YAZARLAR

Halk sağlığı sorunu olarak afet haberciliği

Afet haberciliğinin yol açabileceği ruhsal yaralanmaların bir halk sağlığı sorununa dönüşmemesi için disiplinlerarası bir çalışmanın önemi ortaya çıkıyor. Tabii bir de, toplumsal duyarlılık yaratmaya çalışırken nasıl daha duyarlı olabiliriz diye düşünmenin önemi konusunda ortaklaşıyoruz. Enkaz kaldırma çalışmaları hayli ilerlemiş olsa da, iyileşme, güçlenme ve yaşamı kurma süreci daha yeni başlıyor çünkü.

İktidar nezdinde makbul kurtarma ekipleri eliyle gerçekleştirilen veya öyleymiş gibi gösterilen “mucize kurtuluş” haberleri, enkaz altında canlı arayışına son verildikten sonra yerini enkaz altında yaşananlar ile kayıp hikayelerine bıraktı çoktan. Yine iktidara yakın medyanın ajite edici fotoğraflar, videolar eşliğinde, fona duygusal bir melodi döşeyerek sunduğu haberler bunlar. Bu tür haberleri okumama ve izlememe yönündeki kararlılığımı (ki bu içeriklerden uzak durmak çok zor, itiraf etmeliyim) sekteye uğratan bir kısa video haberde 8-9 yaşlarında bir kız çocuğunun güler yüzü çekti beni. Bir çocuk, iyimserliği, neşesi yanında muhabirin de ısrarıyla sevdiği bir popüler şarkıyı söylüyordu.

Sosyal medya paylaşımlarına yapılan yorumların zehrinin ne kadar öldürücü olduğunu biliyorum. Muhatabınızın gözlerinin içine bakma zorunluluğunun olmaması, anonim olabilmenin verdiği rahatlık ve sosyal medyanın etik kaygıları bertaraf eden yapısı biraz da buna sebep. İnsanlar kimsenin yüzüne söyleyemeyecekleri şeyleri de söyleyebiliyorlar bu mecrada. Her neyse, yaşadıklarına rağmen gözlerinin içi gülen bu kızın kısa videosunun altındaki yorumlardan biri, şarkı söylemek yerine Kur’andan ayetler okumasını tavsiye ediyor, diğeri ise parmağındaki büyük ve renkli taşlı çocuk yüzüğüne kafayı takıyordu. Böyle bir zamanda ona bu yüzüğü taktıranları ayıplıyordu.

İnsanların en travmatik tecrübelerini melodramatik hale getirerek, adeta acıyı romantize ederek haberleştirmenin, izledikten sonra altına incitici, hatta nefret söylemi içeren yorumlar yazmanın ayıp, günah, etik dışı bir tarafı yoktu! Fakat hayatının geri kalanında baş etmek zorunda kalacağı travmaların eşiğinde, üstelik mikrofonu burnunun dibine sokmuş arsız bir muhabirin ısrarıyla şarkı mırıldanmanın ve iç açıcı bir yüzük takmanın kerameti kendinden menkul bir ahlak anlayışına göre sakıncası vardı.

Travmayı haberleştirirken reyting, tıklanma, haber atlatma kaygısıyla hiçbir etik kural tanımamak, mahremiyeti ihlal etmek, acıları kanırtmak ikincil bir travmaya yol açar. Hele travmatize olmuş kişiyi sıcağı sıcağına kayda alıyor, konuşturuyorsanız, hele bu kişi bir çocuksa… İçeriklere yapılan yorumlar üçüncü bir travma sebebidir. Yukarıda bahsettiğim kınayan, öfke kusan tavır gibi. Bu içeriklerin dijital mecrada kalıcı olduğunu ve olayı yaşayan kişilerin unutulma haklarını da gasp ettiklerini hesaba katacak olursak dördüncü ve sonu olmayan bir travmayı da bu zincire ekleyebiliriz.

TRAVMAYI HABERLEŞTİRMEK

Peki afet ve benzeri travmatize edici olaylar karşısında nasıl bir tavır almalı haberciler? Olay yerine giden ve kendisi de travmatize olmuş bir insandan söz ediyoruz neticede. Üstelik üzerinde meslektaşlarını atlatarak ilgi çekici bir içerik hazırlama ve mümkün olan en çok enformasyonu en hızlı biçimde aktarma gibi bir baskı varken nasıl davranmalı? Bu sorunun hızlıca verilebilecek bir cevabı yok. Bu sebeple Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi ve Evrensel Gazetesi yazarı Ceren Sözeri, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Gülseren Adaklı, afet bölgesinde psikolojik destek sağlayan Çocuk Sivil Koordinasyon Ekibi’nden psikolog Ceylan Akgün ve Gazete Duvar genel yayın yönetmeni Barış Avşar’la bir araya gelip, afet dönemlerinde haberciliğin sorunları ve çözüm önerilerini konuştuk.

Gazete Duvar Genel Yayın Yönetmeni Barış Avşar

Barış Avşar, 1999 Depremi ile Maraş merkezli depremin enformasyon akışı bakımından farkına dikkat çekti önce. Her iki depremi de gazeteci olarak deneyimleyen Avşar, iletişim ağları ve araçlarıyla sosyal medyanın 1999 ile kıyaslanamayacak kadar gelişkin olduğu ve yaygın kullanıldığı son depremde, yanıltıcı, manipüle edici enformasyonun olduğu kadar, yardımlaşma ve dayanışma ağlarını güçlendirecek enformasyonun da hızla ve etkili biçimde yayıldığını hatırlattı. Elimizin bir uzantısı haline geldiğinden şikayet ettiğimiz cep telefonlarının hayat kurtarmaya yaradığına da tanık olduk, olay yerine anında yetişip seyyar baz istasyonu kuramayan anlı şanlı GSM operatörlerinin zafiyetine de… Fakat telefon hatlarının ve internet bağlantılarının düzene girdiği süreçte enformatif ve duygusal bir içerik bombardımanına maruz kaldığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Böyle durumlarda hep olduğu gibi, zaman kısıtından teyit edilmesi mümkün olmayan bilgilerin, ajite edici görsellerin kamuoyunu infiale sürüklediğini; yandaş medyanın hükümetin acil yardım ve afet politikasının açıklarını kapatmaya yönelik bir yayın politikası benimsediğini de ekleyelim. Yetersizlikler ortadayken travmatize olmuş insanların hükümete ve devletin kurumlarına minnettarlıklarını dile getirdikleri kayıtlar boca ediliyor sürekli üstümüze. Bu tür içerikler çoktandır kutuplaşmanın hakim olduğu politik iklimi toza dumana buladı. Avşar, Sözeri ve Adaklı böyle durumlarda yerel ağların ve yerel medyanın teyit bakımından önemine vurgu yaptılar. Hemen ardından da uzun zamandır yerel medyanın çoğunlukla depreme dayanıksız binaları yapan müteahhitlerle, onlara yapı izni veren yerel yönetimlerin sahipliğinde çıktığını veya onların sesi olduğunu hatırladık hep birlikte. Yerel medyanın yeniden güçlenmesi ve bağımsızlaşmasının önemi ortaya çıktı.

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi ve Evrensel Gazetesi yazarı Ceren Sözeri

Başta da bahsettiğim gibi, travmatize olmuş insanların acılarını, onları incitmeden, dayanışmayı yükseltecek biçimde haberleştirmenin yolları üzerine konuştuk sonra. Dramatik içeriklerin iyileştirici politikalar üretmek ve savunuculuk yapmak için önemli olduğunu fakat bunun dozunu ayarlamak gerektiğini vurguladı Sözeri. Mültecilerin yaşadıkları drama dikkat çeken ve kıyıya vurmuş cansız bedeni mülteciliğin simgesi haline gelen Alan bebek örneğinden yola çıkarak, gazetecilerin toplumsal duyarlılık yaratmaya çalışırken insan haklarını, mahremiyeti ihlal etmemelerinin yolları üzerine onlarla birlikte düşünmenin gerekliliğinde karar kıldık. Aklımıza enkazdan sağ çıkarıldıktan kısa süre sonra hayatını kaybeden ve ailesinin “mucize kurtuluş” hikayesine dair videonun silinmesini talep ettiği Azra bebeği de bu kapsamda değerlendirebiliriz. Ailelerin acısı ve yenilenen travması pahasına bir toplumsal duyarlılık yaratılabilir mi?

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK

Ceylan Akgün, olayın ilk gününden bu yana insanların acılarına saygı gösterilmediği kanısında. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyenlerin, cansız bedenlerin, enkaz başında çaresizlik ve acı içinde bekleyenlerin kayıt altına alınıp bu görüntülerin yaygınlaştırılmasındaki özensizliğin acıyı birkaç kat daha arttırdığını söylüyor. Bir habercilik başarısı gibi görünen bu yaklaşımın yer yer acının pornografisine dönüştüğünü ekliyor. Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak kitabında ortaya attığı, başkalarının acısını seyrederken aslında o acının kendi başımıza gelmemiş olmasından ötürü içten içe haz aldığımız tespitine gönderme yapıyor. Servis edilen içeriklerin büyük ölçüde buna hizmet ettiğini söylüyor. Acıyı paylaşmanın yolunun felaket karşısındaki çaresizlik ve yıkımı izlemekten değil, travmayı aşma ve güçlenme için dayanışmaktan geçtiğini vurguluyor.

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Gülseren Adaklı

Gülseren Adaklı ise “mucize kurtuluş”, “mucize bebek” vb. gibi başlıklarla sunulan haberlerin, videoların enkaz başında yaşayanları bir kez daha travmatize ettiğine dikkat çekiyor. Bu kişilerin kendilerine bir “mucize” sunulamadığında yaşadıkları çöküntüyü kendi tanıklığına dayanarak anlatıyor.

Ceylan Akgün melek veya mucize olarak nitelenmenin depremzedelerin, özellikle de çocukların omuzlarına bir sorumluluk, bir yük yüklediğini hatırlatıyor. (Bu yazıyı yazarken, enkazdan çıkarılan ailesi kayıp bir bebeğe Mucize isminin verildiğini öğrenerek irkildim.) “Deprem şehidi” tabirinin ise bu yıkıma sebep olan kişi ve kurumların suçunu örten kaderci bir yaklaşım olduğunu belirtiyor. İnançlı insanların hayata devam edebilmek için referans aldıkları değerleri, çaresizlik ve acı içindeyken tutunacak bir dal aramanın ne kadar makul olduğunu hesaba katıyoruz tabii. İnsanların çaresizlikten, yardım almak umuduyla, hatta yaşadıklarını bir kahramanlık hikayesine dönüştürüp avunmak niyetiyle haber olmaya razı olduklarının da farkındayız. Fakat insanların birer kurbana veya mucizeye dönüştürülerek tiraj malzemesi haline getirilmesinden; deprem şehidi ve kader planı yaklaşımının sistemsel ve siyasi sorunları görünmez kılmasından endişe ediyoruz. 

Çocuk Sivil Koordinasyon Ekibi’nden psikolog Ceylan Akgün

Ceren Sözeri, sosyal medya kullanımı ile gazeteciliğin birbiriyle yakınsamaya başladığını, bir çözüm yolu olarak bunun üstesinden gelinmesi gerektiğini söylüyor. Son deprem felaketinde bazı muhabirlerin kurumlarının önüne geçerek yıldızlaşmanın sarhoşluğuna kapıldıklarını, tanık olduklarının tahminlerin ötesinde olduğunu vurgulayarak izleyici üzerinde hiyerarşi kurmaya çalıştıklarını ekliyor. Enkazın içine mikrofon sarkıtan veya enkaz önünden fotoğraflarını paylaşan bir muhabirin editoryal müdahaleyle uyarılması gerektiğini ama editörlerin de meslek ilkelerini reyting veya tıklanma gayretine kurban ettiklerini savunuyor. Ceylan Akgün, olay yerine gidecek olan muhabirlerin psikolojik ilk yardım eğitimi almaları gerektiğini, bunun hem muhataplarını, hem de kendilerini daha fazla travmatize olmaktan koruyabileceğini belirtiyor.

Barış Avşar ise medyanın etik ilkelere dair politika belgesi oluşturması gerekliliğinin altını çiziyor. Mesleğin dayattığı hız ve rekabet ortamının yaratacağı sorunların üstesinden gelmek için bunun yanı sıra farkındalık çalışmalarının da yerinde olacağı kanaatine varıyoruz hep birlikte. Afet haberciliğinin yol açabileceği ruhsal yaralanmaların bir halk sağlığı sorununa dönüşmemesi için disiplinlerarası bir çalışmanın önemi ortaya çıkıyor. Tabii bir de, toplumsal duyarlılık yaratmaya çalışırken nasıl daha duyarlı olabiliriz diye düşünmenin önemi konusunda ortaklaşıyoruz. Enkaz kaldırma çalışmaları hayli ilerlemiş olsa da, iyileşme, güçlenme ve yaşamı kurma süreci daha yeni başlıyor çünkü.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.