Hakan Aytekin: Kameranın durduğu yer bile ideolojiktir

Yönetmen, senarist, yazar ve akademisyen Hakan Aytekin ile belgesel sinemayı konuştuk. Aytekin, Bizim gibi ülkelerde medya egemen olan sistem adına iş görür, varlığı da statükoyu sürdürmek üzerine kurulur. Belgesel sinema ise statükoyu sorgulayan, eleştiren bir duruşa sahip. En yüzeyde kalan örneklerimizde bile bir “acaba”nın peşinde belgesel sinema" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1961’de Ankara’da dünyaya gelen Hakan Aytekin, Ankara Üniversitesi Basın ve Yayın Yüksek Okulu’nda lisans, Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisans, Maltepe Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamlar. Akademik çalışmaları özellikle belgesel sinema alanında yoğunlaşan Aytekin, öğrencilik yıllarında Suha Arın’la başladığı belgesel alanında kameraman, senarist ve yönetmen olarak çok sayıda ürün verir. Belgesel alanında ulusal ve uluslararası ödüller kazanır. Kurmaca olarak yazdığı senaryoların yanı sıra, çeşitli dergilerde yayınlanan makale, öykü ve denemeleri ile üç kitabı bulunan Aytekin, Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde öğretim üyesi ve Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır.

Aytekin ile bir araya geldik ve belgesel sinema ile kurduğu ilişkiyi konuştuk.

 

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Belgesel sinemanın diğer sanat türleriyle karşılaştırıldığında böyle bir özü var, doğru. Ama gerçek dediğimiz şey bir tane değil ki. Baktığınız yere göre değişiyor, çünkü herhangi bir durum kendi içinde bambaşka gerçekleri barındırıyor. Gerçek, bunu oradan söküp çıkaranın görüş, duyuş, yorumlayışıyla artık olgunun kendisinin değil gerçeği görenin gerçeğine dönüşüyor. Kaldı ki bununla da sınırlı kalmıyor, izleyicilerin hepsi de izlediğini aynı biçimde algılamıyor, “gerçek” bir kez daha kişisel süzgeçten geçiyor, izleyicinin gerçeğine dönüşüyor. Dolayısıyla sadakat yanıltıcı bir kavram. Belki gerçeği manipüle etmediğimiz daha doğru bir ifade olur ama müdahale ettiğimiz de bir o kadar doğru. Kameranın varlığı sanatçının varlığıdır çünkü. Durduğu yer bile ideolojiktir.

Soruyu şöyle açsak derdimi daha iyi anlatırım sanırım. Son dönemde daha çok canlı tanık(lık)lar üzerinden giden bir belgesel sinema var. Gerçek kişiler “gerçek” olduğunu varsaydığımız öyküler anlatıyor. Bizler de o öykülerden yeni bir öykü kuruyoruz. Anlatan ne kadar gerçeği karşılıyor bu meçhul. Enis Batur’un güzel bir sorusu var: Tanığa kim tanıklık edecek? Biz çok da emin olamayacağımız bu öyküyü alıp kendi öykümüze çeviriyoruz. İzleyicinin izlediği ne yazık ki bizim öykümüz. Gerçek olduğunu varsaydığımıza, kendi bakışımızla bir biçim verdiğimiz ve izleyicinin gerçek saydığı bir öykü. Dolayısıyla çıkışımız her ne kadar gerçek olsa da öykü bizim. Tamamen hayal edilmiş bir öykü değil bu kuşkusuz. Ama gerçeğin bizim imgelemimizden imbiklenmiş, çerçevelenmiş bir hali. Bu bağlamda gerçek mi, hayali mi tartışmasının zemini giderek bulanıklaşıyor. Sanatçının özgürlüğü de bu bulanık alanda ortaya çıkıyor. Canlı tanıkların sözünü aktarırken kendisini öykünün dışında tutan bir kişi sanatçı değil, sadece aktarıcıdır. Ayna tutmak bir metafor olarak düşünülebilir. Normal bir ayna sadece yansıtır, ki o da unutmayın yönleri değiştirir, sağı sola, solu sağa çevir. Ama ya konkav ya da konveks bir aynaysanız? Sanatçı dediğin zaten sadece yansıtmaz, yorumlayarak yeniden üretir.

'SİSTEM, TEMATİK İSTASYONLAR ÜZERİNDEN BELGESEL KAVRAMININ İÇİNİ BOŞALTIYOR' 

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Belgesel sinemanın alışılmış, gelenekselleşmiş bir özelliği bu. Bizim gibi ülkelerde medya egemen olan sistem adına iş görür, varlığı da statükoyu sürdürmek üzerine kurulur. Medyanın ekonomi politiğine, mülkiyet ilişkilerine baktığınızda bunu anlamak kolay; en azından bizim ülkemizde varlığının kendi dinamiğinden çok başka kaynaklara, mali ve siyasi zorunluluklara bağlı olduğunu görmek kolay. Belgesel sinema ise statükoyu sorgulayan, eleştiren bir duruşa sahip. En yüzeyde kalan örneklerimizde bile bir “acaba”nın peşinde belgesel sinema. Bu bağlamda, bir ideolojik aygıt olarak televizyonlar belgesel sinemanın pek çok türüne kapalı. Hatta bunu bir politika haline getiriyorlar ve yayın içeriklerinde “belgeselimsi” programlara bile yer vermiyorlar. Ya da sistem, tematik istasyonlar üzerinden belgesel kavramının içini boşaltıyor. Altın arayanlar, şişmanlayanlar, kendi adaletini kendisi arayanlar, binalar, makineler sistemin temel işleyişini dikte etmekten öteye geçmiyor.

Ne yazık ki medya düzeni gibi festival düzenleri de sistemin bir parçasına dönüştü. Festivaller mali kaynağını çoğu zaman kamu kurumlarından alıyor, egemene tabi oluyor. Bağımsız bir festival görebiliyor muyuz? Hayır. İstanbul Film Festivali gücünü seyirciden aldığı 1990’lı yıllarda çok daha etkili ve saygındı, kimse bilet parasını dert etmiyor, deyim yerindeyse kapılar kırılıyordu. Festivaller bağımsızlaştıkça belgesel sinemanın o festivalde yer alması kolaylaşıyor. Ancak son yıllarda festivallerin bağımsızlıkları iyice aşındı, kamu kaynakları ya da uluslararası pazarın gereklerine göre şekillenmeye başlandı. Önemli festivaller kapılarını belgesel sinemaya ya kapadı ya da güçlü dağıtım ağlarındaki belgeseller öne geçti. Kişisel bağlantılar da belirleyici oldu tabii ki… Belgesel sinemanın (en azından Türkiye’deki belgesel sinemanın) dinamiğine çok uyumlu olmayan yeni ilişki ağları diyelim. Burada belgesel sinemacıların da bu işleyişin parçası olduğunu unutmamak lazım. Yapımcısı olmayan, küçük kaynaklarla yetinen, ticarileşmeyi etik açıdan sakıncalı bulan, kimi zaman bundan ürken, iyi niyetiyle kendi dolaşım ağını daha da daraltan bir durumdayız. Üvey evlattan öte, öksüz, yetim desek daha doğru olur.

'BELGESEL SİNEMA KAMUSAL TELEVİZYONLARDA EĞİTİMİN BİR PARÇASI OLARAK DİZGİNLENDİ'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Belgesel sinemayı sinemanın özü, kaynağı olarak görmüyorum. Bu bir yakıştırma, belgesel sinemaya değer katma çabası gibi geliyor bana. İlk filmler belgesel değil, belge filmlerdi. Hayatın herhangi bir anını belgeliyordu. Belki bu yanıyla pür gerçeğe yakın teknik kayıtlardı. Bunların da kamera için düzenlenen gerçekler olduğu o kadar belli ki. Lumiere Kardeşler ve onların adına dünyanın dört bir yanına giderek kayıt yapan operatörler bize gerçeğin onların gözünden görünen kesitlerini sunarken, aynı dönemde Melies de Aya Seyahat ediyordu. Süreç içinde sinemada aya seyahat gibi belgenin değil imgenin peşinde koşanlar belgecilerden çok daha öne çıktı. 1920’lere gelindiğinde, yani sinema daha çeyrek asırlık bir ömre ulaşmamışken günümüzün Hollywood kurallarının büyük bir kısmı yerleşmişti.

Belgesel sinema ne bu kadar hızlı kurallar koydu ne de aynı kurallarda ısrar etti. Malzemesi hep “gerçek” olsa da işleyiş ve yorumlayış zaman içinde değişti. Yüzyılın başındaki belgelemeler yerini şiirsel denemelere bıraktı; Berlin, Londra gibi Batının büyük kentlerini “senfonik” hale getiren filmler sadece emperyalist devletlerin gövde gösterisine eşlik etmekle kalmadı, Türkiye gibi savaşa girmeyen yoksul ülkelerde bile İstanbul, Bursa’nın senfonileriyle belki de farkına varılmadan bu değirmenlere su taşındı. Büyük savaşlar belgesel sinemayı propaganda ve karşı propagandanın girdabına sürükledi.

Sesli çekim tekniklerinin zorluğu, sesi stüdyo ortamlarında kullanılan bir unsur haline getirirken, aynı zamanda belgesel sinemanın açıklayıcı, tanımlayıcı, öğretici örneklerinin ortaya çıkmasını da kolaylaştırmıştı. Zira propagandif ya da manipülatif yaklaşımlar için de bu bulunmaz bir fırsat yaratıyordu. Çok uzun yıllar yönetmenin dış-ses metinleri izleyici için gerçeği yönlendirdi.

Belgesel filmlerin gerçeğin saflığına geri dönüşü de yine ikinci büyük savaşın yarattığı travmaların sonucudur. Egemen sinemanın fantazyalarıyla savaşın acıları arasında ciddi uçurumlar vardı. Savaşın tarafı olarak propaganda yapan filmlerin karşısına, savaşta kolunu, bacağını, aklını, sevdiklerini, malını, mülkünü kaybeden kitlelerin anlatıları çıkmaya başladı. Modern dünyanın yeniden kurulduğu bu yıllarda belgesel sinema yine de uslu çocuk olarak kamusal televizyonlarda eğitimin bir parçası olarak dizginlendi. O yıllarda toplumsal yaşamın çelişkilerinin, doğal hayatın gizemleriyle perdelendiği, belgesel sinemanın genel olarak “uslu çocuk” olduğu söylenebilir. Uygarlıklar, kültür-sanat olayları, mekanlar, meşhur kimlikler, giderek kaybolan değerler, geleneksel yaşam belgesel sinemanın ana temalarını oluşturdu. Türkiye’de genel olarak seçkinci, seküler ve ulusçu (şoven olmasa da homojenleştirici) yaklaşımlar öne çıkıyordu. Ben de böyle bir dönemde belgesel sinema alanına girdim. Yıllarca bu tür temalar ve yaklaşımlar içeren belgesel filmlerin içinde yer aldım. 12 Eylül Darbesi'nden sonra toplumsal yaşamdaki sıçramalı değişimler, teknolojinin ve iletişimin baş döndürücü gelişimi, toplumsal yaşamı 1980 öncesinin toplumsal çelişkilerinden çok daha fazla etkiledi. Bu süreç bireyselleşme iksiriyle birlikte kitleleri apolitize ederken, toplumsal sınıflardan çok etnik kimlikler, ekoloji, toplumsal cinsiyet gibi kavramlar öne çıktı. Ben bu dönemi Çokkültürlülük Dönemi olarak ifade ediyorum. Ben de 2000’lerle birlikte çokkültürlülük yaklaşımlarını içeren filmler çekiyorum. Kuşkusuz içerik kadar, dil de değişti, biçemler de.

'BELGESEL SİNEMA, TOPLUMSAL HAFIZANIN OLUŞUMUNDA EN ÖNEMLİ ARAÇ'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel günümüzde değil ezelden beri tanımlanamayan bir tür. Her dönemde farklı tanımlar, tanımlayanlar çıkıyor karşımıza. Bu durum belgesel sinemanın iki ayrı boyutuyla ilgili gibi geliyor bana. Birincisi, “belgesel” sözcüğü büyülü, itibar kazandıran bir sözcük. Hangi içerikle olursa olsun bir yapıma belgesel sıfatı koymak onu “değerli” kılıyor. Ama tabii ki bu bir yanılsama. Sorunun ikinci boyutu burada devreye giriyor; kitleler için kolay izlenen ve sorunları magazinsel biçimde veren ve bunu yaparken sistemi güzelleyen, gerçekliğe boyun eğdiren bu tür içeriklerin “belgesel” olarak tanımlanması kitlelerin zihnine sahte bir bilinç enjekte ediyor.

Belgesel sinemanın bilgi verme özünün gerekli olduğuna inanıyorum. Son yıllarda belgesel sinemada bilgi vermeye karşı bir tavır var, hem de daha çok akademisyenlerden gelen bir tavır. Bilgi olmazsa belgesel sinema sadece duyumsatan, sezdiren bir yapının ötesine kolayca geçemez. Bunu imgesel/kurmaca sinema daha kolay ve güçlü biçimde yapıyor. Burada öğretmen edasıyla verilen bilgiyi kastetmiyorum; toplumsallaştırılan, gerçekle karşılığını bulan bilgiden söz ediyorum. Sadece tanıklıklar üzerinden giden o kadar çok belgesel var ki karakterin yaptığı işin bile ne olduğunu kavrayamadığımız. Tanığın ağızından çıkan bilgilerle sınırlı kalan. Özellikle bilginin tarihsel derinliği, biriktirilmiş yanı çok eksik kalıyor. Canlı tanığın ömrü, ömründe biriktirdikleri kadardan yönetmenin süzüp çıkardığı kadarıyla bilgi temsil ediliyor. Aynı soruyu ben sana soruyorum, belgesel sinemada bilgi taşımanın ne sakıncası var? Toplumsal hafıza sadece kişilerin hafızalarında kalanla ne kadar kurulabilir?

Sözünü ettiğin mecralardaki içeriklerin sosyal medyanın genel geçerliği, uçuculuğu gibi kalıcı olmadığını, estetikten çok izletme mühendisliğine dayandığını düşünüyorum. Anlamak gerekmiyor bu içerikleri; onlardan büyülenmek, hızına yetişememek, aklında tutmamak gerekiyor. Belgesel sinema, toplumsal hafızanın oluşumunda en önemli araç. Bilgiyi sinema estetiğiyle birleştiren bir anlatım dili kurulduğunda ne bilginin kuruluğu kalır ne de sözünü ettiğin içeriklerin uçuculuğu.

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel sinema, bir “karşı” durma sanatıdır. Bu bağlamda egemenlerin hışmına uğraması son derece doğal. Belgesel sinema dogmatik olanı savunmaz, eleştirir. Bu noktada son derece özneldir ve ideolojiktir. Yönetmenin dünya görüşüyle şekillenir. Sorgulamayan, sorunları toplumsallaştırmayan, “karşı” olamayan bir “belgesel” propaganda ya da sahte bilinç malzemesidir. Egemenlerin yaptığı da bu ayrıma göre engellemek ya da öne çıkarmaktır. Sistemin gereği bu. Belgesel sinemacıların sistem dışında olması ve tutulması da bu özden geliyor zaten.

'BELGESEL SİNEMA İLE KARNIMIZI DOYURMAK BİR FANTAZYA'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Bence hiçbir yerinde. Müzmin, iflah olmaz bir haldeyiz. Ama ekmeğimizi bu işten kazanmaya çalıştığımızda bu mecraların baskısına yenilmek zorunda kalıyoruz. Çok klasik bir ifade ama Mc Luhan’ın deyişiyle, araç mesajın kendisidir. Bu tür platformlar sistemden bağımsız değil ki, tersine sistemi yeniden üreten mekanizmalar. Şu günlerde bu platformların birinde yayınlanan, sosyal medyanın arka planını anlatan bir belgesel var. Sence bu belgesel mekanizmayı açığa çıkardığı kadar yine kendini bu mecra üzerinden yeniden kurmuyor mu?

Türkiye’de belgesel sinemanın yapımcısı yok, ticari bir geleneği yok. Bu tür platformlarda ancak yukarıdan aşağıya doğru bir sipariş gerçekleşebilir. Kaldı ki bu platformlardaki içeriğin acaba yüzde kaçını bu ülkenin sinemacılarının üretmesine izin ya da fırsat verilir. Bu durum sadece platformlar için değil, Batı’daki belgesel sinemayı destekleyen büyük televizyon istasyonları tarafından da benzer şekilde yürütülüyor. Parayı verdikleri gibi içeriği de yönlendiriyorlar. Ben bugüne kadar hiçbir belgeselimde bu tür bir taviz vermedim. Çünkü ne tanıtım filmi kıvamında çekmeyi hedefledim, ne de destek alayım diye içeriği değiştirdim. O yüzden de az sayıda üretebiliyor, belgesel sinema ile karnımızı doyurmak ise bir fantazya.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

İki proje üzerinde çalışmaya başladım. Biri maden kazaları üzerine. Kamusal yanı çok önemli olan böyle bir olguda yaşamın değerliliğini anlatmak istiyorum. Diğeri ise sıradan bir insan üzerine. Bu belgeselde de sıradanın değerliliğini anlatmayı hedefliyorum.

Günler geçmek bilmiyor ama bakıyorum ki aylar geçiyor… Pandeminin bizi iyice kapattığı böylesi bir dönemde en güzel genişleme biçimi daha çok okumak, daha çok seyretmek, daha çok yazmaktan geçiyor.