Halit Kıvanç: Ben yarısı dolu bardağa, dolu diyenlerdenim
Elif Şahin Hamidi, 2007 yılında Halit Kıvanç ile bir söyleşi yaptı. O dönemde bir dergide yayınlanan söyleşiyi, Kıvanç'ın yaşamından kesitleri, yine onun içtenlikli yanıtlarıyla yeniden yayınlıyoruz.
Elif Şahin Hamidi
Kimi sesler vardır ki asla kulaklarımızdan silinmez. Halit Kıvanç da o seslerden biri benim için. 1925 yılı Şubat’ında, Fatih’te dünyaya gelen Halit Kıvanç dün, güneşli bir Ekim günü aramızdan ayrıldı. İşini layıkıyla yapan bir spiker ve gazeteci olarak, iyi bir insan olarak bu dünyada iz bırakanların arasına karıştı. Türkiye’de pek çok ilke imza attı Kıvanç: televizyondaki ilk yarışmayı o sundu, ilk naklen maç yayınını o yaptı ve yurtdışından Türkiye’ye ilk yayını da o gerçekleştirdi. Dünya Kupası, olimpiyatlar ve 23 Nisan’lar onun sesiyle evlerimize girdi.
Halit Kıvanç ile 2007 yılında, NTV binasında bir araya gelmiş, uzun uzun sohbet etmiş, bir söyleşi yapmıştık. Aylardan Kasım’dı ve hava yine güneşliydi. Öyle mütevazı, öyle içten, öyle candan bir insan vardı ki karşımda… Işıl ışıl bakan gözlerinin ta içi gülüyordu. Yıllardır radyodan ve televizyondan bana ulaşan o ses, bu kez tam yanı başımdaydı. On beş yıl önce bir dergide yayınlanan söyleşi, derginin sayfaları arasında yitip gitmesin, Halit Kıvanç’ın o unutulmaz sesi herkese ulaşsın istedim.
Kıvanç’ın kimileyin üzüntülerin, çoğu zamansa sevinçlerin, mutlulukların sebep olduğu kalp ağrılarına kulak verin: “Ben yarısı dolu olan bardağa, dolu diyenlerdenim. Benim göğüs ağrım hiç bitmiyor gibi, ama genelde mutluluk olarak ortaya çıkıyor. En sıkıntılı dönemlerimde bile kendimi mutsuz bir yaşam sürüyor gibi hissetmedim. Mutluluğun fazlalığından göğsüm ağrıyor çoğu zaman; öyle kabul etmek istiyorum. Bütün insanlar için de böyle olsun isterim” diyor.
'EN KORKTUĞUM ŞEY YANLIŞ ANLAŞILMAK'
"Göğüs ağrısı deyince, göğsümde ağrı yaratan bir gençlik aşkını anlatmamı bekleyen çıkabilir. Okulda sınava girip çıkmışım, 'acaba geçtim mi kaldım mı?' heyecanıyla göğüs ağrısı duyduğum düşünülebilir. Ya da iş hayatımda, bir canlı yayın sırasında istemediğim bir sözcük ağzımdan çıkmış olabilir; yanlış yorumlanmaya açık bir sözcük. 'Eyvah, şimdi şu şunu yazar, bu bunu yazar' diye program bitene kadar göğüs ağrısı çektim diyeceğimi zannedebilirsiniz. Hiçbiri değil. Benim hayatta en çok korktuğum, kalbimi en çok ağrıtacak şey, 'yanlış anlaşılmak'tır. Bakın bir örnek vereyim. Kâmil Sönmez, çok sevdiğim bir sanatçı kardeşimdir. Bir programımıza gelecekti, ama telefon edip seyahate gideceğini ve programa katılamayacağını bildirdi. Ertesi hafta geldi. Geldiği zaman nereye gittiğini sordum, 'Amasya’ya gittim' dedi. Ben de 'Almanya’ya, Amerika’ya falan gittiğini zannettim seyahat deyince' dedim. Çünkü o da Karadenizli ya hani gidip gelebilir, Amasya yakın. Bana birkaç tane mektup ve telefon geldi, 'Amasya’ya gitmek kötü bir şey mi?' diye. Beni o kadar yanlış anlamışlar ki. Sadece kelime oyunu yapmıştım. Mesela Fatsa deseydi, 'Fransa’ya mı gittin?' diyebilirdim. Ben böyle yanlış anlaşılmalara üzülüyorum en çok.
'KENDİ ACIMMIŞ GİBİ ÜZÜLÜYORUM'
Benim göğsüm, kendime ait olaylarda elbette bir ölçüde ağrır. Ama kendim dışında gelişen acılara da kendi acımmış gibi üzülüyorum. Son günlerde peş peşe şehit oluyor gençler ve ben o zaman göğsümün ağrıdığını hissediyorum. Bu arada da göğsümle, beynim ve aklım arasında bir tartışma başlıyor. Aklım diyor ki 'Niye ağlıyorsun?', beri yandan kalbim diyor ki 'Ben 80 yaşını geçtim, orada 20 yaşında bir genç kaybedildi. Ailesi, hayalleri vardı.' Hiç tanımadığım, yüzünü, fotoğrafını bile görmediğim bir gencin şehit olması benim gerçekten kalbimi acıtır. Yakınlarımdan bir kötü haber almış gibi üzülürüm.
Erdal İnönü’nün vefatını duyduğumda da çok üzüldüm. Yaşıtımdı. İnsan gibi insandı. Büyük bir kayıp oldu.
Sonra ellerinde kâğıt mendillerle otomobillere koşan, üç-beş yaşındaki çocuklar… O çocukların dilendiğini gördüğümde de hakikaten kalp ağrısı çekiyorum.
Babamın ölümünü görmedim, hastanede yatıyordu. Ben 16 yaşında ve lise son sınıftaydım. Babamın ölümü üzerine okuldan çağırdılar beni. Evimizdeki ilk ölümdü bu. Anneme çok bağlıydım. O öldüğünde de çok üzüldüm. Annemin kaybı benim için çok büyük bir kalp ağrısıydı. Ağabeylerimin, ablalarımın kaybı da… Ama tüm acıya rağmen “mukadderat” deyip üzüntünü bağrına basabiliyorsun.
İHANETİN AĞRISI
Bende göğüs ağrısını, göğüs ağrısı yapacağı tahmin edilmeyen olaylar yapar. İhanet mesela. Bir müessesede çalışıyordum. Orada çok inandığım bir kişi, bizim patronun da yer alacağı bir toplantıya giriyor. Ve o toplantıda bana ait bir konuda konuşulacaktı. Ona bu konuyu açtım ve hiç merak etmememi söyledi. Çıktığında ise 'o kadar söyledim ama olmadı' dedi. Aradan günler, haftalar geçtiğinde, toplantıda bulunan iki ayrı kişiden, bu konu ortaya atıldığında, o kişinin benim işimin olmaması için konuştuğunu duydum. O zaman çok üzülmüş ve ağlamıştım.
'DEMEK Kİ O KADAR TARAFSIZ YAPMIŞIM İŞİMİ'
Bir de heyecan, mutluluk var göğüs ağrısı yapan. Ben Fenerbahçe taraftarıyım. Galatasaray, UEFA kupasını kazandığı akşam evde yalnızdım ve göğsüm mutlulukla dolmuş, mutluluktan ağlamıştım. Spiker olarak maç anlatırken de, örneğin Beşiktaş yabancı bir takımı yenmişse, Fenerbahçe’nin kazancı gibi sevinirim. Ama bugün kaybolan bir şey bu ve göğsümü ağrıtıyor. Bir renge sempati duymak diğer renklere düşman olmayı gerektirmiyor.
Biz Fatih’te otururduk, orta halli bir aileydik. O zaman fakire fakir denmezdi de, o yüzden orta halli diyorum. Cumartesi günleri okul yoktu; annem pantolonumu yıkar, pazar günü kurutur, pazartesi gününe hazır ederdi. Delikanlıyken, maçlardan sonra Taksim’e yürür, Çiçek Pasajı’nda oturur, birer bira içerdik. Biraz yaşımız ilerleyince de votka içmeye başladık. Mahallenin gençleri olarak giderdik ve her birimiz farklı takımları tutardık. Hesabı da hangimizin takımı kazanmışsa o öderdi. Çünkü diğerleri, takımı kaybetmiş diye üzüntülü olurdu. Bugün halen bana hangi takımın taraftarı olduğumu sorarlar. Demek ki o kadar tarafsız yapmışım işimi.
'KESİN SINIRLAR ÇİZMEMEK GEREK'
Bir de şu var kalbimi ağrıtan: Genellemeler, önyargılar. Falanca millet hırsızlık yapar gibi genellemeler var mesela. Camiden bile pabuç çalınabiliyor. Her millette iyiler ve kötüler vardır. O nedenle kesin sınırlar çizmemek gerekir. Benim de iyi yanlarım olduğu gibi kötü yanlarım da vardır. Bazı şeyleri iyi yaparım, ama bazılarını o kadar da iyi yapamam. İşte onları iyi yapamadığımı hissettiğim zaman da göğsüm ağrıyor. Mümkün olduğu kadar notsuz çıkardım ekran karşısına, ama dünya çapında ünlü biri olsa bile artık ismini bir kenara yazıyorum. Çünkü artık unutkanlık başladı. Gençler bile unutuyorlar. Ama unuttuğum zaman çok ağır bir göğüs ağrısı çekmiyorum, çünkü bu yaşta çok normal, hiç üzülmüyorum. 82 yaşındayım ve iki ayrı televizyon ve bir radyo kanalında program yapıyorum. Bir üniversitede ders veriyorum, yer yer sunuculuk yapıyorum. Bunlar göğsümü mutluluktan ağrıtan güzelliklerdir. Bu sunuculuk çalışmalarımın yarısından çoğunu vakıf gibi kurumlar için, yol masrafını bile cebimden vererek yardım amaçlı yapıyorum. Geçen senelerden birinde yine böyle büyük bir yardım gecesini sundum. Çok para toplandı ve sanki hepsi benim cebime girmiş gibi kalbim mutluluktan ağrıyordu.
'KARIMA HER ZAMAN TEŞEKKÜR BORÇLUYUM'
Elli iki yıldır, futbol olsun sanat olsun bütün magazin olaylarının içindeyim. Görüyorum ki, benim buralara gelmem için her türlü fedakârlığı yapmış, çok doğru bir insanı eş olarak seçmişim. Onun en ufak bir rahatsızlığında gerçekten çok acı veren bir göğüs ağrısı duyarım. Karıma her zaman teşekkür borçluyum. Bir de seyircim, okuyucum, iş yaptığım sahaların insanları, bana o kadar yakın davranıyorlar ki, bu büyük bir mutluluk.
23 Nisan Çocuk Şenliği’nde dokuz yaşındaki Polonyalı bir çocuğun, dedesine benziyorum diye kasabasının bir resmini bana hediye etmesinin mutluluğu… İki yüzü aşkın ödülüm var; ödül almanın mutluluğu… Atatürk Türkiye’sinde doğduğum için de göğüs ağrım var. Bunlar da güzel kalp ağrıları… Bana mutluluk ağrısı çektiren olaylardan biri de şu: Otuz bir sene evvel, İzmir Alsancak Stadı’nda bir konser var ve Ali Kocatepe sahneye geliyor. Akabinde, o henüz 'Minik Serçe' değilken, Sezen Aksu’yu, o küçük kızın sahneye gelişini anons ettim. Yıllar sonra onunla bir yıldız olarak konuştuğum zaman, onun ilk sahneye çıktığı günü sunmuş olmanın mutluluğu göğsümü ağrıtıyor.
Ben yarısı dolu olan bardağa dolu diyenlerdenim. Benim göğüs ağrım hiç bitmiyor gibi ama genelde mutluluk olarak ortaya çıkıyor. En sıkıntılı dönemlerimde bile kendimi mutsuz bir yaşam sürüyor hissetmedim. Mutluluğun fazlalığından göğsüm ağrıyor çoğu zaman; öyle kabul etmek istiyorum. Bütün insanlar için de böyle olsun isterim.
PELE İLE 50 YILLIK BİR DOSTLUK
Geçenlerde Pele Türkiye’ye geldi. Onun hazırlıklarını yapan organizasyon şirketi devamlı benimle irtibat halindeydi. Çünkü 1958 yılında, henüz ünlü bir futbolcu olmadan önce, Dünya Kupası’nda Brezilya milli takımının yedek oyuncuları arasında bulunan Pele ile röportaj yapmıştım. Beni anlatan bir olaydır bu, misal olarak aktarayım. Yıl 1958, ben Dünya Kupası için İsveç’e gidiyorum. Stockholm Havaalanı’ndaki Bromma Oteli'nde kalıyoruz. Her gazeteci kendi ülkesinden üç sporcu getiriyor. Brezilyalı spiker de biri Zito, diğerini hatırlamadığım iki ünlü futbolcu ile geldi. Bir de siyahî bir yedek çocuk var. Gazeteciler, gelenlerden biri ünlü diğeri yedeklerden olduğu için memnun olmadılar. O siyahî çocuk, tek başına bir köşede oturuyordu. On altı buçuk yaşındaydı henüz. Spikere, onun kim olduğunu sordum. 'Bu çocuğun adı Edson Arantes do Nascimento. Ama bizim orada fakir çocuklar teneke kutularla top oynarlar. O top, taşa çarpar ve ‘ple’ diye ses çıkarır. Bu oğlan öyle atıyor ki müzik gibi ses gelir. Onun için bu çocuğa ‘Pele’ diye bir isim takmışlar' dedi. Hatta bir İtalyan gazeteci arkadaşım 'Yedek oyuncuyla söyleşi yaparsam kovarlar beni' diyerek gitmeye karar verdi. İşte o an ben, Türk insanının duyarlılığıyla hareket ederek kimsenin ilgilenmediği o yedek oyuncuyla fotoğraf çektirdim. Ama bu yedek oyuncu yani Pele üç-dört gün içerisinde harikalar yaratmaya başladı ve İtalyan arkadaşım bana gelerek bir haber yapmak için o toplantıda tuttuğum notlarımı istedi. Yedek oyuncu olduğu için kimse Pele’yle konuşmak istememişti. Üzüldüm, tercüman aracılığıyla bir söyleşi yaptım. Gazeteye kısa bir yazı gönderdim, ama Pele şahlanınca daha geniş bir söyleşi istediler.
'HİÇ UNUTUR MUYUM SENYÖR İSTANBUL'
On iki sene sonra 1970 yılında, Brezilya üç kupa alıp şampiyon oluyor ve Pele fırtına gibi esiyor. Doğan Koloğlu, Necmi Tanyolaç, rahmetli gol kralı Metin Oktay bir de foto muhabiri Mehmet Biber ile Meksika’dayız. Brezilya, İtalyanları yendiği takdirde final oynayacak. Gittik, kapının önü yüzlerce medya görevlisiyle doluydu. İçeri girmek için başvurduk, kontenjanın dolduğunu ve giremeyeceğimizi söylediler. Ben gittim basın müdürünü buldum, içinde Pele’nin söyleşisinin yayınlandığı kupür ve fotoğrafların bulunduğu zarfı vererek Pele’ye iletmesini istedim. Gitti geldi ve öğleden sonraya yer bulduk. Birkaç gün sonra da Brezilya’da büyükelçilikten telefon geldi: “Pele, ‘beni bir Türk keşfetmişti’ diyerek sizden bahsediyor Halit Bey” dediler. Aslında keşfetmemiş, ona karşı olan ilgisizliğe üzülerek bir söyleşi yapmıştım. Meksika televizyonunda beni 'Pele’yi keşfeden adam' şeklinde anons etmişler. Dört yıl sonra, 1974 yılında Almanya’daki Dünya Kupası’nda TRT, Pele ile röportaj yapmak için başvurduğunda 2000 dolar ücret istendi. Yine o fotoğrafları yanıma almıştım, bu sefer 1970’te çekilenler de vardı. Onları yolladım, telefon geldi; Pele’nin yarım saat sonra bizi beklediğini söylediler. Gittik, yaptık söyleşiyi. Ondan dört sene sonra, 1978 yılında, bir maça gitmek üzere Arjantin’de uçağa bindim. Sabahın erken bir saatiydi. Biraz sonra uçağın kapısından Pele girdi, geçerken herkese 'merhaba' dedi. 'Beni tanıdın mı?' dedim. 'Hiç unutur muyum Senyör İstanbul' dedi. 1982 ve 1986 yıllarındaki dünya kupalarında görüşmedik, 1990’da yine karşılaştık. Yine beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum: 'selam İstanbul, nasılsın?' dedi. Yani kırk dokuz buçuk senede beş kez bir araya geldik. Altıncısı da bu sene gerçekleşti. Bir zamanlar mahallede top oynarken bu denli ün kazanan böyle biriyle, yaklaşık elli yıllık bir dostluk kurmak, göğsümde hiç olmamış bir mutluluk yaratıyor.
NOT: Bu yazı/söyleşi, 2007 yılında kısaltılmış olarak Kardiyograf dergisinde yayımlanmıştır. Bu metin, söyleşinin tam ve gözden geçirilmiş, revize edilmiş halidir.