Halil Yörükoğlu'ndan yüzüne bakılmayanların öyküleri
'Keşke Yüzüme Baksanız', toplumda bir türlü var olamayan, öteki tarafından görülmeyen bireyleri olay ekseninde duru ifadelerle anlatan bir kitap olarak karşımıza çıkıyor.
Halil Yörükoğlu’nun 'Keşke Yüzüme Baksanız' isimli öykü kitabı, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Birbirinden bağımsız on yedi öyküden oluşan kitap, hayata karşı yabancılaşan, modern zamanlarda yitip giden, kısaca yüzüne bakılmayan insanları konu edinmekte.
'Keşke Yüzüme Baksanız', 2017 Yaşar Nabi Gençlik Ödülleri’nde “Dikkate Değer” bulunan ve ilk kitabı 'Kaçış Rampası', 2020 senesinde yayımlanan Halil Yörükoğlu’nun ikinci kitabı. Birbirinden bağımsız on yedi öykü hakkında genel anlamda kalem oynatmak güç olsa da kaba bir ayrım yapmak gerekirse bazı hikâyeler çocukluk ve ilk gençlik travmalarına, bazıları ailevi travmalara, bazıları modern hayatın içerisinde ezilen bireyin yalnızlığına, bazıları ise ilişki ve aşk çıkmazlarına dayanmakta. Pek tabii olarak bu temaların iç içe geçtiği öyküler de var. Birçoğu ise Berkeley’in şu cümlesini akla getiriyor: “Var olmak algılanmaktır.”
Kitapta dikkat çeken öykülere değinmek gerekirse kanaatimce bunlar: 'Her şey', 'Sadık Mehmet Kaya', 'Yolculuk ve Sevgilimin Youtube Premium üyeliği var' ve 'Erkek çocuk cabbar olur'. İlkinde, ikinci tekil şahıs kullanımı oldukça çarpıcı. Bu sayede anlatıcı okuru hem metne fahri bir kahraman olarak dahil ediyor hem de adım adım ilerleyen bir kamera merceği misali metni sinematografik kılıyor. Ayrıca, öykünün sonunda bir kedi olduğunu öğrendiğimiz anlatıcının kendi türüne mesafeli durarak onlardan “kediler” diye bahsetmesi ancak savcı ona tekme savurunca kendi gerçekliğinin farkına varıp kendi türünden birinci çoğul şahıs kipinde söz etmeye başlaması ince bir ayrıntı.
İkincisinde ise insan türü için birer etiketten ibaret olan ad ve göbek adı üzerinden ortaya konmuş bir anne-oğul ilişkisi söz konusu. Kahramanın göbek adı dedesinden, adı da babasından. Babasının vefatıyla birlikte evde Sadık, dışarıda Mehmet olan kahraman iki adı arasında bocalamakta çünkü ev, annesinin varlığıyla birlikte güvenli bölgesi. Öte yandan babanın ölümüyle birlikte yaşlı kadının tek dayanağı olduğu için bir işte çalışmak dahi kahramanın gözünü korkutmakta. Öyle ki “dışarı çıksa araba çarpacakmış gibi” çekinen bir adam söz konusu.
“Kırk yedi saatlik Mehmet Bey faslı böylece bitmiş, ‘Oğlum Sadık’ dönemi kaldığı yerden devam edecekti. Ama benim de yeni bir hayata, başka başka insanlara ihtiyacım vardı. Bunlardan ona asla bahsetmedim.” (s.92)
Kısaca, anne-oğul ilişkisinin karmaşık yapısını gözler önüne sermiş yazar. Annelik vasfının kadının hayatını kuşatması, anneye güvenen çocuğun dış dünyada bocalaması ve anneye karşı bir tür bağımlılık geliştirmesi, yani bağlılık ve bağımlılık arasındaki ince çizgide bireyleşemeyen ve dış dünyaya açılmakta bocalayan iki insan konu edilmiş.
Üçüncüsünde ise anlatıcı bir otobüsün körüğüne düşerek ölen bir kişi. Körüğe sıkışıp kalan müteveffanın gözünden metropol hayatında tepkisizleşen, duyarsızlaşan, gözünün önündekini dahi göremeyecek hâle gelen, sadece günlük rutinini tamamlamaya programlanmış bir robota benzeyen insan yığını gözler önüne serilmekte. Başka bir deyişle anlatıcıyı bireyin sembolik ölümü olarak görmek de mümkün.
“Dediğim gibi düşme ânımı hatırlıyorum ama nasıl ve nereden düştüğümü bilmiyorum. Hareket halindeki bir otobüse düştüğümü bilmiyorum. Hareket halindeki bir otobüse düştüğüm halde ne hayat ne de otobüs durdu. Her şey duraksamadan devam etti. Aynı bizim işyeri.” (s.97)
Dördüncüsü, şahsen en beğendiğim ve oldukça hayatın içinden bir öykü. Anlatıcının bir kadın olduğu bu öyküde ağzı laf yapan, yüzeysel romantizme sığınan fakat hiçbir vasfı olmadığı için her gün farklı projelerle gelen, internet bağımlısı, lapacı erkek tipini odağına almış yazar. Kadının adamı bırakmamasının tek nedeni ise onu babasına benzetmesi.
“Sevgilim babama çok benziyor. Ben anneme benzemiyorum. Sevgilim videolardan sadece kâğıttan kuş yapmayı öğreniyor. Bir türlü kaybolmayan sevgilim bana, uçamayan kuşlar yapıyor.” (s.101)
Kitapta, üstte bahsedilen dört öyküden önce yer alsa da üslup bakımından bütün öykülerden ayrıldığı için beşinci sıraya aldığım 'Erkek çocuk cabbar olur' ise üslubu ve kelime kadrosuyla ön plana çıkıyor. Yörük bir ailenin trajedisini konu edinen öyküde dikkat çeken bir diğer nokta ise tabiat unsurlarının kullanımı. Tıpkı Yaşar Kemal’de olduğu gibi olayların seyrine göre değişen bir tabiat mevcut. Yani, tabiatın da öykünün şahıs kadrosunda yer aldığını söylesek yanlış olmaz.
“Alvala bir akşam vakti. Belli ki deniz sessiz. Balıklar karataşın oyuğunda uykuda. Rüzgâr yok. Rüzgârın getirdiği, insanı sersemletecek bir ıslık yok. Bir şey olacak da sanki, bir ses istiyor.” (s.52)
Tüm bunlarla birlikte farklı seyirde olsa da okurda benzer tat bırakan öyküler de var. Bunun sebebi birbirini andıran sahnelerin veya benzer tasvirlerin yer alması. 'Annem hâlâ kırk yedi kilo' öyküsünde başkahraman, iş mülakatına giden ve patates cipsi yiyen bir kadın. Buna paralel olarak 'Acıktık, poğaça yedik' öyküsünde de yine cips yiyen ve yine işsiz olan bir kadın söz konusu. Öte yandan, yine aynı öyküde terleyen kadın gömleğinin üst düğmelerini açıp, sonuna kadar açtığı çeşmenin altında yüzünü yıkayarak rahatlamaya çalışmakta. Ardından gelen 'Kısa kollu gömlek' isimli öyküde de yine su ile arınmaya çalışma durumu var. Elbette iki öykü de konu ve seyir açısından tamamen farklı. Ancak birbirini anımsatan sahnelerin tekrarı okur için dezavantaj. Tıpkı, otuzlu yaşların başında yalnızlık çeken, terk edilen yahut tetikleyici bir olayla birlikte maziye dönen erkek kahramanların çokluğu gibi.
'Limon kolonyası' ve 'Seni Seviyorum' öykülerinde de erkek kahramanların tepkileri benzer. İki kahraman da bilincini kaybederek dürtüsel davranmakta. Birincisinde, sevdiği kadını berber televizyonunda gören adam cihaza karşı “Onun ismi Özlem, Özlem!” diye haykırıp bütün esnafı başına toplayacak kadar ciddi bir kriz, bir tür bilinç yitimi yaşıyor. İkincisinde ise birisi arabasının arka camına “Seni seviyorum” yazdığı için kahveye giderek “Lan Pınar benim karım. Kim lan o namussuz, bu ne demek?” diye nara attıktan sonra yumruğu boşa düşünce yere kapaklanıp hastanelik olan, hastaneden çıktıktan sonra da posta kutusuna atılan sarı zarf yüzünden yine mahalleyi ayağa kaldıracak kadar şedit bir kıskançlık krizi geçiren paranoyak kocayı okuyoruz. Bahsedilen öykülerin konu ve seyir açısından tamamen farklı olduğunun altını çizmekle beraber benzer tepkilerin ve birbirini çağrıştıran durumların varlığı her öyküden farklı bir tat almayı amaçlayan okur için engel teşkil etmekte.
Farklı öykülere değinmek gerekirse, bazıları tetikleyici bir unsur üzerinden travmatik geçmişe yapılan yolculuk şeklinde. On dört yaşındaydım öyküsündeki kahramanın “N’aber ablası?” cümlesini duyarak çocukluk aşkı Sevda’yı düşünmesi yahut 'Taze Nohut' öyküsündeki öğretmen kadının pazarda nohut gördükten sonra şark hizmetinde başına gelen korkunç olayı hatırlaması gibi.
Kitabın başlığı ise 'Annem kırk yedi kilo' öyküsündeki bir pasaja atıfta bulunuyor gibi. Bu öyküde annesi tarafından ezilen, üvey babası Cevat’la yaşayan bir kadının iş mülakatında yaşadıkları anlatılmakta. Ne evde ne de dışarıda yüzüne kimsenin bakmadığı kadının iç sesini duyuyor okur:
“Peki ben size bir soru sorabilir miyim beyefendi? Siz neden benim yüzüme bakmıyorsunuz? Annem de bakmıyor, Cevat Abi zaten bakmıyor. Babam bakar mıydı onu unuttum, hem onun baktığı yüzüm de değişmiştir. O da bakmamış sayılır.” (s.22)
Sözün özü, 'Keşke Yüzüme Baksanız', toplumda bir türlü var olamayan, öteki tarafından görülmeyen bireyleri olay ekseninde duru ifadelerle anlatan bir kitap olarak karşımıza çıkmakta. Başka bir ifadeyle, öykülerinde var olmanın algılanmak olup olmadığını irdeliyor Yörükoğlu.