Hakikat boyun eğmez!
“Gazetecilik” de, insan onuru, hakkaniyet, adalet duygusu ve başka şeyler gibi dumurun, çamurun içinde boğulmaya direniyor yine de. Direnecek de!
Zaten belli oldukları halde “açıklanan Twitter trolleri”nin profillerinde genellikle “Gazeteci” yazıyor.
Sanırım gazeteci olduklarından değil; “tetikçi trollük” ile gazetecilik epeydir birbirine karıştığından.
Haksız değiller! Gazeteci kimlikli birilerinin tetikçi-trol olduğu bir devirde, tetikçi trollerin de gazeteci kimliğiyle patronlarına hizmette bulunmasında yadırganacak bir şey yok.
Faruk Bildirici, bu medya-gazetecilik âleminin şahsiyetli, haysiyetli ismi; tüketilmiş ve ne hürriyeti ne milliyeti ne sabahı ne akşamı kalmış medya enkazında yapılamayan “Ombudsman”lığı, doğru dürüst gazetecilik çabası olan alternatif gazetecilik mecralarında yapacak artık.
Diyor ki, “Elimizdeki ölçü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”dir.
Bilmiyorum, “Bildirge”yi bilir misiniz?
1995 sonunda Milliyet’te genel yayın yönetmenliğinden istifa etmiştim.
Yaptığımız işi yeniden anlamlandırmak istiyordum. Aynı anda da, yeniden öğrendiklerimi başka türlü anlatabilmek.
Felsefi kökenleriyle vicdan özgürlüğünden başlayarak ifade ve basın özgürlüğüne bir yolculuğa ve üniversitede ders vermeye başladım.
O sırada, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin en aktif dönemlerinden birinin başkanı, rahmetli Nail Ağabey (Güreli) bir “Gazetecilik etiği-deontolojisi-meslek kodları” çalışması yapmamı rica etti.
Internet’in emeklediği bir dönemdi ama dünyada bu konuda ne kadar uluslararası, ulusal, yerel, örgütsel, belli bir gazetecilik dalına ait metin varsa hepsini buldum. Okudum. Notlar aldım. Türkiye’deki özel sorunları listeledim.
Ve adını tereddütsüz “Bildirge” koydum. Her kelimesini düşünerek:
“Türkiye Gazetecileri…”
“Hak ve Sorumluluk…”
“Bildirge…” yani Beyanname.
Milliyeti değil, ülkeyi ve dünyayı da temel alan… Özgürlüğün ancak bağımsızlık, hak ve sorumlulukla mümkün olabileceğini, hepsinin birbirine bağlı bulunduğunu içeren…
Ve gazetecilerin, tabii isterlerse, imzalayarak, tavırlarını beyan edecekleri bir metin.
Sonra TGC içinde konuşuldu, başka sivil toplum örgütleriyle tartışıldı, nihai metin çıktı. İlk başta 3 bin gazeteci imzaladı. Sayı arttı.
Şimdi Nail Ağabey, daha sonra yönetimine girdiğim TGC’den Şakir Süter ve daha nice kaybımız çoğaldı, kaybettiklerimiz ise bir felaket haline geldi. Gazeteciliğin ruhundan alınanların, çalınanların aktörleri; hak ve sorumluluğu, özgürlüğü istemediği gibi, tam düşman belledi.
Yine de tesellimiz var: TGC, Bildirge’nin titiz sahibi. O günkü gençler yaş alırken bugünün genç gazetecileri arasında Bildirge’nin ruhunu içten benimsemiş nicesi var.
Kire, kibre, çamura, tetikçilere, nefret ve şöhret budalalarına, güce tapanlara, kendi gücüne hayranlara, bindirilmiş-indirilmiş lekelilere karşı “hakiki gazetecilik” yapma çabasındalar.
Burada da başka yerlerde de.
“Ombudsman” kurumu da “Bildirge”nin bir uzantısıydı. Bildirge beyan edildikten bir süre sonra Milliyet’te yeniden (biraz mesafeli) bir yöneticilik konumu kabul ederken, tek şartım, Türkiye medyasında ilk “Ombudsman”’lığın oluşturulması ve gazetenin eleştirisinin her hafta başı buna ayrılmış bir tam sayfada yapılmasıydı.
Özeleştiri değil; otoriteden, hiyerarşiden bağımsız eleştiri!
Tabii biz, o günkü medyanın eleştirisinden bugün eleştirecek bir şeyi de kalmayan bir medyaya geleceğimizi tam bilemezdik.
Ama o günküler de aklıma gelince…
Bugünün azgın ilhamını nasıl hazırladıklarından utanmış olmalarını dilerdik!
Twitter filan yoktu ama “trollük” kiminin ruhunda, ruhun da günahı yok belki, hevesinde, nefesinde, meşrebinde vardı o zaman da.
“Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer uzun zaman sonra konuştu” haberlerini görünce…
Herhalde o günlerin, koalisyon döneminin, yani 2000-2002’nin büyük medyasındaki “troller” de kendilerini hatırlamıştır.
“Çankaya Köşkü’nde perde israfı”ndan “Sezer’in villası”na kadar, Ankara’da iktidarda bir merciin de desteğiyle, “büyük medya tahakkümü”ne yüz vermeyen Sezer’e ateş ediyorlardı. Haberin doğru ya da yanlış olması önemli değildi. Aynı anda birkaç yerden yaylım ateş önemliydi.
Medya tahakkümüne direnenlerden medyaya tahakküm edenlere geldiysek, onların da vebali büyüktü!
Ayrı bir parti kurmasına dair söylentiler dolaşınca, Erdal İnönü’yü de manşetten, köşelerden kurşuna dizenleri…
Ya da Uzan’ın “büyük medyaya karşı-medya”sında, Sezen Aksu dahil, sık sık hedef alıp vuranları; sizler, muhtemelen hepiniz değil ama, bir kısmınız “adam gibi adam” sanarak 2022’yi de idrak ediyor olabilirsiniz!
Oysa “trollük” Twitter’dan önce icat edilmişti ve tetikçilik deniyordu.
Etikçiye karşı tetikçi!
O günlerde kendisi de “muhtar bile olamaz” tetikçiliğine maruz kalmış bir siyasetçinin, bugün en yüksek makamda, tetikçi trollerle coşmuş bir “haddini bil, dili koparılır, hain” ve benzerleriyle kaplı bir atmosferden rahatsız olmaması da, tarihin sadece cilvesi değil, aynası olmalı!
Şimdikiler açıkçası, tetikçi bile değil. Tetik. Kukla bile değil, kuklaya da haksızlık. Herkese saldırırken kendi kişiliklerini ezip geçmiş, inancın gölgesinde bile utanmadan ülkenin ruhunu karartan, kötülükleri her köşeye dağıtan, fesat seferberliği mensupları!
Bir insan bununla nasıl gurur duyabilir!
Çoluğu çocuğu, torunu varsa; bu nefret, kötülük, yalan ve köleliğe adanmış diliyle, eliyle, sırıtışıyla onlara nasıl bir ülke, nasıl bir gelecek, nasıl bir haysiyet sunabilir.
“Gazetecilik” de, insan onuru, hakkaniyet, adalet duygusu ve başka şeyler gibi dumurun, çamurun içinde boğulmaya direniyor yine de. Direnecek de!
Çünkü insanın hakikate ihtiyacı bitmez.
Hakikat ise rahat durmaz, Dursun!
Boyun eğmez, itiraz eder, varken yok olmaz!