de bir noktadan sonra yaşadıklarını değil, kurguladıklarını anlatmaya başlıyor terapistine.
Aylin: “Aylin, zaman içinde sezgilerine güvenmeyi öğrenmişti. Toprağın altında yatan bölük pörçük anıların arasında ulaşması gereken bir hakikatin gizlendiğine dair saplantılı düşüncesi de işte böyle bir sezgiydi.”
İtiraf etmeliyim ki, çoğu yerde karakterlerin ve dış anlatıcının, duygularının, tespitlerinin, felsefi çıkarımlarının, atmosferin ve olay örgüsünün önüne geçtiği yerlerde, Berger ya da Kundera denemelerinin içinde olduğumu ya da bir tür felsefi roman içerisinde yolu bulmaya çalıştığımı hissettim. Bu bana keyif verse de metnin sizinle boğuşan zor bir yanı olduğu gerçeğini de değiştirmiyor elbet.
Sayfalar ilerledikçe İkiçeşmelik civarında herkesin yakındığı iç sıkıntılarına, Aylin’in çalıştığı kazı alanındaki olağandışı şeylerin neden olduğunu düşünmeye başlıyor insanlar.
“İnsanlar hatırlamaları gereken şeyleri unutuyor, unutmaları gereken şeyleri hatırlıyor. ”
Geçmiş, şimdiki zamana sızıyor zaten gelecek de bir bekleme salonundan ibaret.
“Hatırlanan anılar yarım yamalaklaşır. Algıyla bağları kopar, şimdiki zamana bağlanarak er ya da geç birkaç sözcüğe dönüşü verir.”
“Bir insanın sonu ne zaman gelir? Öldüğünde mi, yoksa o kişiyle ilgili iyi ya da kötü son anılar da geride kalanların zihinlerinden silindiğinde mi?”
Zihin aradaki boşlukları kendi öğrenilmiş ezberlerine göre dolduruyor. Tıpkı başkasının anısını kendi anımız olarak hatırlamamız gibi. Geçmişle yüzleşilemiyor çünkü bıraktığınız yerde durmuyor. Hatırlamakla hatıra farklı şeyler. Kitapla birlikte anlatıcının zihnine giriyoruz o da yetmiyor ve hâlâ eşelemeye devam ediyoruz. Felsefi sorgulamaların metne yedirildiği, deneme hatta felsefi bir roman arası bir geçişkenlik söz konusu 'Dünyanın Güçlü Tarafı'nda. İyilik-kötülük nedir, güç nedir, hatırlamak, hafıza güç müdür yoksa güçsüzlük mü, sorularına ve varoluşumuza dair ciddi yanıtlar arayan iyi çalışılmış bir metin olduğunu pek çok yerinde hissettiriyor.
Kerem Işık’ın romanı, çaba gösteren bir okur istiyor; kitap Janus’un bakışından, Kertesz, Platon, Holderlin, Schwartz, Kierkegaard, Hegel, Masaccio, Yunan mitolojisinde Hades'in yönettiği ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek Cerberos ve Amphionun lirine kadar sayısız gönderme ve metaforla döşeli.
'Dünyanın Güçlü Tarafı' en ücra yerlerine kadar İzmir’i gezdiriyor bize: Tarihi Hamam, Bakırçay’daki mezarlık, Kemeraltı’nın daracık sokakları, Veysel Çıkmazı, Kızlarağası Hanı, Kestane Pazarı, İkiçeşmelik, Tilkilik, Esnaf Lokantaları, Mirkelam Han… Adım atmadık yer bırakmıyoruz.
Yunus: Yıkılmak üzere, terkedilmiş, çürümeye yüz tutmuş binaları fotoğraflıyor, öncesinde de eski model Leica’sı ile o sokaklarda pişmiş zaten. Yunus gelip geçiciliğin yılmaz kayıtçısı.
“Fotoğraflar birinci sınıf anı yutuculardı.”
“İnsanı tahakküm altına alan ebediyetten uzakta ve şimdinin acizliğinde kırılgan bir özgürlük alanı açıyordu. Kadrajda dondurulan an, takkeli, sakallı adam sonsuza değin sigarasından nefesler almaya devam edecek, sonsuza değin elinde tuttuğu o fotoğraf karesine sıkışıp kalacak.”
“Yunus içinde yaşadığı çağa yavaşlığıyla hakaret ediyordu. Hareketlerindeki uyuşukluk, bakışlarındaki donukluk ve konuşmaya başlamadan önceki uzun sessizlikleri onu modern insanın seyirlik nesnesi, eski çağ buluntularının sergilendiği müzelerde ziyaretçilerin önünde en fazla zamanı geçirdiği tuhaf mermer heykellerden farksız kılıyordu.”
Angelopulos'un filmlerindeki zaman birebir yaşamın zamanıdır, tıpkı Yunus’un yakalamaya çalıştığı zaman gibi. Oysa bizim hep bir yerlere alelacele yetişme telaşımız vardır ve yakalayamayız usul usul geçenleri. Hız hazzı öldürür. Durmaksızın hızlanan bu çağda, dünyayı ve tek tek içindeki insanları yerinde tutan şeyse bizatihi hızın kendisidir.
“Dünyayı basitleştirmek, onu bezdirici bir tekrarlar silsilesinin içine hapsetmek isteyen insanın icadıdır tarih.” Yunus’un dünyayı tanımlamak için durduğu yer itibariyle kendime en yakın bulduğum karakter olduğunu söyleyebilirim.
Atılgan: Babadan kalan nalbur dükkânını büyütmüş ama güçlü bir baba figürünün gölgesinde eziliyor. Hakkını vermesinin beklendiği isminin ağırlığı altında eziliyor. Bu karakterin yaşamı güç dengeleriyle bezeli ama bisiklete binmeye bayılacak kadar da zarif aynı zamanda.
“Bellek kurbana doymayan amansız bir yasa-koyucudan farksızdı.”
“Bazen babalar çocukların suçluluk duygusudur.”
“Parça bütünden önemlidir. Gerçeğe ancak eksiltme yoluyla ulaşılabilir.”
Romandaki karakterler skalasında kendime en uzak bulduğum karakterin Atılgan olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Şehsuvar: Dünyanın sonunun yaklaştığına dair tuhaf bir saplantısı var. Babasından kalan Havra Sokağı’ndaki mandırayı işletiyor. Kendine ait güvenli bir bölge oluşturabilmenin yolunu bunaltıcı tekrarlarda buluyor. Beyninde bir radyonun ana haber bülteni gibi parazitli sesler dolanıyor; cinnet geçiren insanlar, kadın cinayetleri, mülteci dramları, canlı bombalar… “Beyni her akşam farklı farklı radyoların ana haber bültenlerini çeken güçlü bir alıcıya dönüşüyordu.” Durmaksızın insanların yüzlerinde kötülüğün izlerini arıyor Şehsuvar. Sıklıkla Fark etmez diyor, fark etmez… Neredeyse altmış yıllık mandıradaki emektar tartının başında peynir tartarken vazgeçmenin bir erdem olduğuna inanıp buna göre davranıyor. “Kelimeler yük hayvanlarından farksızdır. Her biri, sayısız insanın önyargısını taşır.”
“Kaygı varış noktasından çok hareket noktası gibi.”
Anıl: Hepimizin bir soru işareti içine doğduğunu söylerdi. Öyle değil mi?
“Zamanla hafızanın da tıpkı suya atılan ekmek gibi şiştiğini söyledi.”
"Dünyanın Güçlü Tarifi" ise şu olmalı; her anlatışımızda ekleyerek büyüttüğümüz anılarla, geriye dönüp baktığımızda giderek bulanıklaşan gerçekliği aramaktan hiç vazgeçmeyeceğiz, kefareti çok ağır olsa da…
Ve hepimizin kılavuzu da öyle görünüyor ki zaman…