Haksız tahrik ve Mezarlık
Kadınlara kendi hayatlarını koruma, öz savunma hakkı bile vermemek için bin dereden su getiren adalet, vahşice tasarlandığını bir çocuğun bile anlayabileceği cinayetlerde katillere haksız tahrik indirimi uyguluyor. Katil lehine hiçbir noktanın bulunamadığı durumda bile, salt katledilenin kadın olmasından kaynaklanan bir “haksız tahrik imkânı” öylece orada duruyor.
“Gerçek adalet mezarda gelir,” diye bir söz duymuştum çok önce. O zaman çok anlamlı gelmişti. Ölümün sonunda herkesi eşitleyen yanıyla ve “gerçeğin er geç açığa çıkmak gibi bir huyu vardır,” sözüyle ilişkilendirmiştim. Ülkede hiçbir zaman iyi işlemeyen adalete duyduğumuz inanç, giderek öyle azaldı ki bir zamandır sadece anlamsız değil yanlış da geliyor bu söz. Bir kere yaşarken eşitlik yoksa, ölümde de yok. Ezilenler, daima haksızlığa uğrayanlar, yaygın garip deyişle “kırılgan gruplar” ölüme daima daha yakınlar. Yaşam gibi ölümün de sınıfsal yanı da var, toplumsal cinsiyetle sıkı sıkıya bağlı yanı da. Kadın olmak, çocuk olmak, LGBTİ+ olmak, şiddetle karşılaşma ve ölüm riskini kat kat arttırıyor. Çıt kırılgan hayatlarımız erkek adaletin pençesinde olduğu için de, adalet mezarda bile gelmiyor çoğu kez. Katiller, istismarcılar, şiddet failleri büyük bir işbirliğiyle korunuyor. Kadınlara kendi hayatlarını koruma, öz savunma hakkı bile vermemek için bin dereden su getiren yargı, vahşice tasarlandığını bir çocuğun bile anlayabileceği cinayetlerde katillere haksız tahrik indirimi uyguluyor. Katil lehine hiçbir noktanın bulunamadığı durumda bile, salt katledilenin kadın olmasından kaynaklanan bir “haksız tahrik imkânı” öylece orada duruyor.
Lanetli sözcük, katil koruyan, haksızlığıyla ciğer solduran “haksız tahrik”! Yaşarken nefes alışlarıyla bile erkekleri tahrik edebildikleri gerekçesiyle kamusal alandan uzak tutulmaya, dört duvara tıkılmaya itilen kadınlar, öldürülürken de illa ki katillerini tahrik edecek bir söz etmiş, bir davranışta bulunmuş oluyor. Evli adam bir kadınla ilişkiye girdiğinde namusu kirlenmiyor sözgelimi ama ilişkisi açığa çıkacak gibi olursa, kirleniyor. Namus ve ahlak tamamen kadın bedeni üzerinden tanımlanırken itibar, imtiyaz hep erkeklere ait. Bu rezil riyakâr düzende erkekler sonsuz “kışkırma” kapasitesine sahip. Bir cinsi arzulayan öbürünü arzulanan, birini av diğerini avcı, birini hükümdar öbürünü itaatkâr kılmaya kuruluysanız, her koşulda her şey tahrik gerekçesi olabilir zaten. Kadınları kolaylıkla katleden adamların patronları karşısında nasıl süklüm püklüm durabildiklerinin sırrı bir türlü çözülemedi. İşine geldiği zaman kendini kontrol edebilen erkek öfkesi katlettiğinde, suçlu yine kadın!
Bütün bunları ifade etmek, ikiyle ikiyi toplamak bile kadınları “erkek düşmanı” ilan etmeye yeterken elinin kanı kurumamış katiller “ben katil değilim” diyor ve arkasında belli bir toplum desteği bulabiliyor. Kadınlar yıllardır bunlarla mücadele ediyor, ses yükseltiyor, mahkeme salonlarını dolduruyor, ses veremeyen kadınların, katledilen hemcinslerinin ve onların yakınlarının haklarına sahip çıkıyor. Umut da tastamam buradan geliyor.
Bugün haftalardır süren Pınar Gültekin davasının son duruşması yapıldı, karar çıktı. Pınar Gültekin’i şiddet göstererek bayıltan, boğmaya çalışan, boynuna altı yedi kez kalın bir urgan dolayıp cenin pozisyonunda bir varile sokan, bu korkunç işkencelerden sonra benzin döküp yakan, üstüne beton döken Cemal Metin Avcı, sonunda hüküm giydi. Suçunu mecbur kalıp itiraf ettiği halde, itiraz ettiği tek nokta Pınar Gültekin’i canlı canlı yakmış ve cinayet için ailesinden yardım almış olmasıyken haftalarca süren yargılamada tüm kartları oynadı. “Ben katil miyim?” diye sordu, “linçleniyorum” dedi, “ben karıncayı bile incitmem” dedi, “İstanbul sözleşmesi iyi ki iptal oldu” dedi, “kadınlar çiçektir” dedi, “namusumu kirletti” dedi, “beni tahrik etti” dedi. Pınar’ın hayatı hiç gereği yokken, haftalarca didik didik edilip katile gerekçe arandı. Acılı aile tüm bu sürecin her türlü “şiddet”ine maruz bırakıldı. Sonunda cinayeti örtbas ettikleri yönünde türlü türlü delil bulunan aile üyeleri beraat etti. “Canavarca hislerle adam öldürmek” suçundan yargılanan Cemal Metin Avcı’nın cezası ise ağırlaştırılmış müebbetten “haksız tahrik” indirimiyle 23 yıla döndü. Bu yazıyı yazdığım sırada hukukçuların değerlendirmelerinden anladığım kadarıyla bu cezanın da yarısını falan yatıp çıkacak. Hayatına devam etme şansı olacak. 27 yaşındayken bir erkek tarafından katledilen Pınar için adalet mezarda bile gelmedi. Ailesi ve yakınlarının da bu kararla bir parça olsun huzur bulması mümkün değil.
İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı, öngördüğü önlemlere uyulsaydı, yasalar katilleri değil kadınları koruyacak biçimde uygulansaydı… Muhtemelen Pınar da hayatta olacaktı çünkü Cemal Metin Avcı baştan sona bu rahatlıkla davranamayacaktı. Pınar’ın katili için, bu son derece uç, vahşi örnekte böyle bir karar çıkmış olmasının da bundan sonraki potansiyel failleri cesaretlendireceği çok açık. Elbette Pınar için, katledilen tüm kadınlar için adalet aramaya devam edeceğiz. Peki bu örnekler katlanarak artarken, yaşayanları ve kendimizi nasıl koruyacağız?
Sözümüzü, her şeye rağmen yılmadan, daha güçlü söyleyerek, yan yana durarak, hayatlarımıza ve başkalarının hayatına sahip çıkarak. Bu irade, bugün elimizdeki en önemli şey. Elini taşın altına gerçekten koyan herkes ve her şey de değerli.
Netflix’in iddialı polisiyesi “Mezarlık” da bunlardan biri. Bugün niyetim sadece bu diziyi yazmaktı ama tüyler ürpertici bir kurmaca/gerçek örtüşmesiyle Pınar Gültekin davası da bugün sonuçlandı, boğazda düğüm olan gerçek öne geçti. Dizinin ilk bölümünde bir kadını canlıyken yakan “imtiyazlı bir erkek”, Metin Güreli, yoğun çabalarla yakalandığı halde, son bölümde tahrik indirimiyle 18 yıl ceza alıyor. Kurmaca, gerçeği tüyler ürpertici biçimde takip ediyor.
Netflix’in yayınlanan son yerli yapımı olan “Mezarlık”, hikâye ve senaryosu Özden Uçar, Onur Böber ve Evren Oğuz’a ait, orijinal bir yapım. ANS imzalı dizinin yapımcısı da Evren Oğuz ve yönetmeni Abdullah Oğuz. Dizi pek çok açıdan, ilk. Öncelikle tamamen kadın cinayetleri temalı ilk yerli polisiye. Yaklaşık 1,5 saatlik 4 bölümden oluşan ilk sezonu format olarak da yenilikçi. Karakterler, mekân ve ana tema ortak kalmakla birlikte her bölüm kendi içinde başlayıp biten birer film gibi. En iyi örneklerinden birini “Sherlock Holmes”la gördüğümüz bu format, iyi kullanılabilirse, polisiyeye de yakışır.
Birce Akalay’ın müthiş biçimde canlandırdığı Önem Özülkü karakteri, (uyarlama olmayan bir dizide) bugüne dek rastladığımız en iyi çizilmiş kadın baş komiser. Dizinin konusu kısaca şöyle: Emniyette, kadın cinayetlerine odaklanan bir “Özel Suçlar” birimi kuruluyor ve başına bir kadın komiser getiriliyor. Kendisine verilen, hepsi birbirinden arızalı küçücük bir ekiple (Serdar- Olgun Toker, Hasan-Şehsuvar Aktaş, Berk- Baran Güler) bodrum katındaki çözülemeyen vakalarla dolu, mezarlık namlı arşive atılan Önem için bu bir fırsat mı, ceza mı belli değil başta. Emniyet Genel Müdürü olma hayalleri kuran müdür yardımcısı Haluk’la (Hakan Meriçliler) görünürde de kadın düşmanı savcı (Cem Sürgit) arasındaki gergin çekişme de işini hiç kolaylaştıracağa benzemiyor. Çok az imkanla çok fazla başarı yakalamak durumunda. Ekibe güçlü bir kadın eleman alıyor. Lisbeth Salander Türkiye versiyonu, iğne deliğinden her yere sızabilen arıza hacker Nergis/Sophia (Berna Öztürk) Önem’in yakın arkadaşı başarılı otopsi uzmanı Feriha’nın da katılımıyla minik dev kadro tamamlanıyor. Bunlar olup biterken Önem özel hayatında da türlü sorunla boğuşuyor. Bir yandan süren bir yas hali bir yandan da bu travmayı atlatamayan kızı Sude’nin (Elif Sevinç) ergenlik sorunlarıyla…
Batı polisiyelerinde başkarakter olarak kadın polis ve dedektifleri uzun süredir görüyoruz. Birkaç yıl önce yazdığım, “Kadınlar Karanlıkta İyi Görüyor” adlı bu yazımda bu karakterleri anlatırken, “bizde de yakındır” öngörüsünde bulunmuştum, gerçek olmasına çok memnunum.
“Güçlü kadın hikâyesi kuralım da kuralım” demekle olmuyor, hem hikâyeyi güçlü ve olabildiğince iyi biçimde kurmak gerekiyor, hem de karakteri. Bu ikili tamamlanıp üstüne iyi bir oyuncu da gelince, tadından yenmiyor. Birce Akalay son yılların en karizmatik ve yetenekli kadın oyuncularından biri. Lauren Bacall/Türkan Şoray/Çolpan İlhan bileşimi acayip bir aurayla, tamamen kendisi. Eskinin noir yıldızlarıyla Yeşilçam yıldızlarının o buğulu büyülü haline ve alt tonlarda daima bir femme fatale’liğe eşlik eden son derece modern bir hava. Yani “hadi yazın da güçlü kadın oynayayım” diyerek doğmuş gibi bir hali var. Akalay’ı yakın zamanda “Kuş Uçuşu”nda ana haber spikeri Lale Kıran rolünde izlemiştik. İki diziyi art arda izleyince bu kadar belirgin bir fiziki malzemeyle nüans yaratma becerisine bayılmamak mümkün değil. Dizide (kısmen yer yer henüz oturmayan karakterlerin de kösteğiyle) tekleyen bir-iki kısım dışında diğer oyuncular da oldukça iyi bence. Hikâyeye hizmet eden, tempolu bir reji de artılar arasında.
Ama “Mezarlık”ın en önemli ve coşturucu özelliği elbette ki kadın cinayetlerini başrole oturtan bir dizinin konusuna da hayli hâkim, doğru bir bakış açısını cidden benimsemiş olması. İlk bölümde mansplainingden kadın düşmanlığına kadınların kariyerlerinde karşılaştıkları her türlü musibete değiniliyor. Kadın cinayetleriyle ilgili önemli her noktanın altı çiziliyor. Kadına şiddetten kadın dayanışmasına, “erkek adalet”ten imtiyazlarının arkasına gizlenen, Önem’in pek güzel biçimde söylediği gibi “yavşak herifler”e, bu alandaki toplumsal ikiyüzlülüğe dair her şey var. Bu mesaj doluluğu bölümü yer yer kamu spotuna çevirse de garip biçimde gücünden bir şey yitirmiyor. Çünkü olay örgüsü iyi kurulmuş ve evet, bu kadar adaletsiz bir ülkede bir dizinin çıkıp da bunları gümbür gümbür söylemesi insana iyi geliyor. Etkileyici final konuşmasında komiser Önem “Kendini dokunulmaz sananlar, size sesleniyorum, artık işler değişecek…” dediğinde “komiserim çok yaşa komiserim!” diye kalkıp ekrana sarılasınız geliyor. Bu açılardan umut oldu, emeği geçen herkesin eline sağlık.
Her bölümün kendi hikâyesine sahip, yer yer tarz olarak da farklılaşan birer film gibi kurulması, dizinin hem avantajı hem de dezavantajı. Güçlü bir birinci bölümden sonra, mutaassıp bir ailenin çifte hayat yaşayan kızı, Nefise/Nefes’in ölümünün soruşturulması üzerine kurulan ikinci bölümde olası tüm handikaplar beliriyor. Toplumsal gerçeklik/kurmaca dengesini ilk bölümde çok iyi kuran dizi, burada din/gelenek/toplumsal ikiyüzlülük/paralel hayatlar temasında ciddi bir yerel malzemeden beslen(eme)me sorunu yaşıyor. Ki bu da kısmen normal aslında. Geçen hafta “Kaçış”la ilgili yazımda da yazmıştım. Bizde hemen hemen her tür, en güçlü geleneğimiz olan Yeşilçam’ın etkisiyle bir melodram/masala evrilme eğiliminde olduğu için, gerçekliği kurmakla ve gerçek malzemeden iyi beslenmekle ilgili bir sorunumuz var. Malzemesi katı gerçek olan polisiye gibi bir türde bu tabii daha çok su yüzüne çıkıyor. Bu da ancak yapıla yapıla, böyle iyi örnekler çoğaldıkça giderilebilecek bir şey. Bu açıdan elimizdeki eli yüzü düzgün örneklere fazla yüklenmeyi iyi bulmuyorum, öte yandan sorunlar üzerine düşünmenin yapıcı faydaları olabilir.
Dizinin boşanmış kadınları hedefe alan kadın düşmanı incel'imsiler üzerinden erkeklik krizini işlediği üçüncü bölümü, gerilimi ve ürkütücülük oranı en yüksek bölüm. Yalnız aynı bölümde girilen “seri katil” teması dördüncü ve son bölümde de sürüyor. Kadın cinayetleri gibi en önemli sorunlarımızdan biriyle kurulmuş güçlü gerçeklik bağının bizde pek örneğine rastlanmayan seri cinayet gibi Batılı bir eksene kaydırılması, diziyi bir miktar inandırıcılık kaybına uğratıyor. Bu da yine aynı sorundan kaynaklanıyor aslında, beslenebilecek yerli örnek çok olmayınca, ister istemez Batılı örneklerden daha çok beslenme eğilimi beliriyor. Bu da Amerikanvari bir edaya büründürüyor her açıdan diziyi. Yine de karakterlerin olabildiğince açımlandığı, büyük mantık hatalarının olmadığı, temposunu büyük ölçüde koruyan ve devamına dair merak ve heyecan uyandıran bir ilk sezondan söz edebiliriz rahatlıkla.
Masallar da tatlıdır ama bir adamı tahta oturtup kadınların etrafındaki canhıraş kapışmalarını izlemeli peri masalları da, daima pek revaçta “kadının en büyük düşmanı yine kadın” teması da belli bir doygunluk noktasına çoktan erişti. Arada bir de olsa malzememiz suya sabuna dokunsun, bir dizideki kadın karakterinin sözü, “haksız tahrik indirimi”nin boğaza düğüm gibi oturduğu bir günde, umut olsun: “Kendini dokunulmaz sananlar, size sesleniyorum, artık bir şeyler değişecek.” Gerçekten değişecek, böyle gelen artık böyle gidemez çünkü. Hayat da “yeter” diyor, diziler de.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI